Emsallerine faiktir

Haziran 19, 2012

Klöb Akdeniz


İş yerinde yaptığım muhtelif salaklıklar günlük kotanın üstüne çıkmaya başlayıp, havalar da ısınmaya başlayınca, işverenim bulunan yakın akrabam tatile ihtiyacım olduğuna karar verdi. Hemen durumu telefonla Miki’ye müjdeledim. Aslında hepimizin iyi bir tatile ihtiyacı var. Onun, MKD’nin bakıcısının ve aylardır sabahın köründe uyanmak zorunda kalan Apartman komşularımızın… Kısaca, herkesin. MKD her sabah 05:30 civarı evimizin seramik kaplı koridorunda bir cezveyi veya, duvarları porselen evimizi inim inim inletebilecek her türlü cihazı yerde sürümek sureti ile emekliyor. Dört tane küçük yavrusu ile küvette mutluluk içinde yaşayıp giden yan komşumuz kurbağa ailesini bile bizar etti pezevenk!
 
Tatile gideceğiz de, nereye? Artık çoluklu çombalaklı bir aile olduk. Öyle ski tşağına denk “Unutulmuş Cennet Koylar”, “En Hip 10 Kaçamak Oteli”, “Bir Soluk Adriyatik” türü soytarılıklar bize gelmez. Tatil kövüne gideceğiz çaresiz. Akla hemen “Atlayıp gidelim Kıbrıs’ta bi otele, oooh yan gel yat. Salarız MKD’yi çayıra; o otlar, biz de gelsin biralar, gitsin türlü pis boğazlıklar” geldi. Geldi ama bir sürü insanın aklına bu işler taaa kış aylarından gelmiş olmalı ki, onlar erkenden kurulmuşlardı hayalini kurduğumuz güzel kumsallardaki şezlonglara! Üstelik; Viktorya Dönemi Randevuevleri gibi dekore edilmiş otel lobilerinde kumarcı teyze ve amcalarla interaksiyonun MKD’nin kişilik gelişimini ters yönde etkileyeceğini düşünmeye başladım. Fakat, insan öyle arkasını düşünmeden “randevuevi gibi otel lobisi istemem” falan deyince seçenekler çok kısıtlanıyor doğal olarak. Oraya buraya haber salıyoruz, “aman! Amanı bilir misin? Bize bir yer hele, oh emmi ” diyerekten. Fakat ne mümkün?

Biz tam bu işlerden cayacakken, Miki “Klöb Med’e gitsek ya” deyiverdi. “Yavrum, bu klöb’den 20-30 sene evveli bi tane Foça’da vardı da, biz Türkleri adam hesabına almadıklarından, kapusundan içeri komazlardı. Hocalarımız bir gün bizleri toparlayıp: ‘Şakirtlere ilim öğretmenin sevabı büyüktür, girip yapılara baksınlar, tatil köyü nedir, nasıl edilir öğrensinler’ diye ricacı olaraktan bizi sokmuşlardı. O gündür bu gündür pek sevmem şu Fransız Klöbü olayını” dedim. O da, diğer seçeneğimin Aziz Basil Katedrali gibi tasarlanmış , üstelik içinde bol miktarda Rus Turist olduğundan emin olduğu bir otel olduğunu bildirdi!

Ruslar "uçmuş" hakkaten
Fakat tabii, mukadderata bi şekilde inanmak lazım. Yüce milletimin kötülüğünden başka bir şey düşünmeyen şu Fransız Reis-i Cumhuru deyyus da kısa zaman önce değişmişti. Böylece, fazla düşünmeden gönül rehaveti içerisinde rezervasyonumuzu yaptırdık. Hem, önündeki diğer seçeneğin Aziz Basil Katedrali biçiminde tasarlanmış bir otelde Ruslarla arkalı önlü açık büfe olayına girmek olduğunu bilince seviniyor bile insan… Antalya Havalimanında yan yana iki tane Rus Tayyaresini görüp, dışı böyle boyalı bir nesnenin içinden kim bilir neler çıkar diye de akıldan geçirince kararın doğruluğu iyice tebarüz etti (İçlerinin pembe peluş kaplı olduğuna ve sarı vinil mini elbiseli hosteslerle dolu olduklarına eminim).

Havalimanından Klöbe doğru giderken (Bu işe “transfer” deniyor. Haa bi de, Antalya’ya uçakla gitmedik. “Uçtuk”. Uçağa binilmiyor nedense. “Uçuyor” herkes.) hususi bir koltuğa kurulmuş MKD uçakta kendisine sunulmuş olan meyveleri keyifle tıkınıp, pis pis osurdu yine. Sürücümüz deplasman, hız, ivme, zaman, yol gibi kinematik olgular arası ilişkileri pek kavrayamamış ve önemli cinsel sorunları da olan hoş bir delikanlı. Bu sevimli gencin, er ya da geç şu yollarda yapacağı bir trafik kazasında öleceğini hemen anladığım için, daha bir şefkatle ve yumuşaklıkla yaklaştım ona, pek sesimi çıkarmadım.

Beldibi’ndeki Klöb Med’in girişinde bizi pek güzel karşıladılar. Gölgelik, avlu gibi bir yerde oturuyorsun, masada buz gibi ıslak havlular, martini kadehinde kimyasal olması fevkalade muhtemel açık mor, tuhaf tatta içecekler seni bekliyor… Güzel yani. Nazik bir beyefendi gelip bir parça muhabbet etti bizle. Gövdeye indirdiği komple meyve ağaçlarının yüzsuyu hürmetine (hiç olmazsa bir süreliğine) terbiyeli ve efendi bir görünüme sahip MKD’yi sevdi falan. Kimyasallarımızı yudumlarken, tişörtünün kolunda mevcut “G.O.” harfleri nazar-ı dikkatimi celbetti. Fransızcam olmadığı için, “As.İz.” gibi bi şey sandım. Belki resepsiyonun nöbetçi amiriydi, 14:00-18:00 kolluk nöbeti tutuyordu, bilemedim. “Beyfendi affınıza sığınarak…” diye başlayıp bu harflerin ne olduğu sordum terbiyeli terbiyeli. “Gentle Organisateur” buyurdular. “Janti Organizatör” olarak okunan bu meslek erbabı Türkçeye “Fiyakalı Pezevenk” olarak çevrilebilir mi? Diye sesli düşünürken, Miki onların bir tür animatör olduklarını tısladı. Bildiğin müşteri güllabicisi yani… Ama, fiyakalı cinsinden.

Fiyakalı Organisatéurs!
İlerleyen saat ve günlerde bu eşhasın faaliyetlerine şahit olacak; işin açığı, epey de taktir edecektim. Efendim, bunlar bir nev’i can yoldaşı. Mesela tatil köyümüzdeki öldü ölecek halde, yalnız başına tatile gelmiş çok yaşlı Fransız vatandaşlarına göz kulak oluyor, onlarla birlikte yemek yiyor, dolaştırıyor, terk-i dünya halinde defin işlemlerini falan yapıyorlar. Yemeklerde teklifsizce yanına çöküp seninle birlikte yemek yiyor, sohbet ediyorlar. Ok atanı, ata bineni, kılıç kuşananı, veleybol oynayanı var. Hepsi Fransız dili en iyi olmakla birlikte, birkaç dili görüşebiliyor. Göğüslerindeki isim yazan şeyin iki yanındaki bayraklardan cinsini, cibilliyetini, hangi dillere vakıf olduklarını görüyorsun. Bissürü de Türk var. Memleketlim organizatörler için hususi şart: Türkçe konuşuyorsan da aksanlı olacak, öyle normal, sen-ben gibi, Türkçe konuş-amayacaksın… Demek işin kuralı böyle. Eski Fransız sömürgelerinin G.O. yetiştiriciliğinde muazzam mesafe kat etmiş olduğu da tespitlerim arasında. Cezayirlisi, Surinamlısı, Cibutilisi bütün gün Beldibi’nde maymunluk peşinde. Fakat arkadaş, herkes de mi Fransızca görüşür? Sabah yolları süpüren beyamca, tabakları toplayan stajyer garson delikanlı, lahmacun fırınında hamur açan usta seni gördü mü “bonjuuur” u yapıştırıveriyor. Sabahları bi “selamın aleyküm hemşerim”e hasret kaldık. Say ki gurbetteyiz. Bir iki gün sonra tanıdılar da, Fransızcalaşmadık elin Yozgatlı lahmacun ustasıyla ile bi daha…

Şu ağaçları bi kessen, var ya...
Resepsiyondaki nazik beye “kazasız belasız nöbetler amirim”i yapıştırdıktan sonra, elektrikli bir cihaza binip kalacağımız odaya doğru yola düştük. Güzel, yüksek çam ağaçları ile kaplı çok geniş bir alan burası. “Bu kadar teferruat niye? Onu da anlamış değilim. Şu ağaçları kesip, odununu satsalar, dımdızlak kalacak araziyi de turfanda bahçesi yapıp patlıcan yetiştirseler vallahi daha çok ve kolay para kazanırlar” diye düşünürken yuvamıza gelmişiz. Tesis biraz eski gerçekten. Tatil sitelerinde yorum yapanlar eskiliğinden dem vuruyorlardı da, bu kadarını ummuyordum. Uzaktan görüp “Vaay, Tatil Köyü içinde Roma Döneminden kalma yapılar ha? Ne kadar da iyi korunmuş” diye düşündüğüm şeylerde kalacakmışız. Kalabalık bir aile olduğumuz için, “aile odası” dedikleri epey büyük bir yapı verdiler. Üç odalı falan, muazzam bir tesis bu. İçinde MKD’yi yıkayabilmemiz için leğen, kafes, kaçması durumunda üzerine atılacak ağlar, bayıltıcı silahlar vardı. Odadaki iklimlendirme düzeneği şu hastanelerde, büyük otellerde kullanılan, “fan coil” denen sistemden. Türünün ilk örneklerinden olan bu cihaz duvardaki bir anahtardan kumanda ediliyor gibiydi de, herhalde serinletme düğmesini ben bulamadım. Duvardaki o şeyden ancak gürültüyü ayarlayabiliyorsun. Mesela yatarken çok gürültü istiyorsan o ibre “ıı” de, veya daha da iyisi, şilep makine dairesinde uyumaktan hoşlanıyorsan “ııı” de olmalı.
Yatağımızın ayakucundaki sehpa üzerinde tuhaf, büyücek bir cihaz ilgimi çekti. Tamam televizyon gibi, ama arkasına uzunca bir parça daha mevcut. Tüplü televizyon! Evet tüplü televizyon bu. Klöbden içeri adımımızı attığımız andan itibaren seksenlere ışınlanmış gibiyiz. Belki MKD’ye Turgut Özal veya Cindy Lauper’i gösteririz diye hemen açtık. Ama maalesef geçmişin saçmalıklarını değil, bugünün saçmalıklarını gösteriyordu.
Fakat aile tesisinin bir yamuğu var: Bu kadar büyük bir şeye banyo koymayı unutmuşlar! Ya da; “ecnebi turist dediğin sabah uyanıp denize koşar zaten, yıkanmasına gerek yok. Çişi gelince suya bırakır, cima edince gusül abdesti de alacak değil, sçmak için de genel helaya gitsin canım” dediler. Büyük ihtimalle tesise gelebilecek tek tük Türk için sonradan ilave edilen bu banyonun fotoğrafını maalesef çekemedim. Ama, tarifi ve uygulaması çok kolay: orta boy bir bavulu açın, bir parçasının köşesine ufak bir tabak koyun. Burası lavabonuz. Tabakla bavulun köşeleri arasındaki alana da diş fırçanızı, tuvalet malzemenizi vs koymaya çalışın. Bavulun diğer parçasında da, hem yıkanıp hem de sçın! İşte Klöb Med banyonuz.

Mayolarımızı kuşandık; MKD’nin bin bir türlü teçhizatını yüklendik; denize, biralara koşmaya hazırız. Etraf yoğun yeşil doku, ustaca yerleştirilmiş bir veya iki katlı yapılar ve gölgelik, temiz yolları ile gerçekten güzel. Vıcır vıcır çocuk ve bebek arabası kaynıyor ortalık. Öyle ki, denizden dönüş saatlerinde bu bebek arabaları yüzünden bazı yollarda trafik tıkanıyormuş… Herkeste en az iki çocuk, daha doğrusu bebek. Başbakanımızın “çok üreyin” emrine Avrupa ülkelerinde bile bu kadar uyuluyor olması doğrusu gururlandırdı beni.

Biberon Mabedi
Çocuklar odalarından denize, oraya buraya sevk olunurken acıkıp ziyan olmasınlar diye, yol kenarlarına birer ufak yapı kondurmuşlar: “Biberonnerie”. Kapısı şifreli kilitli bu ikmal istasyonlarında çocuğun yemi, suyu bulunuyor. Başın sıkıştı mı tuşluyorsun altı haneli giriş kodunu, “tak” açılıyor kapı. İçerde bisküviler, buzdolabında meyve suları, envai çeşit mama, ısıtıcılar, ne ararsan mevcut. Basit, ama yararlı bir tesis… Zeplin hangarı gibi lobilerinden halı kaplı koridorlarına ayna kaplı asansörlerle çıkılabilen zigurat tasarımlı züppe tatil otellerinin bize sunamayacağı, çok daha işimize yaracak bir şey, şu 1980’lerden kalma eski püskü tatil kövünde karşımıza çıkıyor. Kendimizi şanslı hissediyoruz.

Deniz kenarı hafif rüzgarlı, bu yüzden deniz bulanık. Denize girmekten hemencecik vazgeçip, dibi taşlıca ve durgun günler için gelecek vaat eden kıyının hemen yanı başındaki sessiz ve boş bara çörekleniyoruz. Burası bir parça yüksekte ve güzel bir esinti var. Saatlerdir bira içmedik. (En son uçak kalkmadan, saat 09:00 sularında içtiğimizi hatırlatıyor Miki). Bu utanç verici durumdan kurtulmak için, rahat koltuklara yerleşip, hemen seğirten nazik ve sessiz içki insanına ilk biraları söylüyoruz. Bizimle birlikte, sessizce bir şeyler içen bir çift ve çocukları var. Bir süre sonra yanımızdaki kum havuzuna yaşları 5 -8 arası birkaç çocuk onlara eşlik eden güllabicileri ile geliyor. Sessizce bir süre oynuyorlar. Canımızı sıkan tek şey görüş zaviyemizi birkaç kere keserek geçen yaşlı bey. “Slip Mayo Giyip ve dahi Onları Bellerine Kadar Çekip Dalı T.şağı Sergilemek suretiyle Yeryüzü Tatil Köylerini dolaşan Yaşlı Adamlar Cemiyeti” azası bu beyle ile aynı zamanda tatil yapmak, evet hoş bir şey değil ama, sanırım onlardan kurtuluş yok, her yere nöbetçi bir ya da birkaç üye bırakıyorlar.
Yavaş yavaş ortalıkta neden hiç Türk tatilci görmediğimi anlamaya başlıyorum. Burası fazla dingin, sessiz ve temiz … Üstelik bunlar yetmezmiş gibi; bir de gösterişsiz, züppelikten uzak bir yer. Saçma sapan müzik çalmadığı gibi, cep telefonu da zırlamıyor. Kimse bağırarak konuşmuyor, çocuklar zırlayıp etrafta koşuşturmuyor. Akşam yemeği büfesinde buzdan yonulmuş yunus, ayı veya skşen kuğular heykeli ve “animasyon” adı altında türlü yavşaklık da yoksa, doğru yerde olduğumuza tümüyle inanacağım. Kaç saattir bir tane ayfon dört görmedim. Buraya gelen insanlar ne kadar fakir. Postaneden telefon edip haberleşiyorlar herhalde memleketteki eş dostla.
Miki beş, altı biradan sonra veciz bir şekilde “lan bu bira hammalık be” buyuruyor. Hakkaten de, musluktan akan şu tatil kövü biraları alıştığımız türden değil, epey hafif. Biz de cin tonik üzerinden devam ediyoruz. MKD etrafı saatlerdir tarassuttan bitap, arabasında esen rüzgara karşı uyukluyor. Hepimizin keyfi yerinde.

Çocukluğumda bir kere gittiğim Yol Su Elektrik (YSE) kampını andıran masa, sandalyeleri, ve açık alanı ile yemek yenilen yer ve sunulanlar fazla, -hatta hiç- iddialı değil, ama yemekler yenebilir cinsten. Zaten ortalıkta fazla kalabalık yok, tabaklarına yiyecek alanlar da normal homo sapiens tüketim miktarları ile yetiniyorlar. Cambul cumbul şeyler yemek istemiyorsan oturup kendi salatanı doğrayıp, hazırlama imkanı bile var. E, daha ne yapsın herif? Sofrada metal vidalı kapakları ile oldukça süfli beyaz ve pembe şaraplardan bolca tüketiliyor. Binlerce bebek sandalyesinin üzerine tünek binlerce bebekte sesini çıkartmadan, ortalığı birbirine katmadan tıkınıyor. Ortalıktaki çok miktarda garson ve masalarda milletler yemek yiyen güllabici tayfası da güler yüzlü ve nazik.
Geleneksel Türk Eğlencesi:
Yabancı Karıyı, Kızı Öküz Gibi Kesmek!

MKD etrafta kendi gibi küçük canlılardan bolca görmekten memnun, yan masadaki güzel kızı kesiyor.
 Burada bir parça büyük, en azından yürüyebilen çocuklar için bir sürü aktivite, maymunluk var. Cemiyet hayatı fevkalade renkli onlara. Kaldıkları süre boyunca “Okul”a devam edip, her Cuma günü diplomalarını alıyorlar. Açık büfeli falan bir tören düzenleniyor ve tek tek kürsüye çıkıp, yavru gibi bir animatör bayanın mübarek ellerinden diplomalarını alıyorlar.  

"Örtmenler Bu Dünyada
Koklanmaya Değer En Güzel Bir Çiçektir!"
MKD az büyüsün; Klöb eğer kendi kendine yıkılmazsa, onu bu okula verip, ben de birlikte devam edeceğim eğitime. Ama içim rahat: Antalya Kültür Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Müdürlüğü’ne dilekçe versem, nasıl olsa Arkeolojik sit alanı ilan ederler bu bölgeyi ve üstündeki binaları.

 Ertesi gün hemen yanı başımızdaki tümüyle sessiz havuza gidip bir yere çörekleniyoruz. Burada MKD boyutlarında canlılar için bir havuz da var. İlerleyen saatlerde bir sürü dişine göre güzel kızla dolacağına eminim. Suya sokacağız ama, herifi yüzdürebileceğimiz şişirilebilir bir cihaz, nebleyim, eğlenmesi için bir top bile yok yanımızda! “İnsan yavrusu beslemek bize göre değil mi acaba?” diye düşünüyoruz utanç içinde. Neyse ki havuzun içinde bir gün öncesinden orada bırakılmış, aradığımız türden epey avadanlık var. MKD bir koluyla Miki’nin bacağına sarılmış, usulca suya oturuyor. Kısa bir süre sonra “ulan iyimiş bu” sinyali diğer elinden küçücük beynine yollanınca, şişik bir cihazın içinde neşeyle suya girişiyor. Diğer bebek homo sapiensler de sökün etmeye başlıyor. Maalesef annelerinin endamı benim beklentilerimi karşılamıyor olsa da, MKD etrafını bir anda sarıveren bu Avrupalı “beybi”lerden pek memnun. Neşeyle suyun tadını çıkarıyoruz birlikte.



***
Günler yavaşça geçiyor; barda, açık büfede çalışanlarla dostça sohbetler artıyor (bir tek, o çocuk klübündeki yavru ile samimi olamıyorum nedense) ve umulmadık şekilde karşımıza çıkmış şu tatil seçeneğinden, gittikçe daha çok memnun kalıyoruz. Evet; tesis çok eski ama, bakımlı. Yemek çeşidi az ama, yeterli ve lezzetli. Sabah kahvaltıdaki kahve bok gibi ama, … (buna karşılık gelecek bir olumlama bulamadım maatteessüf) bok gibi!  Hava güzel, ahali puşt değil ve hepsinden önemlisi, bu işletmeden çalışan herkes nazik, saygılı ve yardımsever. İşlerini yapmaktan, burada olmaktan hoşnut oldukları kesin. Hizmet sektöründe, insan denilen canlının bir yeri nasıl cennet veya cehenneme çevirebileceğinin kanıtı şu yer gelecek yılı çıkarabilirse, yine geleceğiz. Ayrılırken ağzımızda ekşi hiçbir bir tat yok. Yemek içmek bahane, maksat muhabbet olsun…
Bu defa kapıda bizi havaalanına “transfer” için başka bir araç ve başka bir oğlan bekliyor. diğerinin elim bir trafik kazasında öldüğüne eminim) O günkü nöbetçi amiri ile vedalaşıyor ve bizlere dört gün boyunca tahammül eden tüm görevlilere gıyaplarında teşekkür ediyoruz. Yeni transfer oğlanı daha bir normal sanki. Trafik ve fizik kurallarına elinden geldiğince uyarak bizi havaalanına götürüp bırakıyor. Pardon, “transfer”imizi gerçekleştiriyor.



Tatil güzel şey hakkaten.

Bvp,

Edited By Miki

Fotoğraflar : Miki ve BvP