Emsallerine faiktir

Nisan 29, 2009

Her Türk'e Lazım Güzel Sözler II

"...Bunlar şeytan gibidir, düşünü aldırırlar, suyunu kızdırmazlar. (Gülüşmeler). Onun için dikkatli olmak lazım gelir. "

-Adnan Menderes, T.C. Başbakanı, 10 Mayıs 1955-


Demokrat Parti Meclis Grubu Müzakere Zabıtları, X, Cilt:154: 43-46
Aktaran: Albayrak M., Türk Siyasi Tarihinde Demokrat Parti (1946-1960)
Ankara, Phoenix Yayınevi, 2004, XIV+761 s.

Yerli Obama



29 Mart 2009 Yerel Seçimleri Öncesi Muhtar Adayı Afişi. Nazilli, Aydın

Nisan 28, 2009

Darth Vader Camii Şerifi


Çocukluğumda, gazete ve dergilerin vazgeçilmezlerindendi şu, “aradaki bilmem kaç farkı bulun” zevzekliği. Bir garabet olarak yıllar sonra karşıma çıktı. Yeni on yılın muazzam icadı, sonu “şehir” veya “kent” olarak biten, otoyol kenarı yaşam dünyalarından birinin ucunda. Delice tüketilen her şey gibi –şehir’li, -kent’li yapı grupları da yerlerini başka bir furyaya bıraktı. Yeni “tarz”; –evleri! Veya -li evler takısı ile bitenler. Şöyle mesela: “Hades Evleri”, “Krematoria Evleri”, “Klitorisli Evler” gibi... Başka bir alternatif bölgenin eski adını kullanmak: Kalamış'ta ev yapılıyor ise “Kalamisia Evleri” diyorsunuz mesela. Fakat benim küçücük aklı tümüyle bedenden çekip çıkaranı, İstanbul Maslak’da bina edilen, Manhattan'ın dayı oğlu “Mashattan”! "Hani Manhattan var... New York'ta. Işıl ışıl, yüksek binalarla dolu. Hah, işte bizim Maslak var ya..." diyerek anlatmaya çalışırken bile gözüm kararıyor, başım dönüyor. Ama anladınız işte.

Gelelim "aradaki farkı bulun" oyununa: Yapıldığı yıllarda epey rağbet görmüş, fakat bir süredir yaldızı oldukça dökük bu yerleşimde yaşayan bireylerin –eğer ezilmeden ulaşabilirlerse- kullanacağı bu cami, kapısının önünde Simon Legree’yi Tom Amca’yı kırbaçlarken görmeyi umacağınız, plantasyon kaşânesi tarzında bina edilmiş bir dükkan-okul’a komşu. Dükkan-okulun bir de dükkan-ana-okul’u var ki, tüm bu mimari Disneyland tek bir yazının konusu olamayacak kadar cıvık…

Bizim cami, çağdaş bir mimarlık örneği olmak üzere tasarlanmış belli ki. Tasarlayan, mimarlıkla İslam dini arasında determinist bir bağlantının var olduğunu savunan ve uygulayan kesime ait biri olmalı…

Genel olarak bu kesimin önemli çabası, mimari açıdan bakıldığında “bugün”e çözüm getirmekten çok “dün”ü açıklamak. Fakat o, o parlak insan burada ayrılıyor işte. Bizim mimar, çağdaş mimarlık üretiminde İslami içeriğin ne olabileceği sorununu “bugün”le bile uğraşmadan, gelecekte aramış, bulmuş da… İslam’da, kişioğluna verilen bireysel özgürlüğü (eski deyimle, “ irade-i külli”yi) sonuna kadar kullanıyor. Tüm bireyler gibi onun da, bu özgürlüğün bokunu çıkarıp, feza aleminden kentsel strüktürümüze muhtelif öğeler indirdiğini seziyorum. Kurgusal bir evrenden getirip Ataşehir’e konduruyor Darth Vader’i. Siyah miğferi ve ışın kılıcı ile.

Kasabalarda, köylerde son on onbeş yılda yapılmış oldukları belli, çoğunun paslanmaz çelik minaresi balistik füze maskotu boyut ve formunda (Bunların en iyileri Bolu Dağı civarında, yol kenarında bulunuyor) bir sürü tuhaf, garip cami görüyorum. Çoğu, köy ya da kasaba cami yaptırma derneği marifeti olan bu yapılar parası, aklı ve görgüsü kıt hevesliler tarafından yapılmışlar. Oysa, “Darth Vader Camii Yaptırma Derneği” falan kurup makbuzla para toplanarak kotarılamayacak bir girişim buradaki. Sıkı bir tasarım süreci, profesyonel pratik, muhtelif hiperuzay seyyahatler, yığınla para ve ince bir zevksizlikten söz ediyoruz. Boru değil.

Bu mimari tema parkı civarında artık işim kalmadığı için inşaatın son durumunu bilmiyorum. Fakat o civarda, geceleri siyah pelerinli iri yarı bir adamın elinde ışıldayan bir çubukla, “Luke sum ipse patrem te” [1] diye bağırarak dolaştığı söyleniyor!



[1] Luke, I’m your father !

Edited By Miki














Nisan 09, 2009

Ferrarisini Satan II. Filip

Canım hiçbir şey yapmak istemiyor aslında. Bir süredir yerel seçimler ve bizim mahalleye muhtar olmayı kafaya koymuş bir hıyarın seçim vaatlerini döşediği broşür ile ilgili bir şeyler yazmak niyetindeydim. Seçimler de geçti gitti. Saçma sapan bir konuda “avukatlar ordusu” ile bizim adımıza mücadele etmeyi garanti edecek bu moron hakkında bile yazmak istemiyorum. Oysa başka biri daha vardı, son haftalarda kendisi ile yapılan bir röportajı okuyup çok beğendiğim, “sadece Tom Ford giyiyorum!” diyerek Boğaz siluetine ana avrat söven bir binanın en tepe katında oturan mimar... O da olabilir bak. Fakat sonra, yakın zamanda yazıştığım bilge eski akrabamın: “…Aklı bizden daha kıt olduğunu düşündüğümüz insanlara vurmak, biraz sakat insanı dövmek veya mahallenin delisini çomakla dürtmek gibi kaçıyor…” dediği geliyor aklıma. Söylediği çoğu şey gibi bu da itidal ve sağduyu içeren saptama. Yine aynı günlerde Aydın Boysan “iyi cacık nasıl olur?”u anlatıyordu. (Bu tür tariflerin olmazsa olmazı; biz ölümlülerin aklına gelmeyecek açılarla kesilmesi gereken zerzevat, en basit baharatın mutlaka özel bir yerden toplanması gerekliliği ve ancak laboratuar ortamında sağlanabilecek karışımlar. Yoğurda katılması gereken yüzde yedi oranında -sızma elbette- ve çoook iyi çırpılması gerekli zeytinyağı falan gibi.)
Yazıda şu veya bu şekilde “hıyar”dan bahsedecek olmak iştah kabartıcı olsa da, bir kenara bırakıp basit bir gezi yazısı ile uğraşmak hem eski akrabam hem de benim için daha sakinleştirici belki .

Madrid’den çıkıp 30-40 kilometre kuzey batıya doğru dingin, kırlık Sierra de Guadarrama bölgesine gelindiğinde sağınızda, ama yoldan görünmeyen bir vadide iç savaş sırasında boğuşan taraflardan yaklaşık kırk bin kişi gömülü. İspanyol Faşist Hareketi öncüsü olan zat ve General de, vadideki neoklasik tarzda inşa edilmiş bazilikada mukim. Yapımında yirmi bin Cumhuriyetçi esir ölesiye çalıştırılarak “kefaretlerini” ödemişler. Adolf ve baş kalfa Albert Speer’in hayallerini süsleyebilecek bu granit mezranın bir atraksiyonu da yüzelli küsür metrelik yüksekliği ile yer yüzündeki en büyük haç. Esas konumuz bu değil. Görmeniz gerekli bir yer de değil, malumatfuruşluk dağarcığınıza katkısı olsun diye yazıyorum. Esas görmeniz gereken yer yaklaşık on beş kilometre daha kuzeyde Abantos Dağı eteklerindeki San Lorenzo de El Escorial adlı kasaba…
Çok güçlü, çok Katolik İspanya Kralı İkinci Filip Avrupa Kıtası’ndaki Protestanlardan “illallah” demekle; kendine bir manastır, bir Kraliyet Sarayı, soyu sopunun şöyle ağız tadı ile gömülebileceği bir nekropol ve bir okul yaptırmaya girişir. Abantos Dağı'nın graniti ve yeni dünya’nın altını bitip tükenecek gibi değildir. (Aslında hiç bu kadar uğraşmayıp Madrid’de kalıp, Calvin ve Luther’in bacaklarına birer sıktırsaydı da olurdu bence, neyse… Kral bu. En iyisini bilir.) Yapıya 23 Nisan 1563’de başlanıyor. Mimar Toledo’lu Juan Bautisa ellerine tükürüp kazmaya sarıldığı bu yıl Pieter Brueghel’de “Babil Kulesi” isimli yapıtını tamamlıyor. (Viyana’ya falan giderseniz, eh, gidip bir görmekte yarar olabilir.) Bu ikisi dışında o yıl Avrupa’da “tık” yok deyim yerindeyse. Din derdiyle birbirlerini yiyorlar. Neyse, bizim Toledo’luya ecel terzisi 1567’de don biçince, çırağı Juan de Herrera geçiyor dümene ve 1584’de, 21 yıldan kısa zamanda bir tamam bitirip, elleri göbeği üzerinde kavuşturaraktan çıkıp şuraya oturuyor. Yapının alt katında tüm bu mimari serüven, maketler, orjinal çizimler, bin bir türlü mimari alet edevat, çeşit çeşit sergileniyor. Yeterince sapıksanız mutluluk içinde sadece burada bir gün geçirebilirsiniz.
Izgara plan (gridiron) uygulandığı her yerde yazılıp çiziliyorsa da, bu ölçekte ve azamette bir yapı için 16. yy’da akla başka bir strüktür gelebilir miydi? İnsan merak ediyor hakkaten. Buna rağmen geleneksel inanç, İ.S. 3. yy’da Izgara üzerinde kebap edilerek öldürülmesi münasip görülen bir azize hürmeten ızgara plan uygulandığı yönünde!

Yapının tümü granit. Her şey, ama her şeyi granitten münasip görmüşler. Taşların işlenişi içeride ve dışarıda aynı, hafifçe pürüzlü bırakılmış. Koskoca İspanya Kralı jant kapağı gibi pas parlak, ve cilalı yapmamış. Bu tam kıvamındaki kabalık, yapının kimliğine uygun ağırbaşlı, çetin ve mütevazi tavıra tam oturuyor. Düşününce: ne zor iş, hem saray ama bir o kadar da manastır gibi fakat biraz da mezarlık vs. Çok telden çalan binalardaki bu kimlik sorununun üstesinden gayet güzel gelmiş Toledo’lu.
Dışarıdaki muazzam alan, bir tarafından Yunan haçı planlı bazilikaya cepheli hafif karanlık, basık bir avluya açılıyor.

Bu bazilikanın yaklaşık yüz metre yükseklikteki kubbesi St. Peter’inkini andırsa da, onun kadar oyuncaklı değil. Düz, ağırbaşlı Romanesk bir üslupla çok güzel becermiş işi adamımız. Dış tarafta dağı ve ovayı kavrayan inanılmaz, çok etkileyici bir bahçe var. Yapının muhtemelen dağın eteğinin en alçak noktalarından birinde, ama ovadan da yeterince yüksek. Bahçe aşağıda da devam ediyor. Sakin, dingin ve güzel. Yanı başınızda dağ, granit lenduha ve yeşil, sakin dingin bahçe. Yapının içinde Kralımızın hususi dairesi, muhtelif ölüler ve akılları fıkara bedenden söküp alabilecek güzellikte bir kütüphane var… Çeşitli yangınlarda bir bölümü yok olmuşsa da, hala sahip olduğu binlerce nadir kitap ile Avrupa'nın önemli kütüphanelerinden. Maalesef bu bölümde fotoğraf çekmeye izin vermedi Bay İspanyol Kültür Bakanı. Çok kaliteli, güzel ciltler içindeki kitaplara kek gibi bakıyoruz öyle, şöyle bir basamağa çöküp, içlerine bakmak ne kadar isterdim halbuki.

Bu güzelim yapı ile ilgili yazacaklarım bitmedi. Kültürün evrenselliği gibi, görgüsüzlük de evrensel. Abantos Dağı eteklerinde yine karşılaşıyorum bu gerçekle! Dış avludan içeri giren bir Ferrari’ye takılıyor gözüm bir an… Dar kapıyı dolduran, alımlı giysiler içindeki Madrid’li küçük burjuvalar (bilimsel olsun diye “cemiyet hayatının ünlüleri” demedim yoksa, bok her yerde aynı bok, bunlar İspanyolca konuşanları o kadar) dar kapıdan gürültü ile geçip Bazilikanın avlusuna girmeye çalışan ferrariyi seyrediyorlar. Hafif çiseleyen yağmur şiddetini artırmış olsa da, goy goy devam ediyor. Biz salak turistlere de eğlence çıkmış durumda, ben karıları tarassut ediyorum, ama yok…Bura cemiyet hayatının orospularında, bizdekilerde olan o şey -hava- yok! Bunları bir kenara bırakıp avludaki sürreal manzarayı seyretmek daha ilgimi çekiyor. Yine epey lüks, ağırbaşlı bir limuzin içerisinde gelen yavru gibi gelinin de avluya girişi ile misafirler de nikah törenine icabet etmek üzere bazilika’ya doğru ilerliyorlar.
Doğal olarak bizler davetli falan değiliz. İyice acıkmış olarak, kasabadaki et lokantalarından birine seğirtiyoruz. Yolda bir an aklımdan “ya bizim inançlı cemiyet hayatı ünlülerinin de aklına günün birinde böyle bir şey gelir mi heyvah? Nikah Topkapı Sarayı’nda Zeynep Sultan Camii’nde, mevlüd Revan Köşkü’nde. Eh, gerdekten sonra gusül abdestini de III. Ahmet Çeşmesi’nde…” düşüncesi geçiyor.Yüzümü buruşturuyorum, iştahım kaçar gibi oluyor...

Hürmetlerimle.




Edited By Miki

Nisan 07, 2009

Annem

Uzun süredir hasta olan Annem onsekiz mart ikibindokuz günü, sabah onu biraz geçe, yatağında öldü…

Son günlerinde kendine değildi pek. O, içten bir korkuyla tekrarladığı, “Allah aklımı alıp canımı orta yerde koymaya!” dileği gerçekleşmedi.

İnsanın aklının ışığı olmadan, gövdesinin vazodaki çiçekler gibi yaşamaya bir süre daha devam etmesi pek iyi bir şey değil... Son ziyaretimizde doktor bize kalbinin ve ciğerlerinin çok güçlü olduğunu, ama bu aşamada durumun aslında bir dezavantaj olduğunu söylemişti. (Kalıtımsal olarak bize de geçmesi beklenen bu sağlamlığın iyi bir şey olduğunu eklemeyi ihmal etmedi!) Bu ölüm işi epey tuhaf. Uzun süren bir acının, sıkıntının bu şekilde dinişi, sanki giden taraf için de, kalan taraf için de rahatlık verici bir durum olarak görünüyor. Öyle telaffuz ediliyor. Ben de en azından, ilk bir kaç gün kendimi oldukça rahat ve ferah hissettim! Fakat yavaşça içimi bir daha hiç ama hiç bir şekilde göremeyecek, sesini duyamayacak olmanın hüznü sarıyor.

Ne ben onu çok severdim, ne de o insanları çok severdi. Hep sevme/sevmeme kelimelerinin sığlığına batıp kaldı onunla ilişkim. Fakat geriye dönüp bakınca her şeyin bu kadar basit olmadığını kavrıyorum. İnsanları sevmezliğin, nefretin, ilişkilerindeki yapaylığın çok derinlerde, karanlık ve boğuk nedenleri olduğunu biliyordum belki. Uzun yaşamı boyunca bunların üstesinden gelememesi ve bu defoların önemli bir bölümünü bana aktarmış olması yüzünden sevemedim onu.

Bir solucan veya kurbağayı sevmeyi: küçümsenen, korkulan, iğrenilen çoğu canlıdaki güzelliği, mükemmelliği görebilmeyi bana o öğretti. Dokuz on yaşlarındayım. Elazığ’a gitmiştik. Bir meyve bahçesinde manikürlü ince uzun, uçlarında hiç bozulmayan parlak kırmızı ojeli tırnakları ile toprakta kocaman, berbat görünüşlü bir böceği gösterip: “Bu, dana burnu. İnsanlar zehirli olduğunu sanırlar. Sakın korkma, öldürmeye de çalışma. Sadece bitki köklerine zarar verir” demişti. Sonraları, şehir yaşamım süresince şehirlerarası bir mola yeri dışında bir daha karşılaşmadık dana burnu canlısı ile. Ama öğüdünü hiç unutmadım. Kocaman gece kelebeklerini, kirpileri, durgun su birikintilerinde bir ayağını tembelce hareket ettirerek dolaşan kurbağaları sevdim. Geceleri perdelere pençeleri takılmış küçük, yumuşacık yarasaları korkmadan, onlardan iğrenmeden kurtardım hep.

Her sabah işe giderken çöp kutularının üzerindeki kedilerle konuşan, hatırlarını sormayı ihmal etmeyen, ama çok sevdiği üvey kardeşlerinin en büyüğü Amerika’da ölmek üzereyken, son anlarında yanında olmayı, -bakımını üstlenmeyi bile değil- yoldaşlık etmeyi “yüreğim yok” diye geri çeviren, bunayan öz annesini bir bakım evinde ölmeye terk eden de oydu…

İlişkilerinde böyle kıyıcı, acımasız birinden; yaşı ne olursa olsun insanlara nezaket göstermeyi ama karşılığını da beklemeyi, kızımın odasına beş yaşında iken bile kapısını vurmadan içeri girmemeyi, karımın çantasını hiçbir zaman karıştırmamayı, yetişkin bir insan gibi davranmayı, onun deyimi ile "mes'uliyetini müdrik" olmayı öğrendim. Bunlar ona değer vermek için yeterli mi bilmiyorum. Ama öyle olmasını istiyorum. Cansız yatan halini görünce hiç ağlamadım. Oysa martının yakalayıp çatır çutur yediği yengeç içimi sızlatır, gözlerim dolar benim.

Ölümünden hemen sonra evini toparlamaya başladık. Tüm ev, eşyalar, bin bir türlü ıvır zıvır bir anda tüm anlamını yitirdi. Sanki bir televizyon stüdyosunu boşaltıyormuşuz gibi geldi bana. Bir mekanı dolduranın aslında yaşam olduğunu, sona erdiğinde ise onunla birlikte her şeyin de ölüp, anlamını yitirdiğini kavradım.

Dolap ve çekmecelerden, çoğu altmış yetmişlerin içkili gazino eğlentilerinde çektirilmiş yüzlerce fotoğraf çıktı. Kah masanın ucunda, kah masanın ucuna eklenmiş alçak başka bir masa üzerinde buz kovaları. İçlerinde rakı, su şişeleri ve kameraya ölçülemeyen, ancak yaşayanın kavrayabileceği bir sıkıntı ile bakan ben…

Dolmabahçe’de Stadyum’un hemen arkasındaki sırtta bulunan Güney Park gazinosu yetmişlerin başlarında kapanana ve ticaretle uğraşan Babamın yazıhanesinin - “büro” veya “ofis” denmezdi, bu güzide kelimeler Türkçeye kazandırılmamıştı o zamanlar - bulunduğu handa, kat komşularından sarışın, etine dolgun gayri Müslim bir bayanla ilişkisi ortaya çıkana dek sürmüştü cümbüş. Fotoğrafların çoğunda, Babam bayanın eşleri bulunan zat ile karşılıklı göbek atıyordu! Bu vodvil açığa çıktığında ya da, daha sonraları Babam öldüğünde onları atmamış olması hayatı boyunca elden bırakmadığı mizahın kanıtları sanki.

Gerçekten zarif, komik ve nüktedandı. Son yıllarındaki, yakın zamanı unutma geçmişi de uydurma hali bir kenara bırakılırsa; oturup saatlerce konuşabilirdiniz onunla. Şu Dünya’da üçtür benim niyazım: sırtım, sikim, boğazım!” deyişini ondan duymuştum ilk defa.

Size Van’da Devlet Hizmetinde geçen maceralı kış günlerini, yeni tayin olmuş toy mühendislerin kar mücadelesi sırasında açılmış yolların iki yanında yükselen birkaç metrelik kar duvarı üzerindeki kurtların parlayan gözlerini gece karanlığında nasıl köy ışıkları sandıklarını, İskenderun’da sıhhat memurluğu yapan üvey babası ile birlikte gittiği evlerde burunları ve kulakları cardonlar tarafından yenmiş çocukları, Elazığ’a gelen C.H.P. Müfettişi Memduh Şevket Esendal ile babasının havuzlu bağ evlerinin bahçesinde sabahlara kadar rakı içişlerini, kendisinin onları dinleyebilmek ve isterlerse kahve yapmak üzere bir sandalye üzerinde uyuklayarak oturmuşluğunu ve bunun gibi yüzlerce şeyi anlatırdı. Babaannesinden de sıkça ve korkuyla karışık bir saygı ile söz ederdi. Bu akıllı, güngörmüş kadını çok sevmiş olduğunu düşünür, “benim niye böyle bir babaannem yok?” diye düşünürdüm. Daha sonraları, bu uzak akrabam hakkında anlattıklarına dair alt okumaları yapabilecek yaşa geldiğimde, “sevgili” babaannenin hastalıklı ve oğluna aşık Allahın belası bir kadın[1]ve annemin insanlara, özellikle kadınlara yönelik travmatik sevgisizliğinin nedeni olduğunu sökmüştüm.

Aile arasında fikir birliğine varılmış kanı: gerçekten sevdiği, değer verdiği tek kadının eski karım olduğuydu. Bu yüzden, alyansı onda. Büyük oğlunu çok sevmesine, hayran olmasına ve hep kıskanmasına rağmen eşleri ile de her zaman iyi ilişkiler içinde oldu. Hiç kırmadı, hep nazik ve sevecen oldu onlara karşı.

Çocukluğu mutsuz ve sevgisiz geçmiş, evliliği de; çok istemesine rağmen okutulmamış olmanın bilediği gemlenemez hırslar ve hoyrat, sorunları kavrayabilecek donanıma sahip olmayan bir eş yüzünden iyice mutsuz olmuştu. Fakat, Babamın 1981’deki ölümünden sonra evlenmedi nedense.

Umursamadığı, değerini bilmediği, bilemediği pek çok insan hastalığı süresince onun yanında oldu. Aradı, sordu ve ilgilendi. Yıllar önce ölmüş üvey kardeşinin eşi ve çocukları, İskenderun yıllarından arkadaşlarının çocukları, Kocasının nefret ettiği kardeşlerinin küçümsediği eşleri... Garip bir şekilde; çoook uzun yıllar kıçlarını yaladığı, saygıda kusur etmediği, sevip saydığı Ankara’daki bürokrat/politikacı eskisi aile dostu ve eşleri hanımefendi bildiğim kadarı ile bir kere aramadılar. Kafamın iyi olduğu bir gün onları arayıp, konuyu irdeleyeceğim. Neticeyi yazarım.

Uzun süredir hasta olan Annem onsekiz mart ikibindokuz günü, sabah onu biraz geçe, yatağında öldü…
Hiç ağlamadım. Oysa martının yakalayıp çatır çutur yediği yengeç içimi sızlatır, gözlerim dolar benim...

[1] Aslında hakkını da yemeyelim: Annem’e öğrettiği, onun da bana öğrettiği şöyle bir bulmaca vardı mesela:
“Uzundur, kızıldır yarıktır başı
Altına sermiş beyaz kumaşı
Sürttükçe, dürttükçe döker göz yaşı!”

Hayır. Elbette düşündüğünüz şey değil. Doğru cevap: kamış kalem.
Edited By Miki