Emsallerine faiktir

Ağustos 19, 2010

Aphrodisias ve Büyülü Pantolon

Aphrodisias’ı ilk defa yetmişlerden kalma bir National Geographic’de gördüğümü hatırlıyorum. Etkileyici, yeşillikler içindeki kent ve görkemli tiyatrosuna ait hava fotografları, güzel heykeller, kazıları yöneten zarif bir beyefendinin fotoğraflarıyla bezeli, doğala özdeş aromalı bir National Geographic yapımıydı. [1] Heykelleri, üyelerinin Yurdum “iş alemi” ağır toplarından “sevenler derneği” (Prens Çarls da üyeymiş, hususi tayyaresine binip geliyor) adına düzenlenen defileleriyle ünlü bu kente gidememiştim bi türlü. Halbuki, mesela bir Vural Gökçaylı 1984’de tanışıyor, “Eski dostum Kenan Erim bir yaz günü beni Afrodisias’a davet etti. Antik şehrin hemen yanında bir köy evinde yaşıyordu. Bahçede otla kaplı bir çardakta tül bir cibinlikle örtülü bir masa kurulmuştu. Klasik müzik çalıyordu” ve ossat vuruluyor kente. Şu klasik müzik klişesi ve Türk elitinin kapsama alanı üzerine yazmak benim boyumu aşar bir iş. Ama, umarım günün birinde bu konuda derinlemesine düşünen birileri çıkar.
Bana ancak 2009’da kısmet oldu bu farize. Artık klasik müzik çalmıyordu, tül cibinlik falan da kalmamıştı amma, başka maymunluklar vardı heybede. Kentin hemen girişindeki fırlatma rampası genişliğindeki kocaman otoparkı kullanamıyorsunuz mesela, burası kazı ekibine ait(!), (eylül ayının o son günlerine ske sürülecek kazı ekibi taşıtı görmemiş olmam, elbette şirin Anadolu müteşebbisine, mülki amirine engel olmadı) Geyre’ye park etmeye mecbur tutup buradan ücreti mukabili traktör arkasında çekilen cihazla sevk ediyorlar girişe… Yine de ve her şeye rağmen güzel bir yer.
Denizli–Antalya yolu üzerinden batıya, Milas yolunu tuttuk biz. Yol üzerinde Tavas ve Kızılcabölük var. Her ikisi de muazzam. Bi kere Tavas’a Üniversite yapılması isteniyor. Bu talep her birkaç yüz metrede devasa afişlerle yinelenmekte. Kızılcabölük ise, öyle bir yer ki, yaşamının geri kalanını başka nerde geçirmek ister insanoğlu? İç Ege’nin bu bölümünde ne var ne yok meftun Mimar Cengiz Bektaş, Aphrodisias’la ilgili tüm rehberlerin yabancı dillerde olmasına dellenip kaleme aldığı [2] “betik” de bu iki yerleşimden de sitayişle bahsediyor, vernaküler mimariyi de öve öve bitiremiyor. [3]
Kente girdiğiniz yer gösterişli ve görkemli. Hemen sağda, bir grup heykelin sergilendiği göz alıcı salon var. Zemine zararı en aza indirebilmek için çelik kolonlar üzerine kaldırılmış Cengiz Bektaş tasarımı yapı gerçekten çekici, zarif. Sergilenen heykeller de öyle. İlerideki eski müze yapısı “doğal olarak” kapalı ve yine “doğal olarak” ne zaman açılacağı belirsiz. Oysa, esas kıllı eserlerin sergilendiği mekan burası. Bu iki yapının önündeki geniş bakımlı alanda kafeterya, Kapıdaki zilde “Arkeolog” olarak unvan ve ismi yazılı bir zatın evi ve hediyelik eşya bilmemnesi var. Kasaba geliştirme derneği yine fırsatı kaçırmıyor. Fakat bir mekan var ki, sizin de kaçırmamanız gereken işte o. Müze-içinde-müze. Burada kentin ve kazıların anlatıldığı bir belgesel gösteriliyor, Ara Güler tarafından çekilmiş kentin ve köyün kazılardan önceki fotoğrafları ve Kenan Erim’e ait şahsi eşyalar (belki de gerekmediği kadar şahsi) sergileniyor. Mektuplar, notlar, izlemekten hoşlandığı filmler, kazılarda giymiş olduğu pantolon! Özellikle ondan, çok ama çok etkilendim ben...
Kendinizi bu reliğin büyüsünden kurtarıp dışarı attığınızda, ilk göze çarpan,Temenos’un girişini vurgulayan M.S II. yy’a tarihli, çok özenle restore edilmiş, çok görkemli tetrapylon. Kenti tanıtan bir internet sitesinde onarımın Anadolu’da “şimdiye dek yapılmış en önemli restorasyon” [4] olduğu iftiharla vurgulanıyor. Hafif bir yükseltinin üzerindeki bakımlı çimlik alanın üzerinde. Restorasyonda inanılmaz para, zaman ve emek harcanmış olduğu her halinden belli. Zaten yine aynı sitenin dediğine göre Aphrodisias’lı yontucu ve mimarlar tarafından “salt gösteriş” amacıyla yapılmış! Alanın bir ucunda ise Kenan Erim’in mezarı var.

Kentin pagan geçmişi kadar Erken Hristiyan geçmişinin ağırlığı da her yerde seziliyor. Kiliseye dönüştürülmüş Aphrodite Tapınağı, O fiyakalı tetrapylon’a kazınmış kristogramlar ve Musevi simgelerinden memorah’a (yedi kollu şamdan) pek çok yerde rastlamak olası.

Yeri geldi, şu labarum veya kristogram işinden bahsedeyim biraz: Batı Anadolu’daki antik kentlerde, özellikle çok uzun süre iskan edilmiş olanların dinsel özellik taşıyan yapılarında sıkça rastlarsınız onlara. Mermer üzerine acemice çizilmiş bir araba tekerleğini andırırlar. Daire içine birbirini kesen iki tane artı gibi… IHCOYC ve XPICTOC kelimelerinin baş harfleri...”XI”. Heyecanlı, mümin hristiyanların dinsiz! mabetlerini kutsamasının ilkel bir yolu. Müslümanların kilise tasvirlerinin gözlerini oyması gibi. Göz oyma uğraşının güzel örnekleri Trabzon, Sümela’da görülebilir. Başka bir simge; “Khi-Rho” XP, "Χριστός" = “Xristhos” ... “Labarum” fakat bu simgenin ikinci harfini (P) taşa nakşetmek kolay bir ameliye olmadığından, bizim okuma yazması olmayan müminler çoğunlukla “XI” harfleri ile yetinmekteydiler. Bu simgeler Cengiz Bektaş’ın sandığı veya ”betik"te yazdığı gibi “değirmen oyunu” falan değil maalesef. Sahi, var mı böyle bir oyunu duyan? Oynamışlığı olan?
Bu tür yerlerde genellikle yaptığım gibi hevesle tapınağın bulunduğu yere seğirtiyorum. Hayal ettiğim kadar görkemli değil. Aslında temenos oldukça büyük. Yaklaşık 100 x 65 metre. Arkaik döneme ait seramik buluntulardan aynı alanda daha erken bir tapınak olduğu düşünülüyor. Bugün görülebilen 8 x 13 sütunlu pseudodipteros bir yapı. Opisthodomos’u yok. Pronaos ve cella'dan oluşuyor. Okumak zor. 1962’de bu alanın hemen dışında, celladaki kült heykelinin bir kopyası bulunmuş. Bugün Kentin ziyarete kapalı müzesinde sergileniyor [5].
Depremlerle tarumar olup, yetmezmiş gibi V. Yüzyılda bazilikal planlı bir kiliseye dönüştürülmüş olduğundan çok net değil (Bugün doğudaki apsisin üzerini kiremitle ile örtüp depo haline getirmek suretiyle tüyü de dikmişler hamdolsun). Doğudaki meanderlerle bezeli çok güzel duvar ve üç yönden çeviren portiğin Hadrian döneminde yapılmış olduğu biliniyor. Bu duvar gerçekten aval aval bakmaya değer. Güneydeki iyi korunmuş stylobat da öyle.

Mermer bezeli, restorasyonuna sıkıca el atıldığı belli, sanki hafiften görgüsüz bouleterion [6] ve girişinde mermerden güzel yunus heykeli. Hemen yanda ise, ufakça bir agoranın kalıntıları duruyor. Ölçekli, zarif sütunlar ve entablatur yeşil örtünün arasında kararmış, oldukça bakımsız duruyorlar. Ama güzeller. Arşitrav ve kornişin arasındaki girlandlı frizler ilginç. Ben bu işlerden zerre kadar anlamıyorum tabii, ama insanın aklına şey geliyor. Bu kenti kazanlar acaba işin heykel tarafına kuvvet verdikleri kadar yapılara da özen gösterseler, anlaşılır ve tanımlı kılsalar olmaz mıydı? (Tetrapylon ve Sebasteion’u da [7] heykelden sayıyorum doğal olarak). Bu tür, davulcu ossuruğu araya karışan yapı elemanlarından biri de Stadion’un ucundaki kentin kuzey kapısı…
Kenti çevreleyen duvarlar M.S IV. Yy’dan sonraya tarihleniyor ve en iyi korunmuş bölüm kuzey tarafı. Devasa (ne boka yarıyorsa o kadar büyüğü!) stadionun hemen arkasında ve çoğu üzeri yazıtlı taşlardan oluşuyor. George E. Bean’a göre, daha önce kentin bir koruma duvarı ile çevrilmemesinde kentin kutsallığına güveniyor olmanın payı büyük.
Gelelim kuzey kapısına: Ulaşması zor bu kapının kente bakan yüzündeki sövede iki kısımdan oluşan çok ilginç bir yazıt var. Üstteki kent duvarının yapılışı ile ilgili. Alttaki ise “Stauropolisliler”in muhteşem metropolisinin iyi şansı için restore edilmiş olduğundan bahsediyor. Aphrodisias’ın adı bizim alıngan hristiyanların dellenmesi ile, VII. Yy.’da Stauropolis (Haç Şehri) olarak değiştirilmiş. Afrodit’in kenti oldu mu sana Haç şeyi… Al sana bir tane daha dini bağnazlık. Söz konusu restorasyon bu tarihten epey önce yapılmış. Çünkü yazıtta aslında “Aphrodisiaslılar’ın Metropolisi” yazıyor. Daha sonra bu isim silinip yerine yenisi yazılmış. Her iki isimde de bulunan “RO” harflerini bırakmışlar. Bu cambazlığı görebilmek için sık çalılıkları aşıp, yaban arısı yuvalarını dikkate almak gerekiyor. [8] Maa’tteessüf tetrapylon kadar kolay ulaşamıyorsunuz oraya.

Otopark üçkaadını, kapalı Müzeyi, Kenan T. Erim’in pantolonunu ve tetrapylon’un büyüsünü anlayamama rağmen, Aphrodisias güzel ve ilginç bir yer. Ama bizler turist değil miyiz? Ne olsa yeriz zaten.


Edited  by Miki
Fotoğraflar : BvP
………………….

[1] ERIM, Kenan T., Temmuz 1972,“Aphrodisias, Awakened City Of Ancient Art”. National Geographic Magazine.

[2] BEKTAŞ, Cengiz 2008, Afrodisyas. İstanbul. Arkeoloji ve Sanat Yayınları.

Ve, sanırım yanılıyor. Çünkü Kenan T. Erim tarafından hazırlanmış, Net Turistik Yayınları tarafından basılan 2002 tarihli bir kitap ve Müze Eski Müdürü Cumali Ayabakan’ın kent üzerine yazılmış kılavuzları var (Bu kitabı görmedim).

Şu “betik” kelimesi Nurullah Ataç kalemine, romatizmine yakışıyor olsa da, bugünlerde Sayın Bektaş’tan başka kullanan var mı? Bilmiyorum. Seksenlerde Kuzguncuk’taki büronun telefonunu “Bektaş Özyönetim İşliği” diye açarlardı.

[3] Aydınlarımız bir türlü, o tuvaleti dışarıda, duvarından, tavanından, tabanından danaburnu, cardon giren, türlü yetersizlikle biçimlenmiş o köhne küçücük evlerde yaşam sürdürmeye ikna edemiyorlar köylüyü, kasabalıyı… Nedense, bu tuhaf insanlar betonarme, daha büyük ve akıllarınca modern, tuvaleti, suyu bilmemneyi olan evlerde oturmak istiyorlar.

[4] O yazıyı yazan Sardeis’deki Gymnasion restorasyonunu bilmiyor olmalı.

[5] Ama siktir edin, Karacasu Kaymakamlığı Köylere Hizmet Götürme Birliği Satış Reyonu yeter size. Tanrıça heykelini ne yapacaksınız?

[6] Bence Batı Anadolu’daki en güzel bouleterionlar Teos (Sığacık) ve Iassos (Kıyıkışlacık)’da. Tavsiye ederim. Buradaki nedense “odeon” olarak tanımlanmış. Belki de hakkaten odeon olarak kullanılıyordu ne bileyim?

[7] Var, evet bir de akıllara zarar Sebasteion (fotoğrafı yanda) var. Ama ondan söz etmeyi istemiyorum. İlgi alanım değil.

[8] Ben onları adam yerine koymadığım için soktular! Berbat bir şey. Özellikle Stadion civarında çok var o namussuzlardan. Sakınmak gerekli.

Ağustos 12, 2010

BOZCAADA


BvP

Ağustos 02, 2010

Ekmek Heykelleri

Ağustos 01, 2010

Medine İsimli Genç Kız ve Kıpraşan Karma



- “Işıh seninle olsun emmi !”
- “Hee, garmanın gıpraşması yolunnğu aydınlatsıng yiğenim”

Köylerinde sabahın erken saatinde kimi tenis oynamaya, kimi yoga kursuna giderken, karşılaştıklarında, birbirlerini böyle selamlayan, iyi dileklerini sunan köylüler… Onlar ki, operadan çıkıp kahvede asılı Aleksey Stakhanov’un çerçevelenmiş resmi onları yukardan izlerken Leni Riefenstahl sineması üzerine tartışıyorlar. Hey gidi Çetin Altan, hey gidi Bülent Ecevit. Bu garip, çocuksu özlemin kırk yıl önce ciddiyetle tartışılmış olduğunu, yakın zamana kadar da, Çetin Altan’ın artık kendisiyle mi yoksa bu fantezi ile mi tatlı tatlı dalga geçerek yazdığını hatırlıyorum.

Oysa bilemediler ki benim köylümün tenis, üretim arttırıcı kolektif metotlar, deodorant falan pek umurunda değil. “Tek Parti döneminde Köycülük”, Köy Enstitüleri projesi, “Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu”, “Erken Cumhuriyet Edebiyatının Sosyalist Köy Romanı” ulaşamadı ona. Çeşme başında komşunun karısını, kızını nasıl düzecek onun hesabında o. Aslında, burada devreye Kemal Tahir girip, işi bize enine boyuna anlatmaya çalışmıştı ama, uyarısını ciddiye almayıp, üstadın “yerli sosyalizm” arayışı, marksizme bakışı ile uğraştık. “Kemal Tahir, marksçı düşüncede kuramla somut arasındaki ilişkinin bir ‘karşılıklı belirleme’ ilişkisi olduğu konusundaki problematiği derinden kavramış bir düşünürdür.” [1]

Misalen; Iowa köylüsü de “Ulan şu Rufus’ın kızını kuyu başında, tarlada nası skerim” derdinde ama, onlarda ahlak n’arasın? Gidip kibarca istiyebiliyor. “Sizi pek beğenmekteyim, Acaba…?" Diye. Rufus emmi’nin kızı da neden kassın, çok istiyorsa domalır verir. Daha az tutucu olmayan Amerikan toplumu İkinci Dünya Savaşı yıllarında silah altına alınan milyonlarca kereste insana alışsın, karı kızla nasıl iki çift laf edilir öğrensin diye tanışma toplantıları, partiler düzenliyordu. [2] (biliyorsunuz da, yine de hatırlatayım 1939 ile 1945 yılları arasında cereyan etmiş bir hadise bu)

Zorla almak, hoyratlık, hayvanlık, [3] yitip gittiği saplantısı ile, namusu insan bedeninin muhtelif deliklerinde arayış bu coğrafyanın sevilen işlerinden. Bu durum bende fazlasıyla kusma isteği uyandırıyor. Kesif bok kokuyor hava… Lafı uzatmayayım daha fazla: Aile fertlerinin diri diri toprağa gömdüğü onaltı yaşında genç kızlardan [4] , üzerine benzin dökülerek yakılan, burnu kulağı kesilen kadınlardan ve bu durumu karanlıkta yüzüne el feneri sıkılmış tavşan apatisi ile izleyen “kadın” milletvekillerinden bahsediyorum.

Özel bir not : Bu yazı ile ilgili, düşündüklerimi yazdıklarımı eleştirecekseniz, çok, ama çok dikkatli olun. Abuk sabuk yorumlar yapar ve sözünü ettiğim karakter özelliğini savunur türde şeyler yazarsanız, ananıza çok pis küfür edeceğim.

Edited By Miki.
Teşekkür ederim Batur.



Fotograf: 2 Numaralı nottaki kitaptan tarama.
[“Hoş bir kızla tanışma”: Iowa’lı er, USO görevlisi gözetmen tarafından Columbia, South Carolina’lı kıza tanıştırılıyor… Ulusal Arşivler.]

[1] YAVUZ, Hilmi, “Kemal Tahir Ne Zaman Marksizmin Dışına Çıktı?” E Dergisi No.25, Nisan 2001, s.6
[2] KENNET, Lee. “G.I.” The American Soldier in World War II. , Charles Scribner’s Sons, New York 1987.
[3] Böyle davranışları “Hayvanlık”  diye  nitelemenin hayvanlık onurunu kırdığını biliyorum. Çok özür dilerim onlardan.