Emsallerine faiktir

Aralık 27, 2011

Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır ? II "Birlikte Yenen Yemekler" I

100. Yazı
Bir kaç arkadaşın keyifle bir araya gelip yiyip içmesinden, iki kadeh çakıştırmasından daha keyifli ne olabilir şu dünyada ? Televizyon adlı cihazın değil plazmalı yassı olanı; hiç bir türlüsünün bilinmediği, milyonlarca homo sapiensin “sosyal medya” illetine kurban verilmediği, mutlu ve kutlu bir dünyada elbette. Öyle bir çağ düşünün ki; Steve Jobs nam kefere daha ya doğmamış ya da, kısa pantolonlu çocuk...

Birlikteliğin keyfini kasaba ya da kentin biraz dışındaki kırlıkta, açık havada çıkaran şu iki dosta bakalım: Saatler bindokuzyüz kırkların bir bahar gününü gösteriyor olmalı. Sağdaki kısa gömlekli beyefendinin arkasındaki yamaçta otlayan koyunlar , keçiler seçilebiliyor. Çok kısa düşen gölgelerden güneşin epey tepede olduğunu anlıyoruz. Öğle vakti. Buna rağmen keyifle oturabiliyorlar, demek ki hava çok sıcak değil. Çıkarılıp bir parça uzağa, terbiyeyle konmuş iki renkli ayakkaplar, koyu renkli pantololon üzerindeki güzelce ceket, beyaz gömlek ve kravat, diğerinin askıları, beyaz temiz gömleği bu insanların memur veya eşraftan hali vakti yerinde insanlar olduklarını düşündürüyor. Ağacın gövdesine dayanmış iki adet bisiklet onlara ait olabilir mi? Fakat beyaz gömlekli, sanki bisiklete atlayıp, yakındaki kırlığa pikniğe gidecek birine benzemiyor pek, bu işler için fazla oturaklı. Sigara tiryakisi olduğunu da biliyoruz.
 
Karton Yenice kutusunu çıkarıp önüne koymuş! (1930’lardan üretimi durdurulana dek bu paketlerin tasarımı fazla değişiklik göstermedi. Otuzlarda “Yenice” altındaki “İnhisarlar İdaresi” yerini Altmışlarda “T.C. Tekel İdaresi”ne bıraktı. Tabii üstteki yuvarlak içinde kırmız amblem de baş harflere göre düzenlenip bir parça değiştirildi. ) Hem fazla teferruatlı olmasa da (birinin içindeki üzümler seçilebiliyor) yiyeceklerin durduğu, önlerindeki en az dört kalaylı kap, bir tabak, bir kase, kalaylı testi ve müskiratın konduğu çay bardaklarını nasıl taşıyacaklar? Müskirat deyince: altta, resmin sağına doğru üst kısmı görünen ve boynundaki etiket gevşemiş şişenin içinde ne olduğunu görmek mümkün değil. Ama, birinin bardağındaki sıvının rengi öğle vakti ve böyle bir ortamda ne içiyor olabileceklerini net olarak söylüyor bize. Ceketli sulandırmış, ama diğeri sek içiyor namussuzu. Bardağındaki sıvı renksiz.

Açık havada demlenme aktivitesine başka bir örnek: Bir tarafı onu sokaktan ayıran çitle çevrili alanda, yere rahatça oturup demlenen dostlar. Arkasında “Gülnar, Ağustos 1936” yazıyor. Fotoğrafın çekildiği yer Mersin’in Gülnar ilçesi olabilir. Sanki köylük bir yer içindeki kır lokantası gibi. Ama, birinin cannotier’e benzeyen şapkası, öbürünün gelişigüzel konmuş, vücudunun bir parçası olamamış kasketi, diğerinin açık başı bize köylü olmadıklarını söylüyor. Etraflarındakiler köylü ama. Solda, kulaklarına kadar geçirdiği kasketi ve şalvarı ile Kemal Tahir deyimi ile “it oturumunda”ki vatandaş sağdakiler kadar ilgi ile bakıyor fotoğraf çekme ameliyesine.

Fotoğraf karesinde sandalye ve beyaz örtüsü ile tam teşekkülü bir masa da olmasına rağmen nedense herkes yerde oturmayı tercih etmiş. Bizim üç dostun önündeki alet edevattan, insan sanki sofrada yemek bitmiş te ihvanlar “o son bardak rakıları daha pastoral bir ortamda içelim, olay biraz eglog olsun” demişler gibi. Önlerinde peşkir falan yok, sadece tas içinde biraz üzüm, otların üzerinde çay bardakları ve şişe var. Keyifle cigaralarını tüttürüyorlar. İnsan 1936 yazının sıcağını, toprağın serinliğini ve rakının dumanlı serhoşluğunu hissediyor. Hayat ne kadar dingin, uysal ve basit bu karede değil mi?

Halbuki, o yaz İspanya’da iç savaş başlayacak, Gabriel Garcia Lorca öldürülecek, İtalyanlar Etiyopya’yı, Almanlar Rheinland’ı işgal edecekler, Berlinde düzenlenen olimpiyatlarda Jesse Owens dört altın madalya kazanarak Adolf’un canını epey sıkacak, Amerikalılar Hoover Barajını bitirecekler, Henry Luce “Life” dergisini çıkaracak, yıl bitmeden de; Charlie Chaplin Modern Zamanlar’ı çekecek, İngiltere Kralı Edward VIII’de Amerikalı Bayan Wallis Simpson için tahttan çekilecekti.

 
 
Hep açık havada, börtü böcek arasında içilecek diye bir kural yok. Şu üç arkadaş oldukça izbe, köhne bir yerde demleniyorlar mesela. Masaların ayakları, örtülerin deseni, örtülüşleri ve zemin epey süfli bir yeri işaret ediyor. Bindokuzyüzyüz kırkların sonları veya elliler olmalı. Maalesef duvardaki takvimden tarihi tesbit etmek imkansız. Subayın üzerinde (göğsündeki bröve, omuzlarındaki tek yıldız ve duvara asılı şapkası ile yaşlıca bir pilot binbaşı bu) o dönemde Amerikan Hava Kuvvetlerinde de giyilen türden, kısa 
bir üniforma ceketi var. 1947’den sonra Amerikan Yardımı ve ordunun modernizasyonu kapsamında Türk Ordusu’da benimsiyor bu kılığı. II. Dünya savaşı sırasında İngiliz Üniforma ceketlerinden türetilmiş ve General Eisenhower’e atıfla “Ike Jacket” de deniyor. Ceketi iyi dikilmiş, ayakkabıları yeni ve boyalı. Bir parça uzun olan pantolonun kat yeri ütülene ütülene azıcık iz yapmış o kadar. Üniforması ile bir meyhanede içki içmekte sakınca görmüyor. Oysa Ocak 1961 tarihli; 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu madde 34, “Barlar, genelevler, meyhaneler ile bunlara benzer yerlere askerler üniforma ile giremezler” diyor. (Bir sonraki, o meşhur 35. Madde) Belli ki önceki iç hizmet kanunu bu konuda bir kısıtlama getirmiyordu ki, komtan keyifle içkisini yudumluyor. Halinden epey memnun bakıyor bizlere. Diğer iki kişinin yüzlerinde bir parça umursamazlık var. Fotoğraf çekilirken kameraya bakmamışlar, bıyıksız olan bir parça poz vermiş, ama diğeri kendi dünyasında. Kim bilir neler düşünüyor. İki sivil masaya daha “solid” yerleşmişler gibi. Bizim binbaşı bir parça eğreti. Tesadüfen karşılaşmışlar ve fotoğraf çekilecek diye masaya gelmiş diye düşünebilirdim ama, şapkası masanın üstünde asılı. Demek ki birlikte oturulmuş sofraya. Biraz kederli bir fotoğraf bence.

Televizyonlarda şimdilerde bir reklam var, çook mahir bir kadıncağız dostlarına fırından bir şey çıkarıyor da, sofradaki güzel hanımlar ve beyler şallak mallak olup bu işleri nasıl becerdiğini sorguluyorlar. Şıpınişi “eski bir saray yemeği” kıvırmış olan teyze, içinde “yaşanmışlıklar” olduğundan dem vuruyor bilgiççe. “Yaşanmışlık” lafı veya kavramı; her ne boksa, böyle sarf edildiğinde gülünç geliyor da, bu üç adamın fotoğrafında var işte ondan...Hem de çok.

Bazen daha şık, şakrak ortamlarda da bir araya gelinir. İşte bunlardan biri. duvardaki “İsmet Paşa”lı takvim ve yaprağında seçilen “1” rakamı yüzünden Otuzların sonları, belki de kırk başlarından yılbaşında yendiğini düşündüğüm bir yemek bu. Ortam nezih, beyler şık, ama çok kalantor değiller. En az iki çeşit içki bulunan (en önde rakı kadehi görünüyor ve masanın arka ucunda iki adet bira şişesi var) uzunca masaya çiçekler de konmuş . Fotoğraftaki çeşitli yaştan insanlar sanki bir iş yerinin çalışanları olduklarını düşündürüyor. Duvarda, muhtemelen konu mankeni “cazip” hanımefendinin yüzü suyu hürmetine oraya asılma hakkını elde eden ağrı kesici reklamı ve Türkiye haritasına benzeyen bir şekil üzerinde ayaklarını açmış duran bir figür insanın dikkatini çekiyor. Uzakta arkada çerçeveli ve yansımaları yüzünden camlı olduğu anlaşılan en az üç resim daha var. İsmet Paşalı takvimin tam üzerinde duvar saatinin alt kısmı görünüyor. Ne olur ne olmaz diye bir de idare lambası da bu temiz ve düzgün duvarlara asılı. Özenli, şık çok da lüks olmayan tertipli bir mekan burası. İnsanın bu masada, bu insanlarla birlikte oturup birşeyler içesi geliyor hakkaten.

Birlikte yenen yemeklerdeki keyif sadece alkol veya güzel yiyeceklerde değil galiba. Fotoğrafta bir grup üniformalı genç adam tek süsü saksı bitkilerinden ibaret, örtüsüz bir tahta masa etrafında neşeyle yemek yiyip su dolu metal bardaklarını tokuşturuyorlar. Saç kesimleri, en az iki tanesinin gözlüğü ve çevrelerinde onlara hizmet edenlerin saygılı duruşları, masadaki bıçaklar türü detaylar bindokuzyüz otuz sonları veya kırklardan bir grup yedek subay okulu öğrencisi olmaları gerektiğini söylüyor. Rütbeleri yok, yakalarında sınıf işaretleri var ama ne yazık ki seçilemiyor. . İki adet gençten, (celp eri olmalılar) iki tane de sivil (bıyıklı) garson etrafta. Biri bardağa su koyuyor. (Okul, fabrika yemekhelerinde o kalın ve genişçe dipli ağır sürahilerden su içmemiş olanımız var mı acaba?) Masanın bir parça uzağında daha kıdemliye benzeyen başka biri bu gençlere hizmette bir aksaklık olmamasını denetliyor gibi. Garsonlar da dahil herkesin yüzü gülüyor. Genel bir rahatlık, keyif yayılıyor bu fotoğraftan. Çok güzel, baktıkça insan kendini iyi hissetiren bir fotoğraf bu.

Yeme içme bahane. Maksat, muhabbet olsun...

Devam edeceğim.

BvP,
Edited By  Miki

Fotoğraflar: BvP, Yenice Sigarası pakedi ve Eisenhower : internet.

Aralık 11, 2011

Türk'ün Mullus surmuletus'la İmtihanı


Üstte, Mullus surmuletus (Tekir), max. 40 cm.
 Geçen gün TERETEBİR “Karadeniz insanının hamsisizlikten kırılışı”nı irdeleyen muazzam bir gazetecilik şölenine imza atıyordu (hayvanlar kışı daha soğuk olan derin sularda geçirmeyi tercih etmişler bu yıl. İşin özü bu...). Karadeniz kıyılarında mukim bir takım vatandaşlar yana yakıla bu yıl nasıl doyasıya balık yiyemeyip ziyan zebil olduklarını, yöre insanının zaten tüm yediğinin “kara lahana” adlı sebze ve Engraulis encrasicolus olduğunu anlatıyorlardı. İş bu gazetecilik başarısının görsel malzeme ile de süslenmesi gerektiğinden, maalesef Yeni Yüce Türk İnsanı’nın önemli kültürel tökez tellerinden biri “bakın ekranlara nasıl yansıdı”!

Çevresel öğelerle ilişkilendirildiğinde, geçimini suda yaşayan omurgalı hayvanları satarak sürdürdüğü anlaşılan bir görsel malzeme (canlı), arkasındaki tezgahta suda yaşayan pek az omurgalı çeşidi (ölü) ve üzerine “Barbon” yazılı bir karton iliştirilmiş başka canlılar (ölü) vardı… Görsel malzeme (canlı) elinde mikrofon olanın: “peki; vatandaşlar ne yiyebilirler, hangi balığı öneririsiniz?” pasına,  tezgahtaki zarganaları işaret ederek; hamsinin yokluğunda yenebilecek balıklar içinde birinci sırada olduğunu, şifalı ve fosfor yönünden olağanüstü zengin bu canlıyı yiyen vatandaşlarımızın farkı görüp, fevkalade şaşıracaklarını, özellikle ve üstelik kılçığını yemeye kuvvet verseler daha bile iyi olacağını haykırdı…  Deklarasyona devam edecekti ya,  mikrofonu ona uzatan bile sıkılmıştı anlaşılan. Teşekkür edip; yüzünü kameraya, kıçını da görsel malzemeye döndü. O, söylemekle pek gurur duyduğumuz, “Üç tarafı denizlerle çevrili” ülkenin balık satıcılarının bir demet maydanoz kadar zekaya (belki) sahip olduklarını bizlere bu açıklıkla anlatan, üstelik devletin televizyon kanalında yayınlanan program için mesela, bir Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği kınama mesajı yayınladı mı bilmiyorum.

143. Diplodus annularis (İsparoz)
144. Diplodus cervinus (Çizgili isparoz)
145.Diplodus sargus (Sargoz)
146. Diplodus vulgaris (Karagöz)
147. Lithognatmus mormyrus (Mırmır)
Zargananın (Belone vulgaris?) pişirilirken orta kılçığı ve diğer kılçıklarının dönüştüğü güzel yeşil renk, bu hayvanı ve kılçıklarını gözünde başka bir yere oturtuyor elbette. “Şifa” [1] ve “şifalı” bok püsür bizler için fevkalade ehemmiyete haiz. Aloe veralı el kremini “şifa niyetine” çoluğuna çocuğuna yedirenlerden bahisle, budalalık ne kadar artarsa bu bok püsürün de bir o kadar şifabahş olduğu saptanabilir. Ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntılardan biri, “balıkçı”ların şu tekir-barbunya sorunsalı ki, çözümünü insanoğlu halen bulabilmiş değil. Küçücük ve kurnaz kafalar niyeyse barbunyadan biraz daha ufak, daha az lezzetli, ama mevsiminde güzel yağlı etinin tavası akılları baştan alıcı tekiri daha nadir ve kıymetli (bence o kadar da şey değildir. Bir parça çamur ve bok kokar, gevşek eti de hemen tüketilmezse çabuk bozulur) barbunya diye satar. Bu konuda pek hassastırlar nedense. Tekir balığı satmak yakışık almaz! Daha kıymetli bir şey satıyormuş kurnazlığından mı; yoksa basitçe, sattıkları şey hakkında bir bok bilmediklerinden mi kaynaklandığını, berlamla mezgiti, istrongilozla izmariti, karagöz (Diplodus vulgaris) ile ispariyi (Diplodus annularis) ayırt edip edemeyeceklerini bilmeme rağmen merak eder dururum.

Batı nasıl borç içinde ve hak etmediği yapay bir refah içinde yaşıyor ise; bizler de anlamını bilmeden/bilemeden/umursamadan okuyup yazmak zorunda olduğumuz kelimelerle, kavramlarla uğraşıyoruz hep… [2] Yediğimiz, ya da satarak “ekmek parası” kazandığımız canlıların adını bile yalan yanlış biliyoruz. Etrafımızdaki dünyaya karşı umursamazlığın cehalete doyduğu o sertleşme anı ise, tekire barbunya deyip, şu yanlış tanımlamayı bile doğru dürüst yazamamak olmalı. Yürrrü koçum, kim tutar seni?

……

Merak ediyorsanız, yanımız yöremizdeki balıkları tanımanın, öğrenmenin avandalığı olabilecek bazı kitaplar da var tabii:
- Genişçe bir katalog ve Akdeniz’deki balık ve diğer deniz ürünlerine ilişkin tarifleri içeren eğlenceli bir dille yazılmış Alan Davidson’un 1972 tarihli “Mediteranean Seafood” kitabı. Bu çok ünlü bir kaynağı Dost Kitabevi 2000 ve 2002 yılında “Akdeniz Balık Yemekleri” adlı ile iki defa bastı. Almaya değer, işe yarar bir şey.

 - Bir zamanlar kitap müzayedelerinde paralı pseudo entelektüellerin acayip fiyatlara aldığı  Bay Karekin Deveciyan’ın (Bu bey İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü de yapmış, pek bilgili bir zat) 1915 tarihli bir kitabı vardı. “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık”. Aras Yayıncılık tarafından 2006 yılında Türkçe olarak basıldı.







- Türkiye denizlerinde yaşayan balık türleri hakkında daha düz bir katalog: Ege Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından basılan 1989 tarihli “Türkiye Deniz Balıkları Atlası”. Mater, S., Uçal, O., Kaya, M., Tür sistematiği ve resimler içeren yaklaşık 100 sayfalık faideli bir eser. Denizlerimizde yaşadığı düşünülen yaklaşık 350-400 türün (Akşıray F., 1954 tarihli “Türkiye Deniz Balıkları Tayin Anahtarı” isimli kitabında 363 tür listeler.) iyi bilinen karakteristik örneklerini kapsıyor.

Balıkçı tezgahlarındaki çeşitlerin azlığı sizi yanıltmasın, “Marmara’da Ege’de balık mı kaldı beaaabi” salaklığı yapmayın hemen [3] . Çoğu balık çeşidi tanınıp bilinmediği, nasıl yeneceğine akıl ermediği için artık ortada yok. Kozyatağındaki Carrefour ilk açıldığı yıllarda epey çeşitli balık satılıyordu. Vatoz (gövdesi iki yanlardan kesilip fırınlanırsa kanatları pek güzel olur), mıngri (derisi soyulup dilimlenir ve bir gece sirkede tutulursa, hafif bir yağda yapılan kızartması ipe sapa gelir bir lezzettir.), tirsi ve taze kupez hatırladıklarım. Maalesef artık vongole bile bulunmuyor.

BvP,
Edited By Miki,



- Tekir (Mullus surmuletus) çizimi: BvP.
- Diploduslar: Türkiye Deniz Balıkları Atlasından Tarama, BvP.
- Kitap kapağı taramaları: BvP.
........................
[1] “İnan, Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak” . Tevfik Fikret. Haluk'un Defteri.

[2] “Son İmparator” yazmak ne kadar zor olabilir? “Karoser”, veya “sandviç” ? Kamyon arkalarında görmüşsünüzdür mutlak: “Son iprator”, “son imprator”. Ulan, telaffuz bile edemediğin boku neden yazman gerekir? Biliyor musun kelimenin kökünü? “Empera” ne demek? Romalılar neden “divida et empera” diyor? Bunun ne olduğunu bilsen bir şeyler çıkarabilirsin belki. Hadi madem ukalalık edeceksin, yerli malı ukalalık et. “Son hükümdar” yaz… Ama, onu bile yazamazsın sen. Arkaik yaşam tarzın bakış açın ve bu konudaki hevesin mevcut politik iklimin yücelttiği bir şey zaten… “Herkez” mutlu.

“Sandöviç” , “Sandaviş”, “Sandeviç” de, oldukça sık karşılaştığım kelimeler. Kim bilir daha neler vardır, “floresan”ın veya “gardırop”un yazılış biçimlerinden hiç bahsetmeyeceğim bile. Yalnız şunu söyleyeyim: Çocukluğumda Füsun Önal’ın Eurovision Şarkısı “Bigudi”nin değişik kentlerdeki halk jürileri tarafından söyleniş biçimi bende ciddi travmaya sebebiyet vermişti. Benim Anadolulum bu Frenk kelimelerini öğrenmek, doğru telaffuz etmek/yazmak zorunda mı diye de sorabiliriz elbet. Ama, beceremediklerinin doğru Türkçe karşılıkları bulup, öğrenip -en azından onları– doğru yazamaz mı yiğit Yozgatlım mesela? “Prezervatif” gibi zor bir kelimeyi “kaput” olarak çevirişteki zekayı “laboratuar” için niye göstermezsin Sincanlı?

[3] Gerçi çocukluğumda Büyükdere’den Boğazın çıkışına dek kıyı boyunca dallara gerilen iplere asılarak kurutulan ıstakoz sepetleri artık abajur olarak kullanılıyor ama yine de, sözünü ettiğim mahlukat onlar değil.

Kasım 27, 2011

Sizinki Kaç Metre?

CCCP-L5611,"Rossiya". Bugün. Monino. Rusya.
Şimdilerde kısaca kısaca “Soğuk Savaş” deyip geçilen mücadele çok kapsamlı, karşıt kampların yaşamın her alanında sürdürdüğü kıran kırana bir itiş kakıştı. Bu denli yüksek tansiyonlu, tehlikeli zenaatin oyuncuların boyunu aşmakla kalmayıp, zaman zaman maskara olmalarına sebep olmuş gibi gelir bana . Elbette tüm bu budalalığın oyuncu devletlere [1] insan ve malzeme kaynakları açısından nelere mal olduklarını unutmamak gerek. Ancak, bazıları gerçekten gülünç ve hatırlanmaya değer galiba.


Sovyetler Birliği Sekreteri Kruşçev’in [2] dillere destan Amerika Birleşik Devletlerine gezisi de bu türden bir hikaye.


Roswell Garst’ın Mısır Çiftliğinde, Iowa.
Herşey Berlin krizinin ve daha bir dolu krizin çözülmezliğinden iyice bunalan Kruşçev’in “bu iş böyle olmayacak, yetti gari” deyip, Temmuz 1959’da [3] Amerikan Eyalet Valilerinin Sovyetler Birliğini ziyaretindeki bir toplantıda “Bir maniniz yoksa size geleceğiz” niyetini faş etmesiyle başlar. İş basın aracılığı ile kendisine iletildiğinde başkan Eisenhower’e de iyi gelir bir anda. Öyle ya, o da bunalmıştır. Tam da o gün CIA’daki beyfendilerin israrını kıramamış, Sovyetler üzerinde tek bir U2 uçuşuna [4] izin vermiştir.

Uzatmayalım; Resmi davet düzenlenir, iletilir ve Bay Kruşçev’in 3 hafta olarak planlanan Amerika gezisinin 15 Eylülde başlaması için söz kesilir. Adamımız gururludur falan ama bir yandan da korku dağları bekler işte...Öyle ya, korkulan, alttan alta imrenilen, haset edilen büyük düşmana yapılacak ziyaret Sovyet Sosyalizminin büyük zaferi olacaktır falan ama ya bi ibnelik varsa işin içinde. Ya bi yamuk olursa? Ya Amerikalılar makaraya alırlarsa Sekreter’i? Bu korkulara Sovyet Dışişleri ve Kremlindeki “uzman”ların bilgisizliği de eklenince, berbatlık iyisinden olur. Amerikalılar Sekreter’in “Camp David”i de ziyaretini, burada da vakit geçirmesini can-ı gönülden isterler. Gazete okuyabilen her Amerikalı veya Avrupalının bildiği bu yer Sovyet uzmanların kanını dondurur!!! Ne olaki Kamp Deyvid? Kamp... Mamp diyor? Terim pek iyi çağrışımlar yapmaz bizim sosyalistlerde... Acaba kamp dedikleri güvenilmez insanların tutulduğu bir karantina tesisi falan mı dır? Tanrıya şükür Amerikalılarda “Eyüp Sultan sabrı” vardır da, Sktir’i çekmezler ossat.

Bu tedirginliğin kaynağını Kruşçev anılarında [5] Birinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan Başkanı Wilson’un Bolşevikler’le bir konferans talep edip; Lenin’in temsilcileriyle Başıboş köpeklerin bırakıldığı, pis bir sürgün yeri olan Prenses adalarından Büyükada’da buluşulmasını istemesine bağlıyor. Bizans imparatorlarının gözleri oyularak sürgüne gönderilmesi yüzünden kötü üne sahip bu yer gerçekte, konferans önerisinin yapıldığı yıllarda başkentin pek revaçta bir sayfiyesiydi… [6] Başı boş köpeklerin götürülüp bırakıldığı yer ise küçük, çorak ve insansız Sivriada (Hayırsızada). Ya cahilliğinden, ya da öyle düşünmek istediği için hikayeyi yanlış anlatıyor bizim Ukraynalı…

                                                                                                                             ***

Kruşçev Amerika’yı iddialı ve stilli bir şekilde ziyaret etmek ister. 1954’de Çin Hindindeki anlaşmazlığın çözümü için düzenlenen zirveye katılan büyük devletler arasında Cenevre Havaalanına inen en ufak uçağın Sovyet yapımı oluşunun utancı yüzünden yapımını emrettiği Tupolev TU-114, Moskova’dan Washington’a hiç durmadan uçabilecek tek uçaktı. Halen uçuş testleri devam eden ve tasarım hataları çözülmeye çalışılan operasyonel tek TU-114’ün gövde kanat birleşiminde de mikroskobik çatlaklar olduğu fark edildi. Buna rağmen, Sovyet teknolojisinin vardığı (veya varamadığı) yeri cümle aleme göstermek isteyen Kruşçev ısrarlıydı. Uçağın tasarımcısı Andrei Tupolev aslında hiçbir kurumdan uçuş izni bile alamayacak bu uçağa duyduğu güvenin bir göstergesi olarak oğlu Alyoşa’nın da yolculukta olacağını açıkladı (Verilen tüm garantilere rağmen; uçuş sırasında bir rezillik olursa, bunun CIA tertibi değil Sovyet beceriksizliği olacağı düşüncesi Kremlin’de bir sürü adama uykusuz geceler yaşatmış olmalı). Deniz Ticaret Bakanlığı Atlantik’teki tüm Sovyet Şilep ve balıkçı teknelerine denize olası bir acil iniş durumuna hazırlıklı olarak beklemeleri talimatını iletti.

Andrews Hava Üssünde, 1959.
Uçağın içinde de, Gövdenin kanatla birleştiği bölüme çöreklenmiş bir grup Tupolev mühendisi tüm uçuş boyunca devamlı olarak steteskopa benzer aletler marifetiyle çatlakların halet-i ruhiyesini izlediler!
 
CCCP-L5611 çağrı kodlu TU-114 “Rossiya” [8] 15 Eylül 1959 günü planlanan saatte Washington’da Andrews Hava Kuvvetleri Üssüne indiği zaman, hesapta olmayan başka bir rezilliğin farkına varıldı. Yeterli itiş gücünü sağlayabilmek için gerekli devasa pervane boyutları ve hiçbir zaman temiz tutulamayan Sovyet pistlerindeki bok püsürden turbopropları koruyabilmek uçak o kadar yükseltilmişti ki, (yaklaşık 15 metre) o zamanlar yeryüzündeki en yüksek uçak olan TU-114’e yanaştırılabilecek boyda bir merdiven batı dünyasında mevcut değildi!!! Bu yüzden Nikita görkemli bir şekilde uçaktan inerek Kapitalistleri madara etme hevesi kursağında olarak, gülünçlü bir şekilde uçağın arkasındaki acil merdiveninden elleri ile tutunarak, arkası dönük inmek zorunda kaldı…

                                                                                                                         ***

Moskova'ya Dönüş.
 Kıssadan Hisse:
1 – Tam gövde gösterecekken maalesef sadece kıçınızı göstermek zorunda kalabilirsiniz.
2 – Bir şeyinizin uzun, büyük veya kalın olması her zaman işinize yarar bir özellik olmayabilir!










Kah-roooolsuun - ameee-riiikaaaaan
Em-perya- liiiiiizmi…

BvP.
Edited by Miki.


Fotoğraflar:

*CCCP-L5611, Bugün. Monino. Fotoğraf: José Luis Celada Euba. Meraklısına tavsiye ederim. Beyfendinin flickr hesabında dehşet fotoğraflar mevcut.

*Amerika Gezisi sırasında Roswell Garst’ın mısır çiftliğinde, Iowa. Michael Rougier, Life. “Khruschev Remembers” kitabından tarama. Bvp.

* CCCP-L5611, Andrews Hava Üssünde, 1959. Fotoğraf, Ebay’den!

* Amerika'dan dönüşte Moskova Havalanında.  Carl Mydans, Life.
  “Khruschev Remembers” kitabından tarama. Bvp.

* Kitap Kapakları, tarama, BvP.





.......................................
[1] Tüm bu işlerin bizim gibi figüranlara bile nelere mal olduğunu uzun uzun anlatmaya gerek var mı?

[2] Kruşçev denince bir durup bin düşüneceksin ey okuyucu. Asia Minor köylüsü boşuna kısa boylulardan ürkmez. “Götten bacak”, “yerden bitme” sıfatları, “üstteki kadar yeraltında da var” uzgörüsü boşa değildir. Yazımızın aktörü, Nikita Sergeveyiç Kuruşçev, kasaba manifaturacısını andıran bu adam 1894’de bir Rus köylü ailesinde doğar. Yanlızca 4 (evet dört!) yıllık bir formel eğitimden sonra Ukrayna’da metal işçiliği yapar. 1917 devrimi ve yenilenen devlet cihazı sokak kültüründen gelme, bıçkın, hırslı ve çok çalışkan kahramanımızın önünü açar. Harkov ve Kiev parti örgütündeki figür gösterilerinden sonra 1929’da Moskova’ya gelir. Tarım ve mühendislik konusundaki ilgisi, merakı ve kararlılığı ile Stalin’in ilgisini çeken bizim manifaturacı 1949’da Stalin tarafından Politbüro üyesi yapılır. Stalin’in en yakın çevresindedir artık.
Joseph Vissarionovich veya bilinen adıyla “Çelik Adam”a ecel terzisi 1953’de don biçince yakın çevresindeki iktidar itiş kakışında Malenkov, Molotov, Ürkütücü+Boktan polis şefi Beria’nın yanında çok da şansı varmış gibi görünmez. Ama yine de dördü ülkeyi yönetmek adına bir tür ittifak ederler. Epey sıkıntılı ortak iktidarın üçüncü ayında Beria’nın defteri bizim manifaturacının parmağının bol miktarda olduğu bir katakulli ile dürülür. (Defter dürmek derken...temizliyorlar adamı yani!) Sonraki birbuçuk yıllık üçlü “kolektif iktidar” sonunda Molotov ve Malenkov da sahneden çekilir. Nikita Bey 1955’de tek başına Sovyetler Birliğinin tek patronudur artık. Ülkenin genel stratejisinde ağırlığı git gide artar ve 1960 başlarına gelindiğinde ise Çelik Adam’ı aratmayan birtek adam iktidarına sahip olur. (Boşuna mı demişler “Kıçı yere yakın olandan korkacaksın” diye?) Ülkesinin yetersizliklerinin ve kaybedileceği belli bir mücadelenin içinde olduğunun tam bilincindedir. Arka arkaya çıkan, yeryüzünü –kelimenin tam anlamıyla- sıçıp sıvayabilir beş ayrı krizde; Süveyş, Irak, İki kere Berlin, ve Küba, bu bilinçle hareket eder. Vs. vs.

Konu ile ilgili, yakın tarihli ve çok çok iyi yazılmış bir kitap: Fursenko A., Naftali T., Khruschev’s Cold War. “The Inside Story of an American Adversary”. W.W.Norton&Company. 2007.

[3] 1959 Sovyet – Amerikan ilişkilerinde yüzyüze görüşmelerin, git-gellerin en fazla olduğu yıl. Amerikalı dangalakların ziyareti sürerken, Sovyet Prezidium üyesi Bay Kozlov’da on günlük bir celevan için Amerikada. Hoş ve samimi, ama sonuçsuz bir Eisenhower görüşmesi de çıkarıyor aradan.

[4] U2 Uçuşları ve sonuçlarından şurada biraz bahsetmiştim.

[5] Khruschev Remembers. “ The Last Testament”. Introductions by Crankshaw E, Schecter J., Translated and Edited by Talbot S. Little, Brown and Company. 1974. Sayfa 372’de.

Davet ediliş biçimini filan da işine geldiği gibi anlatıyor ya, neyse. Ziyaret önerisinin Amerikan tarafından “durup dururken” yapıldığını, Eisenhower’in kendisini ziyareti sırasında Kozlov’un eline bir zarf tutuşturup “al bunu bay Kruşçev’e götür” dediğini yazıyor.

[6] Troçki’de 20’lerin sonunda Siyasi Mülteci olarak Büyükada’da gönüllü sürgün hayatı yaşıyor. Eğer 1919’daki toplantı gerçekleşseydi, adam Harbiye ve Hariciye Komiseri olarak görüşmelere burada katılacaktı. Kaderin şeyi işte…

Konu ile ilgili güzel bir kitap : Troçki İstanbul’da. Çoşar, Ö.S., Türkiye İş Bankası Yayınları. 2010.

[7] “Khruschev’s Cold War” da uçağın yapılış nedeni olarak bu utanç gösteriliyor (Sayfa 228). Cenevre'ye kötü bir Douglas DC-3 kopyası olan IL-14 gitmek zorunda kalan Kruşçev daha sonra oğluna "bizim uçak  diğerlerinin yanında böcek gibi duruyordu" diyecekti. 22,5 metre boyundaki IL-14,  35 metrelik dört motorlu  "Super Constellation" ile karşılaştırılınca gerçekten böcek gibi kalıyor olmalıydı.

[8] Serinin ilk üretimi , Kozlov ve Kruşçev’i birer kere Amerikaya götüren “Rossiya” adlı bu önemli uçak 1961’deki uçuş uygunluk kabullerinden sonra yolcu taşıma amaçlı kullanılmayıp, test uçağı olarak ayrılıyor. 326 test uçuşu sonunda Aralık 1968’de hizmetten çıkarılıyor. 16 Mart 1972’de de son kez Moskova yakınlarındaki Monino Hava Müzesine uçuyor. Halen burada. Maalesef 2005/6 kışında, müze kapalıyken bazı dalyaraklar uçağa  girip, kokpite ciddi zarar veriyorlar.

Kasım 04, 2011

Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır? I

1/5/944
Eski kitapçıların önlerindeki sepetlerde karmakarışık halde duran fotoğrafları, kartpostalları eşelemeyi, ilginç bulduklarımı alıp eve götürmeyi severim. Uğraşlarımın çoğu  gibi bu da beş para etmez, işe yaramaz bir şeydir. Halbuki, insanın daha rafine uğraşları olmalı, keman çalmalı, spor yapmalı – en azından seyretmeli-falan. Bizde ne gezeeer öyle incelikler.
Duruma, tanımadığın insanların bilmediğin ama önemsedikleri anlarını pis bir naylon leğen içinde eşelemek olarak bakıldığında, olan biten pek hoş değildir elbette. Bir parça özel hayata burun sokma falan girer işin içine. Ama, onlara nerenden baktığına bağlı olarak eğitici ve ilginç olabilir. Her şeyde, ama her şeyde olduğu gibi; bildiğin, baktığının derinliğini artırır. (Kulağa epey zekice gelen bu lafa her zaman güvenilmeyebilir. Bazen de bi bok olmaz tabii)

Kimileri bildik fonlar önünde olur. Arkeolojik kalıntılar, yapılar veya geçmişte unutulmuş bir mobilya, ilgi çekici bir cihaz…Zaman zaman tanınmış birileri göze çarpar. Evlilik törenlerinin, birlikte yenen yemeklerin fotoğrafları da benzer durumların ayrı zaman dilimlerinde farklı tekrarları olduklarından ilginçtirler. Sıradan, anonim bireylerin kendileri için önemli, kaydetmeye değer buldukları bu anlar aynı dönemin gazete ve dergilerindeki fotoğraflara kıyasla çok sert bir gerçeklik duygusu uyandırır. (Böyle bir düşünüşü geliştirebilecek duyarlılık ve incelikte bir insan evladı olduğunuz nazariyesinden hareket ediyorum.) Çoğuna dikkatli bakıldığında bir şeyler öğrenmek, görmek mümkündür. Kavramak için yeterli mi? Sanmıyorum. Filozof’da zaten, “Tarihsel artı-değerin sahipleri yaşanmış olayların bilgisini ve keyfini de ellerinde tutarlar” buyuruyor. [1]


Yandaki fotoğrafa bakalım: döneme özgü fiyakalı el yazısının karman çormanlığı nedeniyle soyadınıokumakmümkündeğil Mehmet bey, “Kardeşim Tevfik Azmi’ye” 1937 temmuzunda Rio’dan, Copacabana plajından yollamış! Oralarda ne işi var-dı? Portekizce görüşebiliyor muydu?

Brezilya’da 1929’dan beri Büyükelçiliğimiz var. Belki elçilik görevlisiydi.T.C. Brezilya Büyükelçiliği internet sitesinde sadece büyükelçilerin isimleri listeleniyor. Onlardan da Hasan Tahsin Mayatepek’in adı, “Mayapetek” olarak yazılı (Buradan T.C. Brezilya Büyükelçiliği çalışanlarını ilgi ve hassasiyetlerini kutlarım!) Halbuki, Atatürk’e gönderdiği son derece eğlenceli mektuplarda Mayaların Türklerle kardeşliğini keşfeden, “Mu Kıtası” ile ilgili mühim malumat veren bu zatın adı unutulmamalıydı. [2]

Kahramanımız bu fotoğraf için sanki yanlış bir zaman dilimi seçmiş. Sabahın erken bir saati anlaşılan. Kumsalla özdeşleştirdiğimiz o acaip dişilerin hiç biri yok ortalıkta. Bir gece önce Rio gecelerine akmış, yorgun argın, kim bilir neyin üstünde (veya altında) uyuyakalmışlar. Aslında, böyle geceler o tarihlerde de yaşanıyor muydu, Mehmet bey’de akmış mıydı diye merak ediyor insan. Burada iki nokta daha var ilginç. Biri, üzerinde durulan coğrafya ve içinde bulunulan mevsimde (Temmuz ayı ortalama en düşük sıcaklık 18.9 °) hırka giyilmesi ki, zatın Türk vatandaşı olduğunu hatırlayınca normal geliyor. Diğeri de üzerindeki durduğu zemin. Bu zemin yüzünden, gönderilen fotoğrafın Antalya veya Samsun sahilinde çektirilip “Kardeşim Tevfik Azmi’ye” gönderilmediğinden emin olabiliyoruz. . Roberto Burle Marx adlı Brezilyalı bir peyzaj mimarınca tasarlanan ve plaj boyunca, yaklaşık dört kilometre devam eden promenad, “Portekiz Kaldırımı” [3] denen yöntemle; taşların renk veya tonlarına göre, tek tek mozaik benzeri yerleştirilmesi ile yapılmış. 1930larda başlanıp 1970’de bitiriliyor. Tamam, kolay bir iş değil taşları böyle bitiştirmek ama, 4 kilometreyi 40 yılda tamamlamak da… Eh biraz şey. Bu çok güzel ve çeşitlemeleriyle (her yerde aynı değil) dalga deseni nerdeyse plajla özdeşleşmiş, ikonik kimlik kazanmış bir hoşluk. Benzeri bir dalga dokusunu – dökme mozaik olarak- İzmir Kordon’da görmek olası. Her gidişimde korkuyla “ulan belediye bir yenileştirme, bir dönüşüm, bir şey, akla hayale gelmeyecek bir maymunluk yapıp kaldırmış olabilir mi?" Diyorum ama, şimdilik duruyorlar yerlerinde.



“Avenida Atlantica” üzerinde, kumsalın başında duran Mehmet Bey’in yüzü kuzey doğuya bakıyor, (bize göre) sol omzunun gerisinde, yani kumsalın en güney ucunda kıyı bataryalarının olduğu “Copacabana Kalesi” ve alçak barakalar hayal meyal, sağında ise, bugünlerin etekleri teneke mahallesi ile Morro dos Cabritos oldukça belirgin görülüyor. Uzaktaki Yapıları seçmek maalesef pek olası değil. Halbuki ileride, başının hizasında bir grup yüksek yapı var ki detaylı fotoğrafları çok ilginç olabilirdi. Kameraya bakan “yerli”ye, beyaz ayakkabılarına ve belli belirsiz seçilen, sırtı bize dönük beyaz kolonyal şapkalı, üniformalıya dikkat.

                                                                                            ***

Türklerin egzotik diyarlara yolculukları olduğu gibi egzotik diyarların insanları da Türkiye’ye seyahatler düzenliyorlar. Bana çok ilginç gelen diğer fotoğrafta Orta sınıf Türk ailesi ve genç bir Japon erkek var. Çekildiği tarihi kesin saptamak zor. Yine de, solda ayakta duran geç kızın ve annenin giysileri, mobilya üzerindeki duran elektrikli ısıtıcı ve radyo, takvimi 1940 sonları ile 1950 ortaları gibi gösteriyor. Çerçevenin üzerindeki çiviye asılı halka kulplu çanta 1950 başlarında moda olan bir şey. Elektrikli portatif ısıtıcılara ise Türk evlerinde 40’lardan itibaren rastlanabiliyor.


Evin iki kızı, anne, baba ve iki çocuk gündelik giysiler içindeymişler gibi. Baba fotoğraf çekilecek diye ceketini giymiş. Ama Japon beyefendi… O, sanki daha bir özenli. Kravatı, kravat iğnesi, her şeyi tamam. Ceket yakasında belli belirsiz bir rozet var. (Dolma) kalemi ceketinin üst cebinde duruyor. Okumuş, okumuş adam işleri yapan biri. Ellerini bir parça sıkıntı ile birleştirmiş ve arasında bir mendil veya kağıt tutuyor gibi, Sağ elinde yüzük yok. Ailenin iki kızı ve çocuklar birbirlerine benziyorlar. 16-20 yaşlarında iki kız ve 9-10 yaşlarında iki erkek çocuk. Hepsi kardeş olabilirler. Japon beyefendi ile arkasındaki çok güzel – muhtemelen- büyük kızın bir “rabıtası” olduğunu düşünüyor insan ister istemez. O kız bir başka gülümsüyor kameraya. Adam da kameraya rahatça, güven içinde bakıyor. Evde eğreti bir yabancı değil sanki. Odanın içinde bir başkası daha olmalı…Fotoğrafı çeken hakkında bir fikrimiz yok. Acaba Bizim Japon’un kardeşi, karısı falan mıydı? Belki de üçayak ve zamanlayıcı ile çekildi ve sekizinci kişi yok.

Bu zat kimdi? Neden oradaydı? Öncesi ve sonrası nasıldı o anın? Fotoğraftan sonra ne yaptılar? Hep birlikte sofraya oturup yemek mi yediler? Nasıl anlaşıyorlardı? Bunları bilmenin –benim için- olanağı yok. Zaten ne diyor adam : “Canlının geri dönüşü olmayan zamanının tek sahibi olur.” [4]

Son bir iki söz edeyim ki, her defasında aynı şeyleri yazmayayım.

Biriktirdiğim bu fotoğrafları tarayıp elimden geldiğince buraya aktaracağım. Hemen hepsi yukarıda yazdığım gibi, eski kitapçılarda, eskicilerde naylon leğenlerin, karton kolilerin içinde çıkardığım şeyler. Sahipleri yada ikincil sahiplerinin değer verdiği nesneler olsalar oralarda olmazlardı. Dolayısıyla ahlaki bir sorumluluk hissetmiyorum. Fakaaat, yine de; eğer büyük bir tesadüf eseri eşinize dostunuza, ananız, babanıza denk gelirseniz ve burada durması haysiyyetinize veya her hangi bir şeyinize dokunursa bana haber edin, hem çıkarır hem de seve seve sahibine iletirim.


1/5/944 Resmin Arkası,
Maalesef Köy Muhtarının adını okuyamıyorum.


BvP,



Fotoğraflar:
Copacabana’nın eski halini gösterir kartpostal ve kaldırımda seken yavru ceylan internetten. Diğerleri BvP

-----------

[1] Debord, Guy. Gösteri Toplumu. s. 128. Fransızcadan çevirenler: Ekmekçi, A., Taşkent, O., Ayrıntı Yayınları.1996.

Bu kitabı sanki anlayabilecekmiş gibi  1996'dan beri okuyorum. Ama, bay Debord  gerçekten bir şeyler anlatıyor mu? Anlattıklarını anlayalım istiyor mu?  Ondan da emin olmadım henüz!

[2] http://www.tdkkitaplik.org.tr/gun_dil.asp

[3] Geleneğin Antik Yunan, Roma dönemlerine dek uzandığını tahmin etmek zor değil.

[4] Debord 1996, 128.

Ekim 12, 2011

İçerisi ve Dışarısı

Yapılarla ilgili algının önemli bir parçası içeri-dışarı ilişkisi. Bu işin merkezinde de, iki hacim arasındaki geçirgenliğinin nasıl kotarılacağı var. Belirli ölçüde saydamlaştırılmış bir yüzeyin hangi tarafında olduğunuz, o açıklıktan neyi gördüğünüz veya göremediğiniz, yapıyı üretenin alanlar arasında kurmak istediği ilişkiye göre yüzeylerin sonsuz çeşitlilikte parçalandığı çözümler içeriyor.

“Bir duvara açılmış delik nebleyim pencere, kapı, boşluk o türden şeyler” olarak özetlenebilecek belki de oldukça basit, sıradan bu durum bana karmaşık ve ilginç geliyor maalesef…


 
Saydam | Saldırgan Dış Alan - Edilgenleşen İç Alan | Paul V. Galvin Library - IIT, Chicago 2007.

Saydam | Duvarda Hareketli Tablo | Bodrum 2006.


Geleneksel | Bekilli, Denizli 2009.


Gelenekselin Tekrarı | santralistanbul 2010.

Anlamını Kavrayamadan | Sanayi Sitesinde Derinlik | Ostim 2009.

Yaz Sıcağı | Dışarıda Merak - İçeride Serinlik | Bozcaada 2010.


Hiçbir Özelliği Yok-muş Gibi! | Didyma Kazı Evi 2011.

Sadece Gereken Kadar | İstanbul Üniversitesi Gözlem Evi 2011


Dışarıdan İçeriye - İçeriden Dışarıya | Bozcaada 2010

Yarı Saydam | Denge | santralistanbul 2011


Açıklık-mış Gibi Yapan| Bozcaada 2011

Fotograflar, BvP  

Ekim 07, 2011

Susurluktaki Ayran Heykeline Ne Oldu?

Miki ve ben sonbahar sonlarında kıyı Egede sekmeyi severiz. Günler bir parça kısa ama, hava ve deniz daha evcildir. Yazlıkçılar okulların açılmasına yakın sktir olup gider, Söke pazarındaki şeftaliler iyice olgunlaşmıştır. Börülce, incir, bol ve ucuzdur artık. En önemlisi; sevdiğim ören yerlerinde, antik kentlerde taş aralarında kertenkeleler tedirgin olmadan dolaşırlar. Kısaca güzeldir tatil yapmayı sevdiğimiz yörede yaz sonu.

Karayolundan yapılan bu mütevazi gezilerin hoş bir parçası olan araba yolculuklarını iple çekerim. Aslında, her yıl yedi sekiz saat boyunca iki yanımdan hızla geçip giden çok miktardaki anlık görüntünün bu aksın çevresini işgal etmiş hominidlere ilişkin düşüncelerime hiç bir olumlu katkısı olmaz. “Fashion Night Out” Çekimine katılan 30 ünlü [1] kadar içimi bulandırırlar. Ama ben başbakan, kültür bakanı, yerel yöneten vs. olmadığım için, yol boylarını sçıp sıvayan bu canlıları sevmek, hoşlanmak – seviyormuş gibi bile yapmak – zorunda değilim.

Emmioğlu Süper Kahraman
Neyse, Yalova’dan Bursa’ya kadar olanı pek bir şeye benzemez de, Bursa’dan sonra işler değişir... Yol uzayıp giden sonsuz bir komedi filmidir. Karacabey’den geçerken “Pansiyon Hara” tabelasını, “At Sevgisi Durağı”nı görüp, aklına Alman porno filmleri gelmeyen, pis pis sırıtmayan var mıdır? “İkizcetepeler Göleti”nden bahsetmiyorum bile. Canı hiç sıkılmaz insanoğlunun. Etrafta ne var ne yok Robert Venturi’nin ilgisini hak eder niteliktedir [2]. Her süfli benzin istasyonu - ki sayısızdırlar, benzin istasyonu mescidi ve köfte tapınağında nefesi hissedilir büyük üstadın. Bu yol boyu deliliğine kasketli ve pelerinli bir oğlan da karınca kararınca iki boyutlu katkılarda bulunur. Ulan elin Amerikalısı boynunda pelerin, kıçında tayt uçar da, Asia Minor köylüsü uçamaz mı? Fakat bu süper kahraman maalesef belden yukarı resmedildiği için altında ne olduğunu bilmek mümkün değildir. Ancak Romalı Centurion pelerinini, adaleli göğsünü görürüz. Ben nedense hep şalvarla hayal ederim onu.

 
Susurluğa yaklaşırken her an köpüklü ayran heykeli ile karşılaşma düşüncesi içimi hep kıpır kıpır eder...di! Fakat heyhat, eski dostu göremedik. O muazzam yapıt yol genişletme çalışmalarının (“duble yol” bildiniz değil mi?) kurbanı olmuş, kimbilir başına neler gelmişti. Susurluk Belediyesine ait iş makinaları parkının bir köşesinde veya mıcır tesisinde etrafa ışıklar saçmaya devam etmesini diledim haykırarak! Telefonunu bilsem Sayın Kültür Bakanımızın, ya da en azından Modern Sanat Müzemizin Küratörlerinin telefonu cep telefonumda kayıtlı olsa! Bu tarihi fırsat kaçmış oldu. Fakat sağ olsunlar, önemli simgenin yitirilmesine haklı olarak gönlü razı olmayan, olamayan yerel yönetme erbabı ve kasaba halkı aynı eksende yapıtları sağa sola saçıp, bu güzel yolculuğu anlamlı kılmışlar. “Yoğurdun içine su katılarak elde edilen bir tür içecek” üretim prosesi, insan ögesi de eklenmiş olarak karşımızdaydı artık. Hemen yanı başındaki bir başkası yine bardak ve ayran birlikteliği konuluydu. Durup, sanatçının ayran bardağının geometrisini yansıtıştaki sadakatini gözledim uzun ve sessizce...


Cömert bir tanımla “Şehir Heykeli” deniliyor olsalar da; topluma hakim kabasabalığın, tanılama fakr-ü zarüreti aynası şu nesneler ile ilgili karar sürecinin nasıl şekillendiği dehşetli merak ettiğim bir husus. Bu şeylerin önce maketleri yapılıp karar organlarına mı sunuluyor? Karar hangi organlarla (vücudun) veriliyor? Maketleri yapılıyor mu? Yapılıyorsa kaç ölçek oluyor? Yaptırılacak kişi veya kuruluşların seçiminde bir kriter var mı, yoksa yetersizlik yeter şart mı? Nasıl giyinirler, evleri nasıldır? [3]

Bu sorulara cevap aramaya vakit bulamadan imge değişip, “Outlet” uydurmasının bilinmediği, Karadenizli yapsatçı irisinin televizyonda ve her akşam reklam kuşaklarında beyaz gömleği, kocaman saati ile yatırım dersi vermediği, ama Cavit Çağlar’a servetinin sırrı sorulduğunda “Çok çalışmak. Bir de, dürüstlük” cevabı verdiği yıllardan seslenen seksen ortalarının post modern vahası, Varan Dinlenme Tesislerini görüyorum. Öğrenciyken pek beğenirdim malzemesi ile ağırbaşlı, kütle hareketleri ve cephe geometrisi ile –azıcık- fingirdek bu yapıyı. Şimdilerde yolboyu karşılaşılan onlarcası gibi boşaltılıp ölmeye terk edilmiş. Her yıl bir parça daha kırılıp döküldüğü görmek iç burkucu. Yol kenarı tesislerin en yakın kasabadaki kalfa tarafından kotarılmadığı ilk örnek belki de. Bu türden başka ve yeni bir örnek Akhisar yakınlarındaki Keskinoğlu Tavuk Lokantası. Zatın tavuk adlı kümes hayvanına duyduğu muhabbet destansı. Kilometreler boyu iki yanda söz konusu canlının emriyodan yenebilir türlü biçim ve hallere nasıl dönüştürdüğünü izleyebiliyoruz. Tesislerin anayurdu Kayalıoğlu Kasabası’nın dev bir tavuk heykeli yapma zamanı geldi de geçiyor.

Kırgın ve Umutsuz...


Daha Bir Fingirdek

Balıkesir Kenti ile şu erotik gölet [4] arasında, Akhisar yönüne doğru yoldan hafifçe yüksekteki köyün camisini görmemle “Miki bak! Ya Felipe Brunellesci’nin torunları bu köyde oturuyorlar, ya da bura Floransa’nın kardeş bilmemnesi” sözleri döküldü ağzımdan... O da “İnşallah, MKD senin gibi olmaz, normal biri olur”u yapıştırdı. Yeni Anadolu insanının dinsel yapı üretmekteki özensizliği, berduşluğu ile bu tür ani karşılaşmalarda hemen Süleymaniye’yi, Athena Polias Tapınağını aklıma getirir ferahlarım. “Tamam İstanbul’a gitmek pahalı, yol uzun vs. Ama bi minibüs kiralayıp Priene’ye gitmek kaça patlar ki bu köylülere? Uzak mı? Dur! Sardeis var, yakın. Orası da açar ufku, şeyi” dedim. Bu defa cevap bile vermedi!
Floransa ile Kardeş Köy Selimiye
Floransa, Santa Maria del Fiore,
Kubbe 1460'lar
Saruhanlıya gelince anlar insan Ege’ye geldiğini. Güneş daha ışıltılı, renkler daha parlak, kokular daha keskindir artık. Yol iki yanda temizcedir ve ustaca ekilmiş tarım arazileri arasında devam eder. Kasaba halkı tuhaf bir şekilde diğerleri gibi yol üstündeki tarım arazilerini artarda benzin istasyonu şeklinde taşlaştırıp, taşşak kebabı yapmayı tercih etmemiştir. Tuhaf değil mi? Bu kasabada ters giden bir şey var ama ne? Hoş çevre uzun süre durmaz otomobilin pencerelerinde. Yol ve zaman saatte 90 – 100 kilometrelik bir süratle hareket ettiğinden Manisa yaklaşmaktadır maalesef. Sevimsizdir bu can sıkıcı, tıklım basa ve kötü binalarla dolu kent.

Sadece Bana mı Öyle Geliyor, Yoksa Hakkaten
 Las Vegas Gibi mi?
Ayrıca bir grup uydurukçu, kuru kuruya övünmekten hoşlanan insan olduğunu da bildiğim için iş iyice tatsızlaşır. Uydurukçu olmasalar kentin girişine, çıkışına, oraya buraya kocaman “Lalenin Vatanı Manisa’dır” [5]Ya da, “Dünya Kuru Üzüm İhracatının Yarısı Manisa’dan Yapılmaktadır” [6] tabelaları koyarlar mı! Yine yol üzerinde Cihanşümul Padişahlarımızın resimlerini görüp, hamiyetimden gözlerim yaşarıp, Manisalı değilken bile gururlanacakken “bir döneme damgasını vuran” bu zatlardan III Mehmed’i fark ettim. Büyüklerini seviyor muydu bilmiyorum, ama küçüklerini sevmeyi öğretememişlerdi şehzadeliğinde [7]. Biraz canım sıkıldı tabii. Ama artık Egedeydik işte ve Manisalıları kendilerini ifade  sorunları ile baş başa bıraktık. Nasıl olsa birazdan o iç bayıcı dağ geçitlerinin aşacak, İzmir’i göreceğiz. İzmir’den sonra mı? Ver elini Söke ovası.

Hayat güzel hakkaten...
Miki ve ben sonbahar sonlarında kıyı Egede sekmeyi severiz…



Bvp, Ekim 2011.

Edited By Miki



[1] “30 ÜNLÜ FNO çekiminde BULUŞTU”, Vouge Türkiye. Eylül 2011. Sayfa 362-385. Bu yayının her sayfası bir hazine... “Büyük ve sarkık kulak memelerini ne yapmalı?” Merak ediyorsan Sekiz TL. Karşılığı öğrenmek mümkün.

[2] Robert Venturi 20. Yüzyıl Mimarlığının; daha doğrusu, post modern mimarlığın kuramsal temelleri konusunda yazdığı iki temel kitapla tanınan Amerikalı Mimar / Mimarlık Kuramcısı. İlki “Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki” diğeri, “Las Vegas’ın öğrettikleri: Mimari Biçimin Unutulan Simgeselliği”. Anlaşılması güç, epey zor okunan bu kitaplar hala mimarlık öğrencilerinin ilgisini çekiyor mu bilmiyorum. Mimarlıkta Karmaşıklık ve Çelişki Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı tarafından 1991’de basıldı. Maalesef “...çelişkili ilişkiler kendilerini uyumsuz dizemlerle, yönlenimlerle ve komşugenliklerle ve özellikle benim aşırı komşugenlik diye adlandıracağım – farklı ögelerin bindirtileri – olgularla kendini gösterir.” türü cümleler gırla. Belki de, orjinalini okumak akıl sağlığı açısından en uygun olanı. Ama, iyidir ha! Onu da söylemeli.

[3] Aslında bu nesnelerin önünde yer aldıkları fonun üstünkörü bir incelenişinde bile (çevre düzeni, binalar, insanlar vs.) kent, kentin sakinleri ve o şeyler arasında önemli paralellikler saptanabiliyor. (Metindeki “kent” ve “heykel” tanımlarını pek ciddiye almayın). Daha önce link vermiştim ama yine vereyim: Ebenizin heykellerine eğlenceli ve bir o kadar da tüyler ürpertici bir yolculuk; spektaküler şehir heykelleri.

[4] İkizcetepeler Göleti: Gövde hacmi 1.115.000 m3, akarsu yatağından yüksekliği 52,00 m., normal su kotunda göl hacmi 164,56 hm3. Bu iyi de, Soma yakınlarındaki “Sevişler” Barajına ne demeli?

Ecnebi memleketlerde de var aynı sıkıntı. Amerika Birleşik Devletlerindeki “Blue Ball”, Intercourse”, “Flushing” ve Avustralya’nın “Fucking”i, gibi çok bilinen örnekleri geçtim . Güney Dakota’da “Gayville”, Nova Scotia’da “Shag Harbour”, Ontario’da “Crotch Lake”. Daha fenası var:  İngilizler bu konuda sanki epey ileri: Cabridgeshire “Prickwillow”, Merseyside “Lickers Lane” Orkney’de “Twatt” diye yerler olduğu söyleniyor!

Yazar Bill Bryson’da bu işlere kafa yoranlardan. Amerika Birleşik Devletlerindeki Coğrafi adlara ayrılmış eğlenceli bir bölüm: Bryson, Bill. Made in America. S.122-144. Black Swan, 1994.

Ayrıca : “The Lost Continent” Travels in Small-town America kitabında da konu ile ilgili iyi örnekler var.

[5] Galiba; sadece Manisa civarındaki dağlık arazide değil Anadolu’da çoğu dağlık alanda, Doğu Avrupa ve Akdeniz’de de bulunabilen yabani tür lale “Tulipa Orphanidea”yı kast ediyorlar. Bu bitkinin anavatanının Pamir, Hindikuş ve Tien-Şan Dağları olduğu da, kentin geçen yolculardan saklanan bir sır! (Naçiz fikrimce; genel olarak lale benimsemek, sahiplenmek için çok da iyi bir tür değil. Hadi, biri benim dedin, ama 108 tür lale daha var!)

[6] Tam hatırlamıyorum da, bu minvalde bir şeylerdi.

Dünyadaki önemli 10 kuru üzüm ihracatçısının 2006 yılındaki toplam ihracatı 783.544 ton veya 987.348 milyon dolar. Türkiye’nin ihracatı ise 240.375 ton / 284.420 milyon dolar. Bu da %28.8 lik bir pay demek. Yarıya daha epey var. Hem cennet vatanımda yalnızca Manisa’da değil, Turgutlu, Salihli, Akhisar, Menemen, Mustafakemalpaşa, Çal, Çivril’de de üzüm yetiştirip kurutuluyor. Yani, Manisa kuru üzümle imtihanında da sınıfta kaldı!

Bence Manisalılar için can sıkıcı başka bir durum var. Vasat bir ultrasonografı cihazı ortalama 11 -12.000 dolar. Gurur duydukları kuru üzümlerinin tonu ise, 1.183 dolar Yani; böyle bir şey alabilmek için, o gururdan 10 ton civarı veya 30.000 salkımı yetiştirip, toplayıp, kurutmaları gerekiyor!

Türkiye Dünya kuru üzüm ihracatının neresinde? Merak edip, sormaya korktuğunuz her şey için pek faydalı bir kaynak : http://www.tgdf.org.tr/turkce/tgdfraporlari/igmkuruuzum.pdf

[7] “Babasının cenaze merasiminin hemen akabinde 19kardeşini idam ettiren Mehmed III., devlet ve saltanat emniyeti namına, seleflerine nazaran kardeş katilliğinde daha ileri bir dereceye vardı”. Durun, hemen “ulan ne var Sultan Kanunu işte, hem II. Mehmed Başlatmıştı bu işleri” demeyin.Gerisi geliyor.: “Mehmed III., tab’an zayıf iradeli olup, fazlaca te’sir altında kalırdı… Aynı zamanda vehimli idi. 16 yaşındaki büyük oğlu şehzade Mahmud’un bir şeyhin telkini ile, kendi aleyhinde haric ile mektuplaştığı haberi alınıp, mektupların kızlar-ağası vasıtası ile elde edilmesi üzerine şehzadenin boğdurulması (27 zilhicce 1011= 7 haziran 1603)…

Gökbilgin, Tayyib. İslam Ansiklopedisi C. 7, 535-547.

İslam Ansiklopedisi ,
İslam Alemi Tarih, Coğrafya, Etnografya ve Biyografya Lugati.
Milli Eğitim Bakanlığının Kararı Üzerine İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde A. Adıvar, R. Arat, A. Ateş, C. Baysun, B. Darkot Tarafından Leyden Tab’ı Esas Tutularak Telif, Tadil, İkmal ve Tercüme Edilerek Neşredilmiştir.
(İlk Sayfadan)







Ağustos 06, 2011

Bebek Yarasa

Miki tam bir hafta önce beklentilerimin aksine, bir homo sapiens yavruladı. Tuhaf bir durum ama, insan olmasına rağmen sevdirdi kendini. Kocaman gözleri, incecik bacakları, küçücük el ve ayakları, sırtında ve omuzlarındaki ince siyah tüyleri, yumuşacık ve gevşek derisi ile bir yarasayı, en azından bir, bir rodenti andırıyor olması içimi rahatlattı biraz. Çünkü, beyaz ve kolsuz fanila gibi bir şey giydirildiğinde, yüzünün yanlarına doğru incelerek gelen favorileri ile insan ırkının “apaçi” adlı alt türüne ürkütücü bir benzerliği var.

Bakamayız diye eve senelerdir süs bitkisi bile almadık. Esasen bitkilerin yenebilir olanları ile aramız çok iyidir de, bitki bile olsa evde bir şey besleme fikri pek bize göre değil. Ama Miki kabul edilemez bulduğum, katlanamadığım çoğu şeye yıllar içinde beni alıştırdığı, ikna ettiği gibi buna da – yani bir canlı yapıp, evde besleme fikrine - ikna etti. Hatta, “ulan bu fikir benden mi çıktı acaba?” diye bile düşündüğüm oldu. Canlı yapma prosesine bir itirazım yoktu elbette, hala sevdiğim bir uğraştır o.

Yeni ortama uyum sağlamak, bilgi görgü artırmak için elimdeki basılı malzeme pek yeterli değil. Rub’u tahtası ve usturlaplar, denizaltılardan atılan güdümlü roketler ve kompozit sütun başlıkları hakkında genişçe malumat, iki değişik derin V formlu, takriben aynı deplasmandaki tekneler arasındaki güç gereksinim eğrilerine ait yayınlar var da, bir “İşletim El Kitabı. Yavru Homo Sapiens / Blok II ” yok. Fakat günümüz bilgi çağı değil mi? İnternet var. Bu çağ içimize girmiş, öyle bir girmiş ki, kulaklarımız oynuyor ama boynumuzu çeviremiyoruz. İçimiz dışımız buram buram bilgi ve paylaşılan deneyler. Rodent benzeri canlının varlığının sorumlularından olarak “Epidural”in Dupont üretimi bir kırılmaz cam türevi, “Kolostrum”un da Kuzey Afrika kıyılarında bir Roma Liman kenti olduğunu düşünebilirdim. Ama akademik reflekslerim güçlüdür. Araştırmak, öğrenmek göbek adlarımdandır.

Yarasa Çıkarıcı Birazdan İşe Başlayacak
30 Temmuz 2011. 09:31 (GMT+03:00)
Bu refleksle şimdi tam gaz “bebek bloğu” gezegenlerine kontrollu iniş yapayım, araştırayım öğreneyim, istifade edeyim dedim ama, anlaşılan çoğunun atmosferi zehirli gazlardan müteşekkil. Fazla solunduğunda kusma ve mide bulantısı  yapıyorlar. Özellikle yavrulayan Türk dişilerinin okumuş olanının – hele bir de ecnebi memleketlerde okuyanlarının - gezegenin pek tehlikeli canlılarından olduğu keşfettim. Bu yaratıklar spermlerini dişilere bulaştırıp üreme dürtüsü ile yanıp tutuşan kimi eril üyeleri gibi, onlar da her şeyi, ama her şeyi öğrenmiş olarak akıl fikir ve deneyimlerini bizlerle paylaşmak, sıvaştırmak için yanıp tutuşuyorlar. Küçücük bir akıldan söz edilebilirse, o şeyleri yazarken buharlaşıp yok olmuş gibi. Yogaya başlayanlar, “sling mi? kanguru mu?” ikilemi içinde uykusuz geceler geçirenler (bunların genellikle kısa bir süre sonra çıkacakları intergalaktik seyahatler oluyor ve işin en doğrusuna hemmen ulaşmaları gerekli… Okumuş küstahlığı işte.), farmasötik kimya doktorası yapmışçasına bilgi salgılayanlar gırla. Galiba boz renkli, tatsız bir krizalitten sevgi kelebeğine dönüşüm çok kısa sürede cereyan ettiğinden, dönüşüm hazmedilemeyip gaz sancılarına neden oluyor. Bu hazımsızlığın yancıları da var elbette..

Çoğu sevgi kelebeği blogcu anne adaylarının, annelerin yaşamlarının önceki dönemlerinde herhangi bir şeye fazla bir ilgi/sevgi göstermemiş oldukları çok açık. Kraliçenin Ayşe Arman, baş nedimenin Ebru Şallı olduğu, (Gülben Ergen de vardı. İnternette ”conta hareketi” diye ısrarla aratınız, lakin o istifa etti galiba bu vazifeden) en anne olana bloglar aracılığı ile biat edilen bu amazonlar toplumunda bir ortak özellik daha var. Kendilerine sunulmuş –genelde çok pahalı- eğitimin bir gereği [1], durumların nesnel ve rasyonel bir tavırla ele alınıp, en mükemmel çözüme ulaştırılması vaziyeti... Bu durumda talep kendi arzını yaratıyor. Ad soyad sonuna eklenmiş “Photography” mütebbisleri [2], hamilelik "koç"u eski hemşireler, hastane kapısı süsleyenler türü zerzevat  söz konusu tavrın yan ürünleri. Her durum ve işin “uzmanları” tarafından kotarılması, eldeki konunun bokunu çıkarmak, küçücük aklını,  yaşantısını, yaşadıklarını pek ilginç bulmak, önemsemek bu tarz dünyaya bakışın önemli unsurları.. Onlar sıradan insanlar değil. Herkes çok güzel, herkes çok duyarlı, çok bilgili, herkes çok tuhaf ve bir o kadar ilginç sevimli deneyimler yaşıyor, herkes…vs. vs. vs.

Ancak, hiç kimse sıradan olmayınca, mevcut durum da acıklı bir sıradanlığa dönüşüyor galiba. Farklı olmak için sarfedilen o kadar çaba davulcu ossuruğu formunu alıp kalabalığın gürültüsünde kayboluyor.. Hayır, ulan farklı ne olabilir? O kadar para ve zaman harcamışsın, işsizlikten, amaçsızlıktan, ya da kim bilir hangi nedenden hayatının ekseni yavruladığın canlı oldu diye, illa spektaküler bir şey mi olması gerek? Ultrasonografi teknolojisine katkıların mı oldu? Senin durumunu özel kılan nedir?

"Sıradan ve İddiasız"
Miki de ben de basit canlılar olduğumuz için, ilgi çekecek değişiklikler olmadı hayatımızda. Sıradan ve özelliksiz, yarasamsı canlımızla her zamanki gibi sakin ve keyifle yaşayıp gidiyoruz. Geceleri uyanıp, minicik ellerine, ayaklarına, kocaman gözlerine bakıyorum (Bilmeyenleri aydınlatayım: bir ilginçlik ya da sadece sizinkine özgü bir durum değil bu. Tüm yeni doğanların -eğer fil plasentası ile beslenmemişlerse- el, ayakları ufak, gözleri de kafataslarına göre büyük olur). Tüylerle kaplı sırtını, omuzlarını görünce gülme geliyor. Bizlere muhtaç çaresizliği içimi burkuyor. Çaresizliğinin çaresi olduğumuzu bilmek aptalca gururlandırıyor. Miki’nin memelerini hayvansı bir neşeyle emerken bir yandan da inanılmaz gürültüler ve miktarlarda dışkılıyor. Hayat üçümüz için de güzel yani…

Biraz büyüsün, sıradan olmanın erdemi ilk öğreteceklerimden olacak.

BvP,

Edited By Miki

-----------------


[1] Gülben Ergen de, Ebru Şallı da öyle pahalı ve karmaşık eğitimler almış gibi durmuyorlar. Ancak Ebru Şallı’nın bir takım editoryal yetenekleri olduğu gerçek. Mükemmel bir anne ve eş olarak, üzerine düşenleri fazlasıyla yerine getiriyor. Bebek bakımı kitabı, yemek kitabı yazıyor, bu konularda deneyimlerini paylaşıyor, küçük sırlar veriyor bizlere. Aynı mantıkla serininin üçüncü kitabının “yatak deneyimleri ve sırlarım” olmasını kuvvetle ümit ediyorum.

[2] “Konsept Bebek Fotografçısı” diye insanlar var. “Konsept” önemli bir kelime bu dünyada zannederim. Çünkü iki “photography” müstahdeminden en az biri “konsept” işine de kuvvet vermiş. Bizim böyle konseptüel kaygularımız olmadığından, Yarasa’mızın fotograflarını çekmek bana ve “ayfon”lu arkadaşlarımıza düştü.