Emsallerine faiktir

Aralık 28, 2013

Darth Vader II ve İki Köprüyü Tepeden Gören Minare


Beykoz Elmalı Köyü | Esma-ül Hüsna Camii | 2013

Ataşehir’deki Darth Vader Camiinden daha önce bahsetmiştim. Görkem ve haşmet “noktasında” hemen karşısındaki örnekle kıyaslanabilir bir yapı değil tabii, ama  yine de sevilip beğenilmiş olmalı ki, Beykoz Kırsalındaki Elmalı Köyü sakinleri hepten aynısını yaptırmışlar (Açıkçası, ben de o yazıyı yazdıktan sonra geçen zaman içinde, sonrası örneklere, hele karşıdakine bakınca uygun malzeme seçimi ve  farklı bir formla yeni bir şeyler arayan (her halde)  bu ufak tefek, ölçekli yapıyı tutarlı bulmaya başladım). Arketipe sadakat nerdeyse kusursuz olmakla birlikte, görebildiğim tek sapma şerefede. Buradaki bir parça basık, klasik oranlara daha bir yakın. Fakat şerefe üst örtüsünün alçaklığı yüzünden orada ayakta durmak imkansız ve fakat kullanılıyormuş gibi de camla kaplı… Beykoz, Elmalı Köyü, Esma-ül Hüsna Camii yaptırma derneği üyeleri “nasıl olsa hoparlörle okunuyor,” deyip, yapıya ilişkin –tek- artistik tercihlerini burada kullanmışlar gibi.

Ataşehir | Kilisli Mustafa Kanat Camii | 2008 

Kentte son on yılda yapılmış, şimdilerde yapımı süren onlarca caminin arasında bir benzeri yaptırılacaksa Beykoz, Elmalı köyü sakinleri neden bu oldukça iddialı ve “gelenekseeeel” olmayan  formu tercih ettiler acaba? İlgilerini çeken ne oldu? Yapının ilk örnek ile uyumu göz önünde bulundurulunca öyle el terazi-göz kantar, Karadenizli kalfa işi değil. Son cemaat yerinin kırık plak örtüsü, çörtenler, kubbenin oranları için ciddi bir proje gerekli.  illa aynı müellif bulunup yaptırılmışa benziyor.  Israrı halen anlayabilmiş değilim. Cami yaptırma derneği üyelerinin toplu olarak bilim kurgu merakı ile açıklanacak bir şey değil. Yine de; niteliksiz ve sıradan bir cami yerine böyle bir yapı tercih ettikleri  için taktir edilmeleri gerektiğini düşünüyorum. 

***

Beykoz, Karlıktepe?  | İmam Hüseyin Birlik ve İim Vakfı Camii | 2013

Bu civarda, Beykoz’a giderken Karadeniz’e bakan dik yamaçlarda başka bir cami inşaatı dikkati çekiyor. Aslında dikkati çeken cami değil de, yanındaki deniz feneri veya uçuş kontrol kulesini andırır kütle. Minare olması gerek amma o kadar büyük ki, elli metre filan boyu var, döner lokantalı televizyon kulesi sanki. Görünce hemen “Miki bak; dinleme tesisi, Moskova’yı dinleyecekler herhalde” dedim. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adlı devletin 25 Aralık 1991’de yıkılmış olduğunu hatırlattı. “Olsun, vardır Kominisler yine de, sen büyüklerimizden iyi mi bileceksin?” diye yapıştırdım lafı.

Sonra ufak bir araştırma Beykoz’da “daha önce benzerine rastlanmayan” cami minaresinin “dikkatlerden kaçmadığı”nı öğrendim (doğru , pek öyle kaçacak gibi değil). “İstanbul Boğazı’nı ve iki köprüyü tepeden gören minareye asansörle de çıkılabiliyor”-muş. Kırk dört metre yükseklikte olduğu söylenen bu şeyin tepesine merdivenle çıkmak isteyenler de olabiliyor ki, asansör de  bir seçenek olarak sunulmuş.  Güzel bir şey tabii…

“Beykoz’un en yüksek tepesi olan Karlıktepe’ye inşa edilen minarenin Türkiyede bir ilk olduğu belirtiliyor (kim ‘belirtiyor’?)Turistlere ve vatandaşlara  seyir ‘sevki’ (zevki  olacak herhal) yaşatmak için düşünülen minareye çıkmanın bir bedeli oluyor”.  İnsanın aklına hemen “yahu; oradan manzaraya bakmak için niye bir kuleye çıkayım? Niye bedel ödeyeyim,  zaten tepelik bir yer... Hem, yamacı tarumar etmeye değer mi? Manzaraya bakılacak ta, peki karşıdan oraya bakan ne olacak?” demek geliyor değil mi?  Ama öyle değil işte bu işler.  O Kule/minare/terasın gelirleri ile Cami’nin giderleri karşılanacağını "belirtmiş" cami cemaati.  Terasa para ile çıkılacak. Namazını kılacak, İstanbul manzaranı seyredip gideceksin. 

Caminin giderlerini karşılamak adına bu tuhaf şeyi yapıp,  bir dünya masrafa  girmek yerine; hiç yapmasalar hem giderler için kullanmak  üzere epey para artırabileceklerini hem de bu çirkinlikten bizi kurtarmış olacaklarını “belirtmek” istiyorum ama, halen içimden bir ses şu seyir terası işinin kılıf olduğunu, esas amacın kominisleri dinlemek olduğunu söylüyor.

Haber şurada: Önceden hazırlanıp medya kurumlarına dağıtılan bir haber bu. Her yerde aynı metin kullanılmış. Linkteki gazeteye ait bir habercilik başarısı değil yani.


Hayırlı Seyirler,

BvP. 

Aralık 07, 2013

Singapur'da Kent Heykelleri

Birkaç zaman önce Singapur’a gittik. O zamandan beri uzun uzun yazayım, sizleri aydınlatayım diyorum, lakin şu MeKaDe’den, onu terbiye etmeye çalışmaktan hiçbir şeye ne mecal ne de hal kalıyor. Fakat yine de bir gayret en azından heykelinden, sanatından şeyinden haberdar etmeli.

Bu küçük kent ülkesinin yerel yöneticileri anlaşılan pısırık ve cahil kimseler ki, halkı öyle başıboş bırakmışlar, herkes aklının ve parasının yettiği kadar heykellerle bezemiş ortalığı. Belki de daha çok parasının yettiği kadar… Çünkü bazıları öyle üçe beşe alınacak şeyler değil. Ünlü kimselerin mamulatı, epey gösterişli şeyler. Bir ara öyle bunaldım ki yoldan birini çevirip; Nerde bu Singapur belediye başkanı!  Tükürmüyor mu böyle sanatın içine?  Hayır, beceremeyecekse benim geldiğim yerde var, çağırın bari o tükürsün”. dememek için zor tuttum kendimi. Ama ya, “Heykel işini sizden öğrenecek değiliz” derse elin Asyalısı?  Bir şey daha; heykellerin önemli bir kısmı o görkemli  banka yönetim binalarının çoğunlukta olduğu, kentin finans merkezindeydi. Tüm bunların şu lanet olası faiz lobisinin işi olduğunu anlamamaları da ayrı bir gariplik tabii.

İnsan Bizde de Olsun İstiyor Böyle Bankalar Caddesi

Dediğim gibi; çamur renkli ve oldukça tatsız Singapur nehrinin ufak bir körfeze döküldüğü bölgenin kıyısına konuşlu “Bankalar Caddesi” oldukça gösterişli bazı sanat eserleri barındırıyor. Aslında bunlara “sanat eseri” mi demek lazım yoksa, para ve gücün simgeleri mi bilemiyorum. Örneğin UOB* merkezinin nehre bakan küçük meydanındaki Botero heykeli gibi. 

Fernando Botero | Bird | 1990 | Singapur 

Sadece heykelleri ile değil tabloları ile de bu pek ünlü Kolombiyalı sanat erbabına Çinli bankacılar epey para bayılmış olmalılar.  İlk birkaç tanesinin insanı enikonu heyecanlandırdığı, ama birbirinin benzerlerini iç bayıltacak çoklukta görmenin “ulan, işi ticarete mi vurmuş sakın?” dedirttiği bir heykel bu. Adı, basitçe ”Kuş”. Oldukça da büyük namussuz, üç metreye yakın. Kaidesi üzerindeki plakette kuşun geleneksel olarak barış ve dinginlikle ilişkilendirildiği, Botero’nun bu üç boyutlu kuşunun da yaşamın keyfini ve iyimserliğin gücünü vurguladığı, mahalli bankacınızın (faiz lobisi)  insanlarında iyimserlik ve barış olduğu sürece Singapur’un zenginleşip semirmeye inancının tam olduğu yazılı. Bildiğiniz saçmalık yani. “Ahir ömrümde bir Fernando Botero heykeli göremedim” diyecek olursanız, - unutmadan; bu kuşun bir benzerinden Floransa’da da var - böyle egzotik yerlere gitmeye gerek yok. Fernando’nun “her yere bir atlı adam heykeli” kampanyası dahilindeki, benzerleri Nassau’dan Kudüs’e dek her yerde olan ama size en yakını İzmir’de Büyük Efes Oteli’nin girişinde bulunan “atlı adam”ı görebilirsiniz. Ama bana göre, oteldeki diğer görkemli şeylerin, özellikle de Atilla Galatalı’nın “Güneş”inin yanında bir parça sönük kalıyor. Elbette ikisi arasında bir karşılaştırma çok anlamlı değil, ama madem hür teşebbüsün yapılarını süsleyen, parası bastırıp edinilmiş sanattan konuşuyoruz diye söylüyorum.


Fernando Botero |Atlı Adam | 1992 | İzmir | Büyük Efes Oteli
Atilla Galatalı | Güneş | 1964 | İzmir |Büyük Efes Oteli 
UOB’nin sanat aşkını, bu konudaki doyumsuzluğunu Botero kesmemiş olacak ki,  “Ben sanatçının hem tüccar hem de kavat olanını severim” deyip, iç avluya da bir Salvador Dali heykeli kondurmuşlar/satın almışlar. “Newton’a Saygı” isimli bu şey aynı kalıptan çıkmış sekiz adedin 1985’de dökülmüş, imzalı ve numaralı beşincisi. (1904 doğumlu olduğunu düşünürsek; 81 yaşında böyle bir işi kotarmış olması zaten pek inandırıcı değil, değil mi?) Bu da Botero gibi deyim yerindeyse epey “dükkan işi”. Ama doğal olarak çevredeki diğer eserlerden çok daha fazla ilgi görüyor. Isaac Newton’un yerçekimini keşfinde katkısı olduğuna inanılan şu meşhur elma hikayesi temelli heykelde figürün sağ elinden “düşüyormuş gibi” görünen top elmayı simgeliyor. Kaidedeki plakete göre (Bronza asit indirme tekniği ile yapılmış, Botero’nunkinden kat be kat gösterişli bir plaket bu)  Dali daha da ileri gidip; göğse açtığı deliğe asılı kalp ile “yüreğin açıklığını”, kafaya açtığı delikle de “zihin açıklığı”nı vurgulu-yormuş. İşte tam bu noktada,  yanımda bir Melik Gökçek istediğimi fark edip dehşetle ürperiyorum.

Salvador Dali | Sir Isaac Newton | 1985 | Singapur 
***
Yolun karşısı kesinlikle daha iyi. Hemen karşıda bizim Katalan kavat kadar ünlü olmayan ama; özgün, ağırbaşlı ve zarif İngiliz Tony Cragg’ın bir heykeli var. Azcık kapı önünde kalmakla beraber bu güzel şey dikkati hemen çekiyor ve insan artık yanında o Orta Anadoluluyu istemiyor. Önündeki plakete yine bir takım anlamsızlıkla yazılmış. Artık okumuyorum bile. Biri on, diğeri sekiz metre boyunda, üst üste dizilmiş çakıl taşlarına benzeyen bu heykellerin hem büyük hem de iki tane olmaları Çinli bankacıları (faiz lobisi) memnun etmiş olmalı. Ne ödedilerse helal olsun.

Anthony Cragg | Points of View  Series | 2011 | Singapur 
Azıcık ileride insanın aklını başından alan başka bir şey var. Dali’nin o osuruk saçmalığına filan benzemiyor. Miki’nin kolunu çekiştirip  “hacı, bak bu bir Moore” diyorum. Karımı etkileme maksatlı bu cümlem  her zamanki gibi yüzünde ulan bu herif de amma çok lüzumsuz şey biliyor”  ifadesine sebep oluyor.  Belki o anda bu kocaman bronz heykelin ağırlığını kafasında tartıp, eritildiğinde kaç para edeceğini düşünüyor, tam da  bilemiyorum.

Henry Moore | Reclining Figure | 1938 Tarihli Orjinalden Büyüterek Döküm | 1984? | Singapur 
Epey küçük bir çocukken, ablamın kitaplığındaki Henry Moore kitabına bakmayı çok severdim. Galiba yalnızca traverten heykellerinin olduğu bir katalogdu bu. Belki de şu Paris’teki UNESCO Binasının önündeki meşhur heykel vardı kapağında… O heykellerin rengi ve dokusunu hiç unutmadım. Figürlerin yumuşacık hatları, hakim dolu ve boş kompozisyonlarının insanda uyandırdığı inanılmaz denge duygusu halen can evimden vuruyor beni. Çağın en ünlü, en bilineni değil belki ama –bana göre- Alexander Calder ile birlikte en usta iki heykeltıraşından biri.


Alexander Calder  | Flamingo |  1974 | Şikago 
Heykel yoldan hafifçe yükseltilmiş bir platformda ve kendisinden fazla da büyük olmayan, alçak bir su kütlesinin üstünde duruyor. Yansıma sağlayan, zemine çakılmamış ta üzerinde dalgalanıyor hissi veren hoş bir fikir bu.  Miki’ye o an ukalalık olmasın diye söylemedim ama, Adamcağızın en büyük bronz heykeli olabileceğini düşünüyorum (yaklaşık dokuz buçuk metre boyunda, tam ölçüleri 9.45 x4.24 metre. Neresini nasıl ölçmüş oldukları ayrı bir konu). 1938 tarihli bir kurşun heykelinin büyütülüp bronza döküleniymiş. O da yandaki plakette bunu doğrulayan bilgiyi ve toplam ağırlığının yaklaşık dört ton olduğunu okuyunca gözleri parlıyor. Hemen hurda metal olarak ederini hesapladığına eminim. Rengi, mengi, kadifemsi dokusu ve zerafeti inanılmaz. Dali’nin saçmalığının hemen hemen tam karşısında sağlam ve özgün bir estetik anlayışının, ustalığın  ürünü olarak zarifçe oturuyor suyun üstünde. Bunu da Çinli Bankacılar (faiz lobisi) 1984’de alıp Singapur halkına hediye etmiş! Ben de biraz Çinli bankacı ve bir Henry Moore istediğimi düşünüyorum, ama bizim payımıza maalesef şunlar, bi de şunlar düşüyor. 

Marina Bay Sands | Moshe Safdie | 2010 | Singapur 
Nehrin döküldüğü küçük koyun karşı kıyısında kentin her yerinden görülen acayip ve bir parça görgüsüz “Marina Bay Sands” otelinin arkasındaki Botanik bahçelerine, “Gardens by The Bay”e yola koyuluyoruz. Epey yüksek üçlü bir kütlenin üzerinde  bostancı kayığını andıran başka bir şey oturuyor. Burada bar(lar), bok püsür ve bir havuz var. İstenirse,- ücreti mukabili elbette- çıkılıp kentin manzarası seyredilebiliyor. Göz hizasına dek yükseltilmiş havuzda yüzenler de sanki havada, kentin üstünde yüzer-miş gibi yapabiliyorlar. Ama biz yapmıyoruz tabii. Derdimiz binanın içinde de geçen üst geçitten karşıya, botanik bahçesine gitmek. Otelden başka bir yazıda uzun uzun söz etmek istiyorum. Tasarlayan Moshe Safdie nam İsrail asıllı Kanadalı bir mimar. İnternette “Habitat 70” veya “Moshe Safdie” diye arattırılırsa kırk yılda, maalesef nereden nereye geldiğini tespit olası. Oyun kartlarından esinlenmiş herif! 

Marc Quinn | Planet | 2013? | Singapur 
Botanik bahçesi güzel filan ama o kadar yani. Fakat bir şey var ki, beni benden alıyor. Olağanüstü büyüklükte bir bebeğin çimenlik bir göbeğin üzerinde ve havada sakince durduğunu görüyormuş gibi oluyor bir an.   Bizi park içinde gezdiren elektrikli araç hızla yanından geçiyor ve bakakalıyoruz. O iç bayıcı gezdirme işi sona erince yürüyerek yanına gidip etraflıca bakıyorum. Yine bir İngiliz, Marc Quinn adlı bir heykeltıraşa ait. Olağanüstü büyüklükte ve  (383x353x926 cm) yedi ton ağırlığındaki  beyaza boyalı bronz kütle sihirliymişçesine çimenliğin üzerinde salınıyor işte.  Figürün duruşu, yerleştiriliş biçimi inanılır gibi değil. Tümüyle gerçek dışı ve etkileyici. O kütleyi bu şekilde dengede tutabilmek her babayiğidin harcı değil.   Beyefendi oğlunu, Lucas’ı model olarak almış, pek de iyi etmiş. İnsan aferin diyor. Başka bir aferini de Ocak 2013’de bu heykeli satın alıp Singapur Park ve Bahçeler Müdürlüğüne hediye eden Bay ve Bayan Masagung ‘a gönderiyorum…  

Marc Quinn | Planet | 2013? | Singapur 
Kentin içinde, özellikle Orchard Road adlı şık ve önemli alışveriş caddesinde de yapı girişlerine serpiştirilmiş heykeller var. Ama biraz sıradanlar sanki. Anlaşılan perakendeci tüccarların, katlı mağaza sahiplerinin, büro binalarını işletenlerin bankacılar (faiz lobisi) kadar paraları yok. İlginç olan tek şey o cadde üzerindeki oldukça iddialı ama fazla iş yapmadığı her halinden belli lüks alışveriş merkezi/lüks lokanta/lüks butik (genç, gelecek vaat eden avantgarde modacı motifi yeryüzünün bu bölümünde de yakamızı bırakmıyor ne yazık ki) barındıran yapının en tepesine çıkıştaki “Merdiven, Bulutlar ve Gökyüzü”  adlı 2009 tarihli çalışma.  Singapurlu, 1969 doğumlu  bay Victor Tan’a aitmiş.  

Victor Tan | Merdiven, Bulutlar, Gökyüzü| 2009 | Singapur 

Metro istasyonlarından birinde de eli yüzü düzgün bir şey görüyoruz. Kentle ilgili her şey gibi, heykel, plastik, zart zurt açısından da  epey ilginç bir yer bu Singapur.   Amma netice itibarıyla burası tropik yer…  Yok mu bir meyveleri? Ya da, bi sebze bişey? İnsan onun heykelini yapar hiç olmazsa”. Diye söylenmeden edemiyor insan. Yapa yapa, birkaç ay yıkanmadan giyilmiş çorap gibi inanılmayacak kadar pis kokan ve  mevsiminde kamu taşıtlarına, çoğu binaya onunla  girilmesi yasak  fevkalade lezzetli bir meyve, “durian” kabuğuna benzeyen (bu yolculukta mevsimi değildi hamdolsun)  sahnesanatları merkezi, akustiği akıllara zarar 1 .600 kişilik konser salonu  filan  yapmışlar. Peeeh.

** Esplanade - Theatres on the Bay | DPA  ve Michael Wilford & Partners | 1995-2002 | Singapur 


Sanatın sıcaklığı içinizi ısıtsın.
Bvp
Edited By Miki

Tüm fotoğraflar BvP 

…………..

* UOB , United Overseas Bank: Singapur merkezli ve Asya’da pek güçlü bankacılık organizması. Bildiğiniz “faiz lobisi”nin önde gideni yani. Singapur’daki Kenzo Tange tasarımı merkez binaları artık bir parça yaşlı ama halen fiyakalı. 

** Hayır,  Maalesef yapıyı gezemedim. İşte böyle dışından... Orada burada tıkınmaktan, hayvanat bahçesi, Çin Mahallesi gezmekten buraya  vakit kalmadı. Utanıyorum kendimden. 











Kasım 11, 2013

Geri Zekalılar İçin Televizyon Haberciliği 101


A /  B / C |  Beyoğlu | Ağustos 2013
Mesleği “medya üzerine” düşünüyoruz ha? Televizyon mu?... Güzeel. İşte size başarı garantili birkaç tüyo. Ne denli geniş ölçüde uygularsanız başarınız o denli garanti altında. Hadi hayırlısı.
Dünyadaki en önemli ülkenin yaşadığınız yer olduğunu düşünün. Yeryüzünün geri kalanında neler olduğunu hiç önemsemeyin. Hatta başka ülkeler, kültürler, önemli politik gelişmeler olduğunu düşünmeseniz daha da iyi olur. İlla Dünyanın geri kalanı ile ilgili haberler vermeniz gerekiyorsa, bu Tayland hayvanat bahçesinde yeni doğmuş fil yavruları veya Rio Karnavalı olsun. Anlamlı, önemli, gerçek haberler verip, sizin ve sizin gibi geri zekalıların yaptıklarına aval aval aval bakan geri zekalıları zihnen mağdur etmek istemezsiniz herhalde.
Aslında, dış haber konusunda sıkıntınız olmayacak. Tepe tepe kullanabileceğiniz iç ve dış haberlere bir bakalım:
Yılda Bir kez kullanma garantili ve güzeldirler. Çok ekmek çıkar,  ne var ki yılda bir kere yapılabilir. Ama, ilginçliği ve güzelliği nadirliğindedir işte. O yüzden mutlaka her yıl kaçırmadan yapın!
-Güney Yarımkürede Yeni yılın ertesi günü:  Avustralya sahillerinde noel baba kıyafeti ile sörf yapanlar.
 -Takvimsel döngünün güneş etrafında dönen bir cismin her yerinde aynı olmadığı kavrayamayan geri zekalılar için, sizin bulunduğunuz zaman bölgesinde önce yeni yıla girilmesi ve bunun şaşırtıcılığı, havai fişek gösterileri vs.
- Rio Karnavalı: İşi kolayca “Kıçı başı ortada göbek ata ata gezen karılar” şeklinde sunabileceğiniz bol miktarda malzeme. Elbette böyle demeyeceksiniz ama; siz de, malınızın tükeyicisi “mal” lar da, esas amacınızın yarı çıplak karı, bacak filan göstermek olduğunu bilecek.  Ne yani, sizin programlarınızı seyredenler geri zekalı mı?
Aslında biraz kafanızı çalıştırırsanız buradan, bu karnaval, marnaval işinden çok ekmek çıkar (Yarı çıplak karı şeyini demiyorum, o zaten cepte). Ülkenizde olan biteni,  olan bitenin orjinali ile ilişkilendirerek haber yapmak hala aklınıza gelmedi mi?
Mesela yaz boyunca bir kere bile “Bodrum geceleri Rio Karnavalı gibi” haberi  yapmadıysanız, sıçayım sizin haberciliğinize…
İç haberlerde de  klişe tekrarının sonu ve sorunu yok elbette. O bakımdan rahat olun.  Her şey biri içine öylesine girmiştir, tekrar öylesine iç bayıcıdır ki, kurala uygun bir sıralama yapmak çok zor. Yine de bi parça deneyelim:
- Kurban Bayramı:  Toynaklı hayvanlarla çevrili çamurluk bir alanda birbirinin elini sallayarak ne dediği anlaşılmaz bir halde bağırıp çağıran insanlar. Kaçan dana.   Siyasi parti başkanlarının bu hercümercin içinde dolaşırken gösterenleri de sevilen bir temadır. Sakın ihmal etmeyin. Ama bayram potansiyeli öyle kolay bitip tükenecek gibi değildir: Siyasi parti merkezlerinde bayramlaşma görüntüleri. Ünlüler bayram tatilini nerede geçirdi? Bayram tatilinin ilk ve son günlerinde otogar ve havaalanlarındaki sıkışıklık (otogardan filan bir iki hıyar bulun,  konuşturtun. Onlar otobüs şirketlerinin ek sefer koyduğundan, korsan otobüs şirketlerinden, bunların yolcu çaldığından, onlara “itibar” edilmemesinden filan bahsetsinler). Bayram dönüşü kazaları: Kurban ve Ramazan bayramı (veya uzun süreli her türlü ulusal tatil)  ile ilgili otogar ve havaalanı motifini yeni yıl tatili için de format değiştirmeden kullanabilirsiniz tabii.
- Yeni yıl: Hazırlıkları/ Gecesi/ Ertesi Günü: Dediğim gibi, bu muazzam haber ne yazık ki senede yalnızca bir kez kullanılabilmektedir. Oysa sizin ve haberinizi tüketecek geri zekalıların sevdiği her tür klişe ile doludur. Esnafın alışverişten “yüzü gülüyor”, öküz yiyip içmeyi düşünenleri “uzmanlar uyarıyor”, yılbaşı gecesi eğlence yerlerine asayiş ve mali şube ekipleri “göz açtırmayacak” haberleri yapabilirsiniz. Ha, bir de o hiç yapılmamış; kimsenin aklına gelmeyen, pahalı eğlence yerlerinin menü ve fiyatları ile de haber yapmalısınız. Daha da ilginci, yeni yılın ilk bebeği ve yeni yıla çalışarak girenlerle ilgili olanlardır. Uzun yol kaptanları, otobüs şoförleri, acil servis çalışanları, sınırda nöbet tutanlar filan… Birazını da siz bulun. Ne yani, geri zekalı mısınız?
Fakaat yeni yıl haberinin yüzük taşı, şu büyük ikramiye çıktığında yapılabilecekler /alınabilecekler ve günlük faiz hesabıdır. Etraf o para çıktığında ne yapacağını bir tamam düşünmüş, belirlemiş ve kamuoyu ile paylaşmaya hazır insan evlatları ile doludur nasıl olsa. “Haber”in tıraş bölümü (aslında “tıraş bölümü” deyip bütüne hakaret ediyorum ya, olur o kadar artık) sırasında görüntü para sayma makinasından süratle akıp giden banknotlar olsa çok fena ve sıra dışı olur.
Yıl içinde birkaç kere kullansanız bile sizi seyreden geri zekalıların sıkılmayacağı haberler:
- Bilmemnere hayvanat bahçesinde yeni doğmuş sevimli filler, sevimli kaplanlar, sevimli ayılar,  “sevimli”  sıfatı eklemlenebilecek her tür organizma. “Yaramaz (……)’lar çocukların sevgilisi oldular”, Sevimli pantolon balıkları özellikle genç kadınların sevgilisi oldu”şeklinde yorumlarla da bu büyük  gazetecilik başarınızı zenginleştirebilirsiniz.
 Şenlik ve Festivaller: Çeşitli zerzevat festivalleri, hayvanat güreşleri, Skkibaba Dağı  Bozayı Kutlama Şenlikleri, Dingildek Yaylası Çelik Çomak  Festivali, 999. Şekerlimonağda Şenlikleri. Nasıl olsa ülkemizde bu tür şenliklerin sıkıntısı yoktur. Biraz hayal gücü ile kendi festivalinizi bile yaratabilirsiniz.
Görüntü olarak da davul zurna, güneşi kestiği gibi azıcık hava akımını da kesen yarı şeffaf sentetik branda altında önleri alçak birer sehpa süslü alçak büro koltuklarına çökmüş güneş gözlüklü, kötü kesimli takım elbiseli yerel yönetici/politikacılar rahatlıkla kullanılabilir.
Ne demiştim? Klişelerden korkmayın, bolca kullanın:
- Bir şey fiyatının “el yakması”! Kurban Bayramına girilirken “kurban fiyatları el yakıyor” dan tutun, okullar açılana yakın yapılan, “okul alışverişi el yakıyor” haberleri. Ayrıca her yıl sonbaharda biberin, domatesin fiyatının artışı üzerine odaklanın, bu fırsatı iyi değerlendirin.
- Vatandaşın veya esnafın  “yüzünün gülmesi”: Vatandaş veya esnaf. Önemli değil; nasıl olsa sorunu ve sorunla ilişkili grubu şemalaştırmanın kıçını çıkarıyoruz, istediğiniz özneyi kullanabilirsiniz. Antalya’ya gelen turist esnafın, altın ya da bilmemnebok düşünce vatandaşın; hamsi, istavrit gibi balıklar ucuzlayınca her ikisinin “yüzü güldü”  haberi yapın. Tersi: (Bkz) El yakıyor.
 [Çeyrek altın almak için kuyumcuya gelen Ümit Korkmaz da düşen fiyatların vatandaşın yüzünü güldürdüğünü ifade etti. Korkmaz, "Umarım fiyatlar böyle devam eder. Evliliğe hazırlananların umudu bu düşüşün devam etmesinde" diye konuştu.]
-“Diye konuşmak”, “Şeklinde konuşmak”: Aklınızda olsun, ihmal etmeyin. Özellikle spor haberlerinde “Tecrübeli teknik adam” diye başlayan cümleleri “şeklinde konuştu” olarak bitirebilirsiniz. Arasında ne bok olduğu zaten ne sizin, ne sizi işe alanın ve ne de yaptığınız şeyi dinleyen/izleyenin umurunda değil.
-“Renkli görüntülere sahne olmak”: Güzellik yarışması için Türkiye’ye gelmiş bir sürü salak karının bilmemnepaşa hamamına götürülerek, göt, bacak göstererek çeşitli maymunluklar yapmaları. Şimdi bu durumdan bir  “renkli görüntülere sahne oldu” haberi yapsanız fena mı olur?
 “Düğmeye basmak”:  Çok, ama çok önemlidir. Her konuda her durumda her zaman düğmeye basılabilir. Bir deneme yapalım,  Hürriyet Gazetesinin internet sayfasındaki arama bölümüne “düğmeye basıldı” yazalım: Ne oldu? Gördünüz değil mi ebenizin düğmesini? Ben bu yazıyı yazdığımda, 2013-1997 yılları arasında toplam 682 kez düğmeye basılmıştı! Site istatistiklerine göre 2008’de 86 kez, 2013’de 59 kez basılmış düğmeye. Futbolda 17 kez, Ekonomide 99 kez (yıllar içinde o düğme basıla basıla yalama oldu sanki).   Politikada ise 10 kez düğmeye basılmış.
[GEZİ Parkı olaylarıyla gündeme oturan polis TOMA’larının daha sağlam versiyonları için düğmeye basıldı.]
[20 cent zam için bu eylemler yapılmıyor Brezilya gibi. ‘Sağlıkta şu yapılmadı’ diye yapılmıyor. Ben Brezilya’da oynanan oyunun da aynı merkezden düğmeye basılmak suretiyle yapıldığına inanıyorum.] Her yerden basılabiliyor o düğmeye, herkes basabilir.
[Seks filmi oynatılan 2 sinemada da film izleyen polis memurlarına yanaşan bazı kişilerin eşcinsel ilişki teklifinde bulunması üzerine operasyon için düğmeye basıldı.]
Başka yararlı klişeleri; “Kuş uçurtulmadı”, “o görüntüler yetkilileri harekete geçirdi”,  “geniş çaplı soruşturma başlatıldı”, “o anları anlatıyor” gibi… Yazarak şansınızı deneyebilir, hoşça vakit geçirebilir ve haberciliğinizi geliştirebilirsiniz. Örneğin yukarıda sözünü ettiğim o muazzam “Tecrübeli teknik adam” klişesi 1997-2013 yıllarda arasında tam 2.459 kez kullanılmış! Bu kadar çok kullanılmasının sebebi yurdun dört bir yanının vıcır vıcır  “tecrübeli teknik adam” olması aslında.
[PTT 1. Lig'de 4 bin taraftarının önünde 1461 Trabzon'a 2-0 yenilerek 3'te 3 yapma fırsatını kaçıran Bucaspor'da Teknik Direktör Kemal Kılıç günah çıkardı.  “Takımımı ilk kez bu kadar kötü gördüm” diyen tecrübeli teknik adam, üretkenlikten uzak bir görüntü sergilediklerini belirterek, özellikle hücum bölgesinde çok etkisiz kaldıklarını dile getirdi.]

 
Uzman etkisi: büyüktür. Üstelik bu coğrafyada “uzman” kadar bol bir şey yoktur. Her şeyin uzmanı kolayca bulunur ve çok heveskar olurlar. Sayısız üniversite ve sayısız “ünivers” erbabı ne güne duruyor? Çağırın birini veya bir kaçını… En son rastladığım, “kurbanlık hayvanların hormonlu yemle beslenip beslenmediğini saptama uzmanı” idi. “Uzmanlar uyarıyor” kadar etkileyici bir şey duydun mu sen?
Ama,  o da bir dahaki sefere, kısmetse… Sen şu diğer tavsiyeleri uygula, gerisi kendiliğinden gelir.
Ahlak Evrensel Değildir | Kadıköy | Aralık 2012

Hadi Hayırlı Tıraşlar…
BvP
Fotoğraf BvP 
Edited by Miki

Kasım 10, 2013

Rabindranath Tagore Caddesi ve Limbo


Altına anlamlı, usturuplu bir şey yazmak için çok uğraştım... Ama olmadı !

Şu bloğu yazmaya başladığımdan beri dehşetle fark ettiğim hususlardan biri de, yazdığım o saçma sapan şeylerin okunuyor olduğu!  Hem bu okuyanların önemli bir kısmı belli ki akıllı uslu, okumuş etmiş  kimseler. Dahi manasına gelen “de” yi , soru kipi “mi” yi filan ayrı  yazıyorlar.  Bazen öyle şeylere parmak basıyorlar, öyle taleplerde bulunuyorlar ki insanın hamiyetinden gözleri yaşarıyor. Mesela, Bompay Segundo isimli şahıs Ankara’da o kadar acayiplik varken belli bir yapıya  takmış kafayı, onunla ilgili ahkam talebinde bulunuyor. Yahu hemşerim, bu nasıl iştir? Elbette görmüşlüğümüz, kafa yormuşluğumuz var da, ya hiç bilmediğimiz bir yerden geleydi… O zaman ne halt edecektik? Hem, nebleyim bu işlerin belli bir programı var, şeyi var. Programı dahilinde yazıyoruz işte. Ama yine de; okuyanımızdır, velinimettir  demek sureti ile, iki çift laf edelim:

Atakule’den yukarı, Or-An’a doğru çıkan bir cadde var.  Zenginleşen lümpen taşralılığın yapıtları ile bezeli Turan Güneş Caddesi. Yollara bürokrat, devlet adamı ismi vermek Başkent’te oldukça sevilen bir uğraş. Örneğin Turan Güneş, “Ziya-ür Rahman Caddesi” ile “Simon Bolivar Bulvarı”nın kesiştiği yerden başlıyor!   Cinnah, Konrad Adenauer Caddeleri gırla. İnsanın gözleri “Dean Gooderham Acheson”(hem Konrad’ın ruh gibi ahbabı bu dışişleri bakanı) veya   “Robert Strange Mc Namara” bulvarları da arıyor ya, heyhat. Fakat Turan Güneş Caddesine paralel başka bir yol var ki, akıllara zarar başka bir mühim şahsiyete atfetilmiş:  Rabindranath Tagore !

Esas olarak  iyi niyetli ve  soylu denebilecek çabanın artık sanki bu onurlandırma ile iyiden iyiye boku çıkmış görünüyor.  Son nüfus sayımında 3.203.362 kişi olarak hesaplanan Ankara merkez nüfustan kaç kişinin “Rabindranath” adını telaffuz edebileceğini merak etsem, nefret suçu işlemiş sayılır mıyım? Adamcağızın kim olduğunu, ne iş yapmış olduğunu hiç sormamak en iyisi…

Parlak şairin adını taşıyan bu güzide caddede, alt başlarda bir yapı var. Sığ taşra beğenisinin bir adım ötesi ile lunapark korku tüneli girişinin hemen dışındaki o mimari limbo’da duruyor. Binadan söz etmemi isteyenin damağında Gaudi tadı bırakmış olsa da maalesef gerçek bu. İşverenin“Azizim, apartmanımız Rabindranath Tagore caddesinde olacak, yani  buraya öyle dümdüz bir şey yapamayız. Kendisi  şiirin ölümsüz ismiyse, Biz de sanatın başka bir dalının evrenselliğini, vazgeçilmezliğini vurgulayalım. Mimari en uygunu. Mesela… Hah,  Gaudi’yi çağrıştıran bir şeye ne dersiniz?” demiş olamayacağını hepimiz biliyoruz. 

Türkiye’ye özgü bir rant liberalizmi içinde – aslında -  dağın başına inşa edilmiş, kendininki gibi beş para etmez apartman yığınları arasında farklı olmaktan, dikkat çekmekten başka bir kaygısı yok. Fakat, nasıl anlatılabilir, tuhaflığın neresine oturtulur bilemiyorum. Anlam üretmek için kullanılabilecek yöntemler yetersiz kalıyor.  Şey de diyebilirim tabii:  “cephe ve kütle kurgusunda formellikten kaçınarak, bir cephe dilinin oluşmasında çözümü kütle hareketleri ile zorlamak yerine yüzeylerde aranmış!” Ama demeyeceğim.  Bir taraftan bakıldığında “Fantastic Four” daki  “Şey”in garsoniyeriymiş gibi duruyor. Daha uzun süre bakılırsa merkez aksı omurga gibi görüp,  yatayları da kaburgaya benzetme imkanı var.  Bazen de, alışveriş merkezlerinin çocuk eğlendirme bölümlerindeki “Yağmur Ormanları”, “Dinozorlar Çağına Yolculuk” temalı para tuzaklarının giriş cephesi sanki. Ağaç gövdeleri, yeşillikler, filan…. Her şey yeterince tuhaf değilmiş gibi, işi daha da içinden çıkılmaz hale getiren şu  pencereleri de su, şelale vb. olarak ta hayal mümkün.  Yani; anlamlandırma, yorum ve aşırı yorumdan kaçınmak lazım bu “eser” karşısında.  Mimarın amacı, ürünün gerçeği  neyse ne. Fakat  bildirişim kuramı da (information theory)  anlamın niteliğiyle değil, niceliği ile ilgili değil mi?  

Yapının anlam ve amacı mimari eğilimlerle değil de (mimari bir ürün değil çünkü)  Türkiye’deki genel kültürel zemin üzerinden değerlendirilecekse, ideolojisi  mevcut kültürel kaosta “denişik” olarak var olabilme çabasının yarattığı bir anlamsızlık  olarak görülebilir. Ya da basitçe, tarıma dayalı bir ülkede tarım teknolojisine geçişin gecikmesi ile köylünün kente göçü sonucu kırsal yapıdan kurtulamamış  bir kentin absürd  kültürel-mekansal  alaşımları olarak değerlendirin.  O daha sakinleştirici…

Belki de bina ile ilgili  tek –acı-  gerçek/anlam, cephenin bir bölümünün işgal eden “Çocuk gelişimi ve eğitimi danışmalığı” tabelası. Böyle bir mekanda mukim uzmanlarla çocuk gelişimi hususunda “istişare” eminim ilginç olurdu.

Hadi, Allah rahatsızlık versin.

BvP

Edited By Miki 

Fotoğraf: BvP 

Ekim 28, 2013

Güven Anıtı, Ankara

Bayramları Ankara’da geçirmeye özen gösteriyoruz. Miki’nin ebeveynleri, o sevimli insanlar havalar soğumaya yüz tutunca ılıman ve sıcak bölgelerden Ankara’ya göç ediyorlar ve daimi ikametgahları anlı şanlı başkentimiz. Ebe ve veyn’le geçen birkaç günün sonunda terbiyeli bir insan olmak ve  Miki’yi üzmemek Tunalı’daki Kıtır’da  nihayetlenen bir Ankara gezisi ile neticeleniyor genellikle… (Bu defa kokoreç kötüydü, onu da söyleyeyim. Ayrıca, çalışanlar da pek mendebur. Genelde kendime yakın bulduğum bir karakter özelliği,  ancak hem para verip, hem kendi biramı kendim alıp, masalarında peçete bile olmayan bir yerde köpek muamelesi görmek pek hoşuma gitmiyor.  Yeni öneriler varsa, açığım) Mükafat gezilerinin  ana teması eski güzel kamu binaları, yeni ve saçma sapan kamu binaları, yeni ve görgüsüz kamu binaları. Miki bu yapıların çevresinde büyük  bir sabırla terörist filan damgası yemeyi göze alarak arabada oturuyor.  Ben de fotoğraf çekiyorum.  Son gezimiz bir parça heykel ağırlıklı oldu. 



Güven Anıtı | Ankara |1934 -1935
Kızılay’daki, yapıldığı günlerdeki adı ile (Polis ve jandarmanın halkın güvenliği yolundaki çabalarını betimlediği için)  “Emniyet Abidesi”, şimdinin Güven anıtını en son seksenlerin sonunda Ankara’da “Güverte Er” olarak askerliğimi yaparken görmüştüm. Torpido isabeti alıp batmakta olan bir gemiden denize atlanırsa  kolayca çıkarabilme imkanı sağlayan,  iki yanından düğmeli bembeyaz pantolonum ve ben bir hafta sonu izninde etrafında epey vakit geçirmiştik. O zaman da ön cephedeki bronz figürler ölçek dışı, tuhaf ve ürkütücü gelmişti. Vücudun bu abartılı kas yapısı fazla boğum boğum geliyor bana (Krippel’in Afyon’daki anıtında da öyle. O zavallı da çüksüz müksüz ama hulk gibi… Neyse).  Altı metre boyunda bu iki heyula “D.C. Comics” karakterleri ile karakucak güreşçisi arasında bir yerde duruyorlar sanki.  Ama vücut dilinin, dinamizmin, hareket algısının oluşmasında gösterilmiş maharete diyecek yok. Elini duvara dayayıp güç alan yaşlı zat biraz soluklansın, dürecek defterimizi. Gençten olan ise bir saniye önce alttan yukarıya doğru savurduğu o balyoz ile saz (belki de levye demiri, kim bilir?) arasındaki şeyi tam baktığımız anda tutmuş; yeniden savurup, bu defa oturtacak gibi çenenin ortasına.


Güven Anıtı |Ankara | Ön , Ana Figürler| Anton Hanak | 1934
Anıtın  ağırlık merkezini oluşturan bu iki figür anıtın tümünü bitiremeden Ocak 1934’de ölen Anton Hanak tarafından yapılmış. Heykelleri çevreleyen ön ve arka yüzün kabartmalarını öğrencileri ve denildiğine göre yerel taş ustaları tamamlıyor. Zaten belki de bu yüzden iki yüz arasındaki işçilik ve ifade farklılıkları epey belirgin. Bence arka yüzdekiler, özellikle sağ taraftaki bilim ve sanat taifesini anlatan bölüm daha  oturmuş ve etkileyici.  Bu işlerin simgesi baykuş da duvardaki yerini almış ki, o da ayrı bir hoşluk.
Güven Anıtı| Ankara |Arka, Sağ Alt Friz | Ankara | Wirth, Triberer, et al | 1935

Faşist Heykel 101

Arka yüzdeki, ortada Atatürk’ün olduğu beşli grup asıl ününü Ankara’daki bu işten sonra kazanan Josef Torak tarafından yapılmış. Zat, Adolf’un (şu ufak tefek, tuhaf bıyıklı olan. Evet, o.) “yürü ya heykeltıraşım “dediği, Üçüncü Rayhın birinciye olmasa bile  (esas oğlan Arno Breker adlı başka bir herif) ikinciye gelen yontucusu. Heykelleri kadar zamparalığı ile de ünlü olduğu, Yahudi ilk karısını nasyonal sosyalizm dolmuşuna binip boşadığı, Çalışma bakanı Robert Ley’in ilik gibi hanımını - af buyur – düdüklediği rivayet olunuyorsa da, yazı heykel ağırlıklı olduğundan adamın başka işlerine girmeyeyim diyorum.
Güven Anıtı |Ankara | Arka, Ana Figürler| Josef Torak | 1935

1935
Orada duran tam anlamıyla dönemi ve peşi sıra gelecekleri anlama kılavuzunu andırıyor. Uçları aşağı doğru sımsıkı kapalı ağızlar ve çatık kaşları ile asık suratlı,  ele ele tutuşan kaslı erkekler! Torak Almanya’ya döndükten sonra bu motifin benzerlerinden epey yapıyor. En bilineni de,  1937'de Paris'te düzenlenen Dünya Fuarı için yaptığı “Yoldaşlık” isimli grup. Bu heykeller Albert Speer'in tasarladığı o çok acayip Almanya Pavyonunun önünde duruyorlar. (Karşılarında da en az onlarınki kadar acayip Sovyetler Birliği Pavyonu duruyor)  Doğal olarak işin içinde yine el ele tutuşan, şallak mallak adamlar var. Fakat bizim heykel ustası akıllı olduğundan, Krippel’in Afyon’da düştüğü hatayı tekrarlamayıp, buradakilerin takım taklavatı örtmüş. Fakat ne olursa olsun çok güzel ve gözüme zebanilerden daha usta işi görünüyor.  Bunda muhtemelen gün ışığının da payı var. Torak’ın şansına o tarafa yumuşak, difüze ışık tam karşıdan vuruyor ve güzel bir kontrast sağlıyor. Oysa Hanak tarafında ışık arkada ve kaidenin vuran gölgesi ile iyice çamur gibi.  Belki de o heykellerin bronz oluşu kaide ile bir şekilde uyumsuzluğa neden oluyor. Torak Heykellerinin altına Romen rakamı ile “1935” yazılmış, o da çok özenli ve bütünün bir parçası olarak algılanıyor. Oysa önde, alt frizdeki “TÜRK ÖĞÜN, ÇALIŞ, GÜVEN” yazısı  fazla aralıklı ve -yine- bronzun rengi yüzünden uyumsuz –muş gibi.


"Yoldaşlık" | Josef Torak
Paris | 1937
Sınıfta Kalan Alegori ?

Erken Cumhuriyet Türkiye’sinin pek az sayıdaki alegorik heykelinden biri bu (Osma:143). Diğerleri Afyon’daki Zafer Anıtı (1396) ve Menemen’deki Kubilay Anıtı (1934). Onların anlatmak istediği en azından anlaşılabilir fakat tuhaf bir şekilde bu anıtta, özellikle ön yüzde “alegori” hepten güme gitmişe benziyor. Osma her ne kadar “bu sembolik figürler 1930’ların Türkiye’sinde ancak Yeni ve Eski Yönetim olarak yorumlanabilir” deniyorsa da,(Osma:102) bu şekilde yorumlamak için hayal gücünü epey zorlamak gerekiyor. Daha çok ağzımıza sıçacakmış gibi görünen iki yarı çıplak müzisyene benziyorlar. Müziğe duyduğu ilgi dolayısıyla şu müzisyen benzetmesi çok ta uydurma olmayabilir. Adamcağızın ölümünden sonra teslim edilen figürleri  bir heyet eşliğinde (nedense, sipariş verilmiş/satın alınacak  bir nesne için o şeyin üretildiği  yabancı ülkeye  gidilmesi gerekir,  bu da mutlaka “heyet” le olur. Maalesef cennet vatanımda yurt dışından alınacak/yaptırılacak çook nesne olduğundan/olacağından, bu hoş geziler süreceğe benzer) almaya  Viyana’ya giden Şükrü Kaya ne düşünmüştür ? Hayır, yapana da soramaz “Anton! Kardeşim, nedir bu böylecene demekteyim haaa?” diye… Ölmüş gitmiş zaten adamcağız.  Nasıl döndüler yurda acaba altışar metre boyunda iki adet bronz çalgıcı-zebani ile?

Tüm düzenlemeye, havuzlara, kaidesindeki özene (onun tasarımı da Holzmeister’e ait) rağmen bu ilginç heykel grubu ortasında kaldığı keşmekeş içinde olağanüstü anlamsız ve absürt maatteessüf. Üstelik yıllar içinde büyüyen ağaçlar işin etkisini daha da azaltmış.  Eski kartpostallarda görülen o uçsuz bucaksız çorak boşluk ortasında çok daha etkileyici. Ve muhtemelen oraya konduğundan beri hiç bakılmamış olduğundan oldukça yıpranmış.  Kaidesinde ve heykellerde eksik parçalar var. Bazıları da epey büyük. Fakat en kötüsü, bu görkemli şey güvercinlerin istilası altında. Her yere sıçıp duruyorlar, özellikle gölgelik alanlar vıcık vıcık, kaygan  kuş boku. Lanet kurumuyor bir türlü anlaşılan. Bu yüzden ortalık kümes gibi kokuyor!

Etrafa sinmiş o pis taşralılık, arabalar, insanlar, karşıdaki, inanılmaz bir şekilde yarışma  ile projesi elde edilmiş bombok bina ve altındaki hamburgerci… Tüm bunlar o sonbahar öğleden sonrasında Güven Anıtı’na hiç, ama hiç iyi gelmiyor.  Evet, Güven Anıtı’nın heykelleri 30’ların Moskova, Nürnberg veya Torino’sundan, Tiran’ından ışınlanmış gibi. Oralarda çok benzerleri var. Yapılanı yönetici sınıf kibrinin bir tezahürü, devlet eliyle yüceltilen faşist sanat filan diye okumak da mümkün. Ama, kaynakları son derece kısıtlı bir ülkede yeni bir dünya kurup, yönetmeye soyunan yöneticilerin bu yeni yaşamı oluşturma sürecine gösterdikleri özen ve derinlik (tamam, alegori her zaman sökmemiş olabilir) günümüzün sığlığı ile karşılaştırılınca çok etkileyici. 

Yine de insan 1930’larda başkentin civar kasabalarından (kentte yaşayanların bir parça alışmış olduklarının düşünerek) kente gelmiş (muhtemelen yürüyerek) köylülerin,  İçişleri Bakanlığı eliyle yaptırılan   “polis ve jandarmanın halkın güvenliği yolundaki çabalarını betimleyen” bu anıtla ilgili neler söylemiş olacaklarının düşünmeden edemiyor!

Güven Anıtı| Ankara |Arka, Sağ Alt Friz | Ankara | Wirth, Triberer, et al | 1935

BvP

Edited By Miki

Fotoğraflar, BvP
…………..

Osma, Kıvanç; Cumhuriyet Dönemi Anıt Heykelleri (1923-1946),  Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 2003.

Ekim 26, 2013

Singapur Skyline

Singapur Skyline | Ekim 2013


Fotoğraflar: Bvp


Ekim 19, 2013

Girne Batığı

Kıyıdan yaklaşık iki kilometre açıkta, Milattan Önce dördüncü yüzyıl sonlarında batmış “Girne Batığı” olarak adlandırılan küçük ticaret gemisinden kalanlar bu gün Girne Kalesinde sergileniyor.

Batık ve Ahşapların Konumunu Tespit için
Kullanılan 2x2  m Izgaralar | 1967
Otuz metre derinlikteki yaklaşık 100 amforadan oluşan yığını Kıbrıslı bir profesyonel dalgıç 1967 yılında Pensilvanya Üniversitesi Müzesinden Dr. Michal L. Katzev‘e gösterir. [Aynı üniversiteden başka bir ekip, Dr. George Bass başkanlığında Akdeniz’in bu bölümünde kazılar yapmaktadır. 1960’da Gelidonya Burnunda bronz devrine ait bir batık (kayalık zeminde parçalanmış bu tekneye ait fazla ahşap bulunamaz),  62’de Bodrum yakınlarında Yassı Ada’da M.S. 7. Yüzyıla ait bir batığın kazısı yapılmıştır. 1967’ye gelindiğinde Yassı Ada’daki Dünyanın en büyük sualtı projesidir. Bu dönemi ve kazıların hikayesini çocukluk ve ilk gençlik kahramanım Bay George Bass “Archaeology Beneath The Sea” kitabında insani tarafları ile, güzel okunan bir macera romanı tadında anlatır. Neyse, esas hikayeye dönelim].  Bu yüz amfora sualtında yaklaşık 5.5 metreye 3 metrelik bir alanı kaplamaktadır. Önceleri çok ufak bir tekne batığı ile karşılaştıklarını düşünmelerine rağmen, yakın çevredeki sondajlarda çamurun altında daha geniş bir alana (20 x 10 metre)  yayılmış amforalar tespit edilir. Rodos tipi bu amforalar Milattan Sonra dördüncü yüzyılın son çeyreğine tarihlenir. Yeni geliştirilen türlü  kazı tekniklerinin yardımı ile (haritalama tekniğinden adapte edilen stereo fotogrametri ve kazı alanı üzerine yerleştirilen iki metre aralıklı ızgara buluntuların ve sonunda da, tekne ahşabının net konumlarının tespitine olanak verir)  iki  sezon boyunca teknenin kazısı yapılır.
 
Teknedeki buluntular o  dönem ticareti yapılan mallar, taşınış biçimi ve teknedeki hayat ile ilgili pek çok şey söyler:  Gemide on farklı tipte seramik taşıma kabı vardır. O çağda her liman kendine özgü kaplar içerisinde satar malını. Başka bir deyişle, tekne 10 ayrı limana uğramış, farklı mallar taşımış görünmektedir! Mevcut 404 amforadan 343’ü o çağın şarabı ile ünlü Rodos adasına ait tiptedir.  Bazıları kulplarında hacmen uygunluğunu onaylayan memurun mührünü taşır.  Taşınan başka bir mal da ayrı bir bölüme bulunan  yaklaşık 10.000 adet kabuklu bademdir.  Belli ki çuvallar içinde tekneye yüklenmiş, çuvallar çok uzun zaman önce eriyip yok olunca geriye badem yığınları kalmıştır.  Doğal olarak içleri çürümüş ama kabuklar 2.200 yıl boyunca sapasağlam durmuştur! İlginç mi? Dahası var:  teknede  ayrıca 29 adet elde buğday öğütmeye yarayan değirmen taşı  bulunur. İki parçadan oluşan bu öğütücülerin hiç biri çift oluşturmuyor,  mutlaka birbirleri ile uyumlu çiftler olarak kullanılan taşlardan satılmadan kalan veya hatalı olanlar yolculuğun bu aşamasında  balast olarak kullanılmış olmalı. Hazneli öğütücü, “hoppermill”  denen bu tür el değirmenlerine  Serçe Limanında 1978-1980 yılları arasında kazısı yapılmış başka bir Helenistik Dönem batığında da rastlanır [1].
 
Diğer buluntular da  teknedeki denizcilerin günlük yaşamı hakkında  kapsamlı bir fikir verir. Küçük seramik kaplar ana kargonun başında ve kıçında olmak üzere iki ayrı bölümde bulunur.  Sıvı içmeye içmekte kullanılanların tümü başta (pruvada), halen Doğu Akdeniz’deki kayık ve ufak tekneler de de içme suyu bu bölümde tutulmakta.  Yemek pişirmekte, yemekte kullanılan kaplar;  tabaklar, yağ sürahileri, ufak bir bakır kazan ve toprak kepçeler, birkaç tahta kap kıçtadır. Listeyi tamamlayan dört adet tahta kaşık geminin son yolculuğunda kaptanla birlikte toplam dört denizci olduğunu söyler.  Kıç bölümündeki oldukça geniş  bir mutfakta gelişkin bir ocağa, mangallara sahip daha sonraki Roma gemilerinin aksine (Yassı Ada’da kazılan  Yedinci yüzyıl Bizans gemisi bu türdendir) bizim geminin içinde yemek  pişirildiğini, ateş yakıldığını kanıtlayacak bir bulguya rastlanmaz. Muhtemelen yemekler kıyıda yakılan bir ateşin üzerine  pişirilmektedir.  Bulunan tek pişmiş toprak kandil de  bu oldukça ufak teknenin geceleri yol almayıp, kıyıya yanaştırıldığını anlatır (Antik çağın  görkemli ve karmaşık, kürekli savaş gemileri “Trireme” ler de böyle. Tekne hassas bir yardımcı gövde üzerinde geceleri karaya çekilir, mürettebat ve kentin hür vatandaşlarından oluşturulan gönüllü kürekçi grubu geceyi karada geçirir).
 
Peki neden bu tedbirli gemicilerin teknesi limana iki kilometreden az  bir uzaklıkta batmıştır? Yangın veya  korsanlık izine rastlanmaz. Batığın bulunduğu yerde  Yassı Ada’daki gibi  pek çok tekneye mezar olan türden yüzeyde görünmeyen tehlikeli kayalıklar, akıntılar yoktur.  Fakat Akdeniz’in bu kıyısı Kuzeyde Anadolu’dan Toros Dağlarından esen ani rüzgarlara karşı korunmasızdır (ulan, ne işler). Yaz sonu, sonbahar  başlarında aniden kopan bir fırtına limana yanaşma hazırlığı içindeki serenini (yelken direğini) indirip, yelkenini toplamış bu ufak tekneyi gafil avlayarak alabora etmiş olabilir (yelken donanımında kullanılan türden kurşun halkalar  düzgün bir  şekilde burunda bulunur, son derece iyi korunmuş, omurga üzerindeki seren yuvasında da  serenin kalıntılarına  rastlanmamıştır, bu da yelkenin kaldırılıp, toplanmış olduğunu gösterir).  Beş ufak bronz para bulunmuş olmasına rağmen, uzun bir ticaret sezonunun birikimimi olabilecek gümüş ve altın paralara, basit günlük kap kacaktan başka kişisel herhangi bir eşyaya rastlanmaması da, fırtına sonucu sahile çok yakında batmış tekneden mürettebatın – en azından- kişisel eşyalarını ve hasılatı kurtarmış olabileceklerini gösterir. (Serçe Limanı’nda batan,  mamul ve hurda cam taşıyan İ.S. 11. yüzyıla ait, bir zamanlar Fatımi’lere ait olduğu düşünülmekle birlikte, artık Marmara, belki de Bulgaristan kıyılarında yola çıkmış Bizans ticaret gemisinde satranç takımından, silahlara kadar pek çok kişisel eşya bulunmuştur mesela. Kimi zaman tekneden ancak canı kurtarmak gerekebilir. Mal canın yongasıdır da, bir yere kadar…)
 
Bulunan bronz paralar İskender’in ardıllarından “Tek göz”  Antigonus  (Antigonus Monophtalmus) ile onu oğlu “Kuşatıcı”  Demetrius (Demetrius Poliorcetes) [2]  dönemine; İ.Ö.  306 sonrasına,  bademler de  Karbon 14 analizi ile artı eksi 62 yıllık bir sapma içinde  İ.Ö 288’e tarihleniyor.  Teknenin kaplama tahtaları da aynı saptama  yöntemiyle artı eksi 44 yıl ile 389’da kesilmiş olmalı. Şöyle anlatayım: Tüm bu tarihler gemi batmadan önce yaklaşık seksen yıl  denizlerde gezmiş demeye getiriyor! İki bin iki yüz yıl önce  kötü dökülmüş madenlerden mamul  keser,  testere ve keski ile şekillendirilip parçaları birbirine küçük tahta takozlarla tutturulmuş bir araç için hiç te fena değil…

Rekonstrüksiyon | Mart 2013
İç Kaplama Tahtalarına ve Omurgaya Bitişmeyen
Döşeklere Dikkat
Gemiden, daha doğrusu tekneden kalanlar bu gün Girne müzesinde özel bir salonda - camla korunmuş ve klimatize-  korunuyor.  Hafifçe karanlık mekanda görecekleriniz;  “Gemi” , “Gemi Batığı” deyince aklınıza gelenlerden oldukça farklı muhtemelen. O yüzden, karmaşık bir formda bitiştirilmiş şu siyah tahta parçalarının ne anlama geldiğini dilim döndüğü ve aklım erdiğince anlatayım: Gemi sadece muhteşem bir işçilikle yapılmış son derece karmaşık bir strüktür olmanın ötesinde  başka şeyler de ifade ediyor. İnsanlık tarihinde 2.400 yıl ara ile iki kere inşa edilmiş ilk gemi! Onu bir araya getiren de, küçük bir kasabada elektrikçilik yaparak yaşayıp giderken yetenek, bilgi ve heyecanı ile bu işi başarabilen ilk insan olarak, “Gemi Rekonstrüksiyonu” denen bilimin temellerini atan  bir zamanların amatör gemi modelcisi Richard J.(ohn) Steffy veya “Dick”Steffy [3].
 
Haziran 1972’den 9 Kasım 1973’e kadar, hemen hemen her parçayı kendisi birleştirerek toplamda 5 tondan biraz fazla ağırlıkta ahşabı yaklaşık 7.500 paslanmaz çelik tel saplama ile tutturarak 2.500 saat gibi bir sürede tekneyi tamamlıyor! “Tamamlandı” demek gerçekte pek uygun değil. Aslında tekne ile ilgili yapısal sorunlar, özellikle de,sualtında çok uzun süre geçirip yumuşayan ve üstündeki ağırlığın da etkisiyle form değiştiren omurganın eğimi hayatının sonuna kadar kafasını kurcalıyor. Yeniden yapılandırmaya (rekonstrüksiyon) ait yöntemler o kadar yeni, eldeki bilgiler o kadar yetersiz ki adamcağızın her şeyi kendi icat etmesi, matematik formüller geliştirmesi filan gerekiyor (lise son sınıfta matematikten çakmış ve hocasının “matematikten hiç anlamıyor, aman ha mühendislikle ilgili filan bir şey okutmayın” dediği bir öğrenci), nerdeeen nereye!

Tekneye geri dönelim:
 
İskele (sol) tarafına 15 derecelik bir açı ile dibe  omurgası üzerine oturan teknenin yumuşak deniz tabanı  ve  amforalar arasında kalan  iskele bölümü  büyük oranda, bir süre sonra yükün ağırlığı ile kırılıp düşmüş olan  sancak (sağ) tarafın da  bir bölümü  de yine aynı şekilde korunmuş.  Sualtında yaklaşık 6,000 parça bulundukları  yerde önce dikkatle kaydedilip, fotoğraflandıktan sonra çıkarılmış. Tam boy çizimleri yapılmış, fotoğraflanmış ve korunmak üzere yıllarca polietilen glikol [4] eriyiğinde bekletilip , temizlendikten sonra tekrar birleştirilmiş. Yapımda genel olarak çam; daha doğrusu “Halep Çamı”, Pinus halepensis [5] kullanılmış. 
 
Rekonstrüksiyon  | Mart 2013 ve Teknenin in situ Durumu | 1967

 1. Direk Yuvası (İskaça) Mast Step (ing). Yelken direği kullanılacağı zaman bu yuvaya oturtuluyordu. Baş yönünde dik açılı iken, kıç yönü yatırma işlemini kolaylaştırmak için yay şeklinde kesilmişti. 2. Direk payandaları için yuvalar. 3. Sintine kapağı. 4. Sintine kapağını ve sintine ahşaplarını tutan pervazlar. 5. Yapıyı sağlamlaştırmak için tekne boyunca içeriden atılan kuşaklar. 6. Döşek  7. Döşek üstü. 
Geminin gövdesi bu gün görmeye ve algılamaya alışık olduğumuz biçimde, yani tekne omurgasına sıkıca eklenmiş kaburgaların su içinde seyahate uygun bir forma kılavuzluk ettiği, bu formun da kaburgalara (postalara) [6] tutturulan kaplama tahtaları ile ortaya çıktığı   “klasik” yapım tekniği ile yapılmamış. Omurga, kaburga ve kaplama tahtalarının birbirlerine sıkıca kenetlenişleri, güçlüden, (omurga) ince ve güçsüz olana (kaplama tahtaları)  bir bütün olarak çalışıyor oluşuyla oldukça rasyonel bir strüktür kurgusu  oluşturuyor değil mi? E, yanlış ta değil. Ama yirmi üç yüzyıl önce pek de öyle düşünmemişler işte. Teknenin formunu kaplama tahtaları versin; kaburgaları da omurgaya filan birleştirmeden, gövdeyi  dış etkilere,  içe doğru çökmelere filan koruyan bir yapı olarak düşünelim demişler!  Söylemesi yapmasından çok daha zor ve dışarıdan içeri doğru inşa edilen,  önce kabuğun üretildiği yönteme “shellfirst” deniyor.Yöntem o kadar karmaşık ve anlamsız görünüyor ki, batık bulunup,  detaylı olarak incelendikten sonra bile, uzun süre bilim dünyasında şüphe ile karşılanmış.Geminin yapısını anlayabilmek ve formuna ilişkin teorileri kanıtlayabilmek için Mr. Steffy 17 adet model yapmak zorunda kalmış.
Teknenin ortalarından (yukarıdaki resimlerde beyaz okların başlangıcı hizasından) kesit. 
Yaklaşık yirmi santim kalınlığındaki kaplama tahtaları, birbirlerine dar yüzlerine açılan yüzlerce oyuğun (lamba/mortise)  içine sert, yassı  tahta parçaları [7] (zıvana/tenon) ile yaklaşık 12 santim aralıkla birleştiriliyor. Omurga ile birleşmeyen kaburgalar da kaplamalara bakır çivilerle.  Bu kaburgaların tümünün, teknenin formunu oluşturan biçimlere uygun doğal eğimde ağaçlar  kullanılarak yapılmış olması inanılır gibi değil ama gerçek.   Biçimlendirmek ve onu istenilen biçimde tutabilmek öyle basit bir şey değil tahmin edeceğiniz gibi. Kaplamalar üzerine baştan kıça, tekne boyunca devam eden kuşak tahtaları ile açılmanın önüne geçilmiş ama, en iyisi de olsa, ahşap nihayetinde. Çalışacak burkulacak, nemden açılacak, kapanacak. Türlü rezillik yani… Bu yüzden kaburgalar oturtulana dek gövdeyi dıştan sıkıp,  onu karpuz gibi yarılmaktan koruyacak bin bir türlü kalıp, takoz koymak gerekli.  Bugün 1970’lerde yapılmış maketlerden bir tanesi, kalenin depolarında unutulup, yakın zamanda tekrar keşfedilerek  [8] sergilenen 1/5 ölçekli maket de aslı ile aynı sorunları paylaşıyor.

1/5 Ölçekli Model | Mart 2013
Ayrılmış Kaplama Tahtalarına Dikkat. 
Tüm bu takozlar, dıştan sıkma tertibatı, kesilen binlerce zıvana (yaklaşık %60’ı korunmuş gövde üzerinden 3.351 adet adet zıvana oyuğu sayılmış)  ve kullanmaya   en uygun doğal formu bulabilmek için soyulan, kesilip biçilen, işlenen sonra da uymadığı için çoğu atılan ağaçlar ile çok ekonomik ve kolay bir iş değil. Buna rağmen, kaba marangozluğun ötesinde, mobilya yapımı türünden incelik ve hassaslık gerektiren  yöntem Homerik çağlardan başlayarak, Bizans dönemine kadar çok uzun süre uygulanmış [9] .  Örneğin M.S. 7. Yüzyıl Yassıada Batığı  su kesimine kadar bu yöntemle, üst bölümü ise  diğer şekilde inşa edilerek kompozit bir yapı kullanılmış [10].  Tekneler genellikle su kesimlerine kadar ziftli kumaşlar üzerine de  büyük başlı bakır çivilerle tutturulmuş kurşun levhalarla kaplanıyor. Bu sayede hem sızdırmazlık garantileniyor, hem de gövdeye zarar verebilecek canlılara karşı koruma sağlanıyordu.
 
Rekonstrüksiyonu büyük ölçüde tamamlanmış, ufak tefek kozmetik düzeltmeler bekleyen batık Kıbrıs’taki 1974 olayları sırasındaki hengamede önemli bir zarar görmüyor ve Türk yetkililer çıkartmadan yaklaşık on gün sonra teknenin  kontrolüne izin veriyorlar. Adadan daha önce ayrılmış olan Mr Steffy bir daha dönemiyor. Batık artık Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde bulunuyor olsa da, Kıbrısın kültürel mirası içindeki varlığı çok büyük. Öyle ki, Rum  tarafında kullanılan 10,  20 ve 50 sentlik  Euro’ların üzerinde, adanın bir ticaret ve denizcilik merkezi olarak antik çağlardan günümüze önemini vurgulayan Girne Batığı’nın resmi bulunuyor.
 
Hikaye ile ilgili son bir söz daha: 1982’de teknenin aynı inşa tekniği ile  yüzer bir replikası yapılıyor. Yirmi üç yüzyıl önceki aletlerle, bakır çiviler, elde yapılan zıvanalar kullanılıp,  üç yılda tamamlanarak 1985’de denize indiriliyor. Girne limana giremese de Kyrenia II Ege’de yelken açıyor, Hürriyet Heykelinin 100 yıl kutlamalarında New York Limanına giriyor, Avustralya ve Japonya’yı ziyaret ediyor!
 
Yaklaşık on yıllık iyi niyet elçiliği sonunda Güney Kıbrıs Larnaka yakınlarındaki Ayia Napa’daki Thalassa Deniz Müzesi’ne hediye edilen Kyrenia II bu gün Müze  koleksiyonunu en önemli parçası olarak sergileniyor. Replikayı görmek pek mümkün değilse de,  Girne kalesine bi uğrayıp insan evladının yirmi üç yüzyıl önce yarattığı şu muhteşem şeyin aslını esasını  görmekte yoğun yarar var. 

Kıbrıs'ı ziyaret eden;
Beyaz naylon eşofmanlı kumarhane teyzeleri,
Rugan ayakkabılı abiler,
Ve, bavuluma ne kadar ucuz içki koyabilirim hesabındaki herkes:
Bu yazı sizler için.


BvP.
Temmuz - Ekim 2013

Batığın in situ fotoğrafı ve çizimler  AJA 89’dan, çizimlere ekler ve diğer fotoğraflar BvP.

………….
[1] Pulak  - Towsend (1987)  41-42.  Batıkta bulunan az miktardaki değirmen gemi kullanımı için  olabilir.  Dipnot 60. Benzeri malzeme bulunmuş kazı alanları için bkz. dipnot 55.
 
[2] Epey pis ve gözü pek bir herif haa. Macerası Çok. Bir tanesi;  İskender’in ölümünden sonraki didişmede, Mısır’ı ele geçiren  İskender’in  eski generali, sağ kolu ve “yakın koruması”  I.  Ptolemy’nin  donanmasının defterini  Kıbrıs, Salamis’de dürüşü (Bu Salamis’i İ.Ö. 480’de  Atina, Salamis Körfezinde Atinalıların Persleri yendiği  yapılan deniz savaşı ile karıştırmayalım).
 
“İ.Ö. 307’de Ptolemaios’a karşı kendisi ile birlikte savaşmaları için, Antigonus Rodoslulara çağrı yaptı. Ne var ki, Mısır ile yolunda giden karlı bir ticaret ilişkisinden hoşnut olan Rodoslular, bu çağrıyı reddettiler. Bunun sonucunda, Antigonus’un “Kuşatıcı” olarak tanınan oğlu Demetrius’un üstlendiği İ.Ö. 305’deki ünlü  Rodos  kuşatması gerçekleşti. Bu kuşatma, özgür kentin monarşi tiranlığı karşısındaki başarısı olarak,Davud’un Golyat  karşısındaki başarısı gibi ünlendi. Demetrius, 40,000 asker, 30,000 işçi, 200 savaş ve 170 nakliye gemisi ile gelmişti. Kuşatma makinaları, Helepolis (Kentler Alıcı denilen, mancınık ve sapanlarla dolu koca bir zırhlı kuleyi içeriyordu. Ne varki, Kuşatıcı bu kez kendinden beterine çatmıştı. En son ve en gelişmiş araçları kullanmasına karşın, bir yılın sonunda kuşatmayı kaldırmaya mecbur oldu. Antigonus, Rodoslular başlangıçta ne istedilerse, onlarla anlaşma yapmasını buyurdu oğluna: Özgür ve Mısırlı Ptolemaios dışında herkese karşı Antigonus’un müttefiki olmaktı Rodosluların isteği. Demetrius Rodos Halkını yiğitliğinden öyle etkilenmişti ki (kuşatma sırasında köleler bile surlarda hizmet vermişti), bütün kuşatma makinalarını ardında bıraktı. Rodoslular bu araçları satarak elde ettikleri büyük miktarda parayı, koruyucu tanrıları olan Helios’un bronzdan dev bir heykelini yaptırıp dikmek için harcadılar. Clayton, Price (2000)
 
[3] Steffy. L. (2012) 2.
Gazete yazarı olan küçük oğlu Loren C. Steffy tarafından yazılmış güzel kitapta tüm macera hoş bir dille – ama bilimsel çizgiden de sapmayarak – anlatılıyor. Oğul Steffy babasının arşivinden, çoğu halen hayatta bulunan babasının çalışma arkadaşlarından, öğrencilerinden oluşan geniş  bir grup ile yaptığı görüşmelerden yararlanmış. Kendisi de 1972-73 arasında  Girne’de geçirdiği bir yılda bu çalışmalara tanık oluyor.
 
Mr Steffy’i 1984 veya 1986’da tanıdım. Rekonstrüksiyonu süren 11. Yüzyıl Cam Batığı için kısa aralıklarla Bodrum’a gelir, projeyi yürüten eski öğrencisi  Shelia Matthews ile çalışırdı. "Corç Bey”, George Bass, “Fred Bey” Fred van Doorninck’ten sonra sualtı arkeolojisi Olimpos'unun tanrılarından biriydi. Diğer ikisinin aksine, akademik kimliği olmayan (daha doğrusu üniversite diploması bile olmayan) bu dahi adamcağız akademik jargonun standart hitap biçimleri ile adres edilmekten,“doktor” veya “profesör” Steffy denmesinden rahatsız olur, diğer tanrıların aksine ilk adı ile hitap edilmez, “bey” de denmez,  ortada yokken bile kendisinden “Mr Steffy” olarak bahsedilirdi. Çok bilgili, çok mütevaziydi. Aklımda sürekli sigara içen, sessiz, nazik, mesafeli ve kumaş pantolonlarla dolaşan, saygı – ama çok saygı -  uyandıran, ününden sıkılan eski tip bir beyefendi olarak kalmış. 2007’de hayatını kaybetti.  
 
[4] Çook uzun süre su altında kalmış ahşap  gözeneklerini doldurmuş  (esasında, organik her nesnenin hücreleri) su sayesinde belli bir dirence sahiptir.  Ahşaplar su yüzüne çıkarıldıkları zaman  bu su buharlaşıp gözeneklerin iç direncinin azalmasına, böylece ahşabın içe doğru çökmesine, parçalanmasına sebep olur (su altından çıkarılacak ahşap parçaların çıkarılmasında en kritik an maalesef sudan çıkarılıştır. Kendi ağırlığı yüzünden kırılmasın diye bin bir türlü önlem almak, ahşap kasalar yapmak, bu kasalarda taşımak, etraflarını beslemek gerekiyor). Bu yöntem basitçe, suyun yerine ahşabın gözeneklerinin içini,  ona direnç ve sağlamlık kazandıracak başka bir madde ile doldurmaya dayanıyor. Polietilen glikol  4000 (PEG) sıcak suda kolayca eriyen,  muma benzer bir polimer. Vücut ısısında bile kolayca eridiği için kıça fitil filan da yapılır! Korunacak ahşap  ısı kontrollü kazanlar içindeki  su – peg eriyiğinde  uzun süre, gözeneklere iyice nüfuz edip direnç kazandıktan sonra çıkartılıyor ve yüzeyi  - çok uzun ve dikkat gerektiren bir süreçle- temizleniyor. Bodrum Müzesinde Sergilenen 11. Yüzyıl  Cam batığının girintili çıkıntılı, tahta kurdu (teredo navalis) yeniği delik deşik ahşapların on binlerce  kulak pamuğu ve sabır ile temizlendiğini hatırlıyorum. Boru değil bu işler. Eriyiğe daldırma işinde önce tuz ve kum vb, diğer yabancı maddelerden iyice temizlenmesi için aylarca – bazen yıllarca -   tatlı su havuzlarında bekletme işini de unutmamalı tabii. Sualtı Arkeolojisinde ilk kez kullanılan çoğu yöntem gibi bu da, Girne Batığına ait çalışmalar sırasında uygulanıyor.  Steffy L. kitabında yöntemi geliştirenin proje konservatörü Frances Talbot olarak olduğunu söylüyor.
 
[5] Rougé (1981) Çam ağacı ahşabı gemi yapımında kullanılan o kadar yaygın bir malzeme ki, “Pinus” Latin şairleri için gemi  ile aynı anlamı taşıyor.  Horace, Epode 16.57; “non huc Argoo contendit remigepinus” Virgil , Aeneid 10.206.
 
[6] Pulak (1984) Sualtı arkeolojisinde kullanılan İngilizce terminoloji yerine tekne mimarisinin temel öğelerini, Türkçelerini ve gemici dilindeki karşılıklarını  kullanan  ilk  çalışma sanırım bu  ve bir önceki yıl sunulan aynı konuya (16. yüzyıl Osmanlı Batığı)  ait  bildiriydi. Kendisi de  aynı görüştedir (Ağustos 2013).
 
[7] Steffy (1985) 84.
 
[8] Bu bilgi için Dr. Pulak’a teşekkür ederim.
 
[9] Casson, 203.
 
[10] Bass F. George, van Doorninck jr. H. Frederick. 1982. Yassı Ada,  Volume I, A Seventh-Century Byzantine Shipwreck. Texas A&M University Press. 


…………………
Bass, F.  George (ed). 1974.  A History of Seafaring Based on Underwater Archaeology. Walker and Company.

________ . 1975. Archaelogy Beneath The Sea, A Personal Account by George F. Bass. Walker and Company.

Bass F. George, van Doorninck jr. H. Frederick. 1982. Yassı Ada,  Volume I, A Seventh-Century Byzantine Shipwreck. Texas A&M University Press.

Casson, Lionel. 1986. Ships and Seamanship in The Ancient World.

Steffy, J. Richard. 1985. The Kyrenia Ship: An Interim Report on its Hull Construction.  AJA  89, 71-101.

Steffy, Lauren C. 2012. The Man WhoThought Like A  Ship. Texas A&M University Press.

Rougé, Jean. 1981. (trans) Frazer F.,Ships and Fleets of the Ancient Mediterranean. Wesleyan University Press.

Pulak,  Cemal. 1984.  Yassıada Sualtı Kazısı – 1983 Sezonu. VI. Kazı Sonuçları Toplantısı,  469-491.


Pulak,  Cemal. Townsend, Rhys F., 1987.  The  Hellenistic Wreck at Serçe Limanı, Turkey: Preliminary Report.  AJA 91, 31-57.