Emsallerine faiktir

Haziran 20, 2010

Hundertwasser

Almanya’nın kuzeyinde, “Aşağı Saksonya”da düz, elbette çok iyi dökülmüş asfaltın üzerinde hareket ediyoruz. Zengin olduğu besbelli ve fakat can sıkıcı, evlerinin camlarında fırfırlı perdeler olan ufak köyler, korular, Avrupa Birliğinin götüne girmiş oldukları kuvvetle muhtemel, rüzgardan elektrik üreten dev pervaneler insanın içini bayıltıyor. Ürettikleri bilmemnesik cinsi patates Avrupa Birliği standartlarına uymadığı için işsiz kalan çiftçilere verilen bir sus payı olduklarını anlatıyor ablam. Ama, şık ve bilimsel görünüyorlar hakkaten.

İlgimi çeken tek şey, yol kenarındaki beyaz karavanlarında müşteri bekleyen orospular… Herşeyi ile o kadar organize bir yer ki burası, orospuların muamelesini merak edecek yerde; “bunlar muhtasar beyannameyi hangi kasabanın maliyesine veriyorlar ola?”, gibi düşünceler geçiyor aklımdan. Bu boktan köylerin içlerine girmiyoruz. Girmiş olsak, garajdaki gıcır gıcır arabalarının ön plakasındaki ölü haşereyi diş fırçası ile temizleyen, semiz Almanlar göreceğime emimim. Bunları düşünüp kendi kendime eğlenirken, birden bire önümüzden “Bergen-Bielsen” yazısı geçiyor! Son on beş yirmi yıldır kabaran bir iştahın, işi bir tür “holocaust turizmi”ne dönüştürdüğü, yerel ekonomiye katkılarından neşeyle bahsedilen bu yerlerin ne menem şeyler olduğunu tahmin etmek güç değil.

Nazik, uygar ve güleç insanların gırla olduğu, pahalı, sofistike kampçılık malzemesi, işlemeli örtüler satan şık dükkanlarla dolu, emekli cenneti Celle kasabasına bu kadar yakın olduğu bilmiyordum. Ama, Nisan 1945’de müttefikler kampa ulaştığında olağanüstü miktarlardaki bitin ve buna bağlı tifüs salgınının önüne ancak kampın alev makineleri ile yerle bir edilmesi sonucu geçilebildiğini gayet iyi biliyorum. Kişisel görüşüm, bu lanetin Alman Ulusu üzerinden hiçbir zaman kalkmayacağı, kalkmaması gerektiği. Yapılan ibnelik o denli büyük ve kolektif ki…

William Sheridan Allen’in Weimar’ın son yıllarında olan biteni anlattığı acayip kitabı “Nazi Seizure of Power”deki kasabanın adı aklıma gelmiyor bir türlü. Ancak döndükten sonra oranın, buralara yaklaşık 100 kilometre doğudaki Northeim olduğunu, kitaba bakarak hatırlıyorum yeniden. Çalışmaya konu kasabanın, Ablamların emeklilik günlerini geçirmek için seçtikleri Celle ile benzerlikleri olağanüstü. 1932 yazında Northeim’de ne olduysa, benzerlerinin bu civardaki tüm kasabalarda da gerçekleşmiş olduğunu fark edip, kısa süreli mide bulantısı geçiriyorum. Berbat işler bunlar. İşin kötüsü buradaki insanlar o zamanlarda da sanata, müziğe, her türlü burjuva bokuna bu kadar meraklı, köpek besleyebilmek için ruhsat alıp para ödeyen, başkasının bahçesindeki sebze meyve ve çiçeği toplayıp, malın sahip yokken bedelini bir kutuya atabilecek kadar uygardılar. Allah belanızı versin!
Doğulu, basit aklım buradaki çelişkiyi kabullenemiyor bir türlü.Yukarıya, daha kuzeye doğru devam ediyoruz. Hedefimiz Weser Kıyısındaki Bremen. Şöyle karnımı iyice doyurmak istiyorum orda. Ama Ablam’la hayat o kadar kolay değil! Önce Uelzen’deki tren istasyonunu göreceğiz. Burası muhtemelen Ermenek veya Güdül ile aynı kültürel enlemde. Ama, Ermenek ve Güdüllüler açısından oldukça can sıkıcı bir fark var. O da, bu kasabadaki tren istasyonu! Akılda tutması olanaksız uzunluk ve anlamsızlıkta (Friedensreich Regentag Dunkelbunt Hundertwasser - Yuh!) bir isme sahip bu Avusturyalı mimar/ressamın, mimar olarak yaptıkları benim için fazla entelektüel. Kavramakta güçlük çekiyorum. Bir mekanı şekillendirmek için bu kadar hikaye yazmaya gerek yokmuş gibi geliyor. “Zaten Nazi olup olmadığı da şüpheli bu pezevengin…” diye düşünürken. Otoparktan yapıyı görüyorum, bu görme hadisesi ağzımdan “hassssiktiiiir” çıkmasına neden oluyor.

Çok fena, ama çok fena yapmış adam. Buraların tatsız öğleden sonra güneşinin altında bile eğlenceli ve vaatkar. Alt geçidi süratle geçip hemen ulaşıyoruz. Hacimsel bir figür göstermiyor bizlere sakallı entelektüel. Mevcut yapıyı bir parça züppelikle elden geçirmiş. Fakat, şu sıkıcı kasabanın başına gelebilecek en muhteşem şey muhtemelen o tren istasyonu. Belki de bu yüzden etkileyici. Mekanın içinde bir bekleme salonu, dükkanlar, kafeterya, doğal olarak tuvaletler var. Parlak renklerde fayans parçalarla bezeli kolonlar ve zeminde yükselti oyunları ile oldukça hesaplı bir maskaralık bu. Hesaplı, ama heyecansız değil. Neşeyle oradan oraya seyirtiyorum. Ana girişten başka, yapının iki cephesinden peronlara açılan kapılara rağmen hol oldukça karanlık. Burası yukarıdan, pek de özelliği olmayan iki ayrı açıklıktan ışık alıyor. Tuvaletlerin orada, kapının önünde üzerinde kolonya, peçete ve bahşiş tabağı olan ufak bir masa ve “tuvalet bayanı”nı tespit ediyorum.
 Kalınca Slav hamfendi elimdeki fotoğraf makinesini görünce, güler yüzü müteakip el kol hareketleri ile kadınlar tuvaletine de bakmamı işaret ediyor ve kapıyı da kullanımına tahsis olunmuş cinsten biri girmesin diye kapatıyor ardımdan. Beyefendi’nin tuvaletler özel bir ilgisi olduğu kesin. Çok özen göstermiş buralara. Sıçarken falan hiç canı sıkılmaz insanın.

İstasyonun kafeteryasında Ablam ve Miki birer kahve içiyor. Ben de acele ile iki bardak güzelce birayı indiriyorum gövdeye. Biralar ve akraba ziyaretinden başka bir nedenle gelmenin pek olası olmadığı bu coğrafyada ilginç bir yapı görmek keyfimi yerine getiriyor. Ama yolumuzun üzerinde bir sürü sıkıcı kasaba var. Daha Luneburg’daki Weser Rönesansı yapılarını göreceğiz ve yemeğe çok var.

auf wiedersehen !

 Edited By Miki

Taranmış Fotograf: “Descent in to Nightmare”. The Third Reich Series. Time Life. 2004, s.113
Resimdeki metin: “SS mensubu kadınlar, İngiliz Muhafızların gözetiminde kurbanlarının iskelete dönmüş kalıntılarını Bergen-Bielsen’deki büyük gömü çukuruna atıyorlar”

Diğer Fotoğraflar: BvP