Emsallerine faiktir

Mart 31, 2012

Şakirin Camii. Karacaahmet, Mart 2012


BvP, Mart 2012

Mart 26, 2012

Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır? III, "Erechtheum ve Karyatidler"

 
Atina, Acropolis, Erechtheum, 1
Güney
Bin dokuz yüz otuzların ortalarında yapılmış bir Yunanistan seyahatinde gördüğümüz bu şık, “taş gibi” Alman hanımefendi muhtemelen neyin önünde poz verdiğini gayet iyi biliyordu. Duruşunda, yapının ikonik öğeleri diğer “taş” hanımefendilere belirgin bir gönderme var, veya bana öyle geliyor.
Burası Atina Akropolü. Arkadaki de Klasik Çağın tartışmasız en alingirli yapısı Erechtheum. Kabaca; iki farklı düzlemde, sıradışı bir İon tapınağı… Hemen yanı başındaki Parthenon  ne kadar sadelik ve ağırbaşlılığın simgesiyse, bunun da o kadar “kıçı başı oynuyor”. Gözü karyatidlerden; şu yapının çıkmalarından birinin çatısını taşıyan o altı karıdan ayırabilirsek, yapının niye bu denli karmakarışık olduğunun anlayabileceğiz.
Böyle aşağılamak kolay elbette ancak, mimar ne yapsın? Hem İsa’ya hem Musa’ya yaranabilmek (gerçi Nasıralı marangozun doğumuna daha epey var, diğeri de Atina’da pek bilinen bir figür değil ama lafın gelişi söylüyoruz) pek zor. Yapının içi, dışı hep kutsal, arkadaş. Bir tane olsa; elemanı yağla, balla besleyecek*, başı üstünde yeri var ama, ortalık vıcır vıcır.



 Robertson'un Mevcut Durum Planı Üzerine, Travlos'a Göre Kutsal Alanlar: A:Hephaistos Altarı, B: Boutes Altarı, C: Yıldırım İzleri ve Altar, D: Tuzlu Su Kuyusu ve Trident'in İzleri, E: Kekrops'un Mezarı, F: Athena Polias, G: Erechtheus'un Mezarı,  H: Poseidon-Erechtheus Altarı, I: Zeus Hypatios Altarı.
1 ve 2 : Fotoğrafların  Çekildiği Noktalar ve Bakış Yönleri.

Athena Polias Hanım, Poseidon Bey, Kral Kekrops (Atina’nın mitolojik kralı bu beyin mezarı yapının güney batısında ve aslında bir kaya!), yapıya genel adını veren Kral Erechtheus kutsal alanı [1], Kutsal tuzlu su kuyusu, Kekrops’un kızlarından Pandorosos’un  kutsal alanı, bu alanın kutsal Athena zeytin ağacı… Temeller arasında dolaşan bir de yılan var. Yılan kardeş fevkalade mühim.  Kekrops’un ruhunu taşıyan bu şanslı mahluk, onu beslemeyi iş edinmiş bir takım işsiz güçsüz karıların elinden habire ballı çörekler yiyor. Yemedi mi kötü… Bi bokluk, bi rezillik olacak demek. Yılanı besleyen karıların atababası Boutes bey de önemli tabii; o da yapıda bir yerlere çörek. Son bir Hephaistos kaldı ama, o kadar sıkıldım ki,  onu da siz araştırıp öğrenin.
Basit bir İon işi yapacakken iki tarafa eğimli dar bir bir toprak parçası üzerinde ve  hele korunması, ilişilmemesi gereken sürüyle kutsal alet edevatın üzerine bir şeyler inşa etmek hiçbir mimarın isteyebileceği bir şey değil.  Yapının içinde iki ayrı düzleme farklı tasarımda dört sundurma, dört ayrı giriş (kuzey tarafta toprak altında bir giriş daha var ama onu saymıyoruz artık!), yapım sırasındaki değişiklikler. Anlaşılan zavallı tüm bunları çaresizce kabullenmiş... Baş edilmesi gereken sorunların çözülüşü ve yapının genel özellikleri  bu mangal yürekli kişilerin Acropolis girişindeki Propylaea’nın mimarı Mnesicles ve Korint sütun başlığının mucidi Mimar-heykeltraş Callimachus [2] olduğunu düşündürüyor-muş. İşin içinde Callimachus’un parmağı olduğu da anthemion tasarımlı duvar, sütun başlıkları ve esas konumuz Karyatidlerin üslup özelliklerinin incelenmesi ile çıkarılan bir sonuç.

Perslerin 480/79’deki işgalinde [3]  tarumar olan eski tapınağın yerine Atina’lı pek mühim ve mümin şahsiyet Pericles Kentin Koruyucu Tanrıçası “Athena Polias” (kentin Athenası, kenti koruyan, gözeten falan)  heykeli için bir tapınak [4] yapalım diyor. Diyor demesine ya, Yunanlılar da itiş kakışı, didişmeyi pek sevdiklerinden araya giren Peloponnesos Savaşı işleri epey aksatır. Ama onlar da “durmak yok, yola devam” diyerek 405 civarında yapıyı bitiriyorlar. Pentelikon’un beyaz  mermeri ve Eleusis’in siyah kireç taşı kullanarak yaptıkları bu şeyin işçililiği hiçbir yapının boy ölçüşemeyeceği kusursuzlukta. Kentteki sanatkar ve işçi  takımının çapı ve sayısı böyle taşaklı bir iş için yeterli olmadığı için yabancılar da çalıştırmak zorunda kalınmış. Yapının duvarlarında ücretler, sanatçıların isimleri, tarihler ve yapım faaliyetlerinin ayrıntılı bir dökümü bulunuyor.
Üst kottaki ana kütle, doğu cephesinden altı kolonlu bir öngiriş (pronaos) ve arkaoda (cella) dan oluşuyor. Dinsmoor [5] ve Robertson [6] kitaplarında bu bölümün Athena’ya adanmış olduğunu göğüslerini gere gere yazsalar da, ana giriş burası kabul edilir ve yapıya bir bütün olarak bakılırsa, esas cella’nın güney bölümde (doğu yüzüne göre arkada) olacağı, dolayısıyla Athena Polias’ın da burada bulunması gerektiği düşünülmekte bir süredir. [7]
Yapının batı bölümünde bir cella daha bulunuyor. Burada zemin doğu tarafından yaklaşık üç metre daha aşağıda olmasına rağmen tavan yükseklikleri aynı. Üç girişli bu bölümün kuzey tarafında altı adet İon kolonlu,  güneyinde işte meşhur  Karyatidli çıkma var.
Atina, Acropolis, Erechtheum. 2
Batı  
Yine bindokuzyüzotuzlardan kalma şu fotoğrafa da bakalım: Muhtemelen o yılların favori seyahat modası rengi  beyazlar içindeki şık hanımefendi yapının tam batı yüzünde  duruyor. Yani; batı-doğu aksı ki,  iki tarafta da pronaoslar olan esas kütle tam arkasında… (güneyde de bizim  karı heykelleri). Önünde ise, altı kolonlu güzel yüksek bir giriş ve kolonların gerisinde hafifçe görebilen söveleri inanılmaz detay ve incelikte işlenmiş kapı var. Kapı belli belirsiz seçiliyor. Maalesef küçük bir fotoğraf bu (5.5X8.0), o yüzden fazla detay seçemiyoruz.
Fakat Karyatidleri gösteren ilk  fotoğrafımız oldukça anlaşılır. Heykeller büyük bir olasılıkla, Pausanias’ın bahsettiği “arrephoroi” . “Başlarının üstünde Athena rahibelerinin verdiklerini taşıyanlar” Bu fiyakalı tanımı bir kenara bırakırsak,  başlarının üzerinde taşıdıkları esasen güzel bir friz, o kadar. Bu çok parlak mimari buluşun; taşıyıcı olarak  heykelleri kullanma fikrinin nereden nasıl çıktığı, akıllara nerden estiği o dönemle ilgili çoğu şey gibi efsane ve gerçek arası bir yerlerde.  Bence en güzel açıklamayı yine Vitruvius yapıyor:
“Peloponez yarımadasında bir kent devleti olan  Karya [8], Yunanistan'a karşı Perslerin tarafını tutmuştu;daha sonra savaşta zaferle özgürlüklerini kazanan Yunanlılar, seferberlik ilan edip Karya halkına savaş açtılar. Kenti ele geçirerek erkekleri öldürdüler ve devleti ıssızlığa terk ettiler; Kadınları da köle olarak kaçırdılar. Ancak uzun giysilerini ve diğer evlilik simgelerini çıkartmalarına izin vermeyerek zafer alayında onları zorla teşhir ettiler. Bu kadınlar utançlarının ağırlığı altında ezilerek sonsuza dek köleliği temsil ettiler ve devletlerini kefaretini ödediler. Böylece dönemin mimarları, Karya halkının günah ve cezalarının ardılları tarafından da bilinerek sürdürülmesi için kamu yapılarına yük taşıdıkları görülecek biçimde bu kadınların heykellerini yerleştirdiler.” [9]
Delphi’deki öncüllerinden çok daha etkileyici [10] bu altı muhteşem heykel  giysilerinin duruşları ve giysilerinin kıvrımları  ile birbirlerinden  farklı.  Kütlenin solundaki üçü,  açık olan sağ ayakları üzerinde dinlenir durumda ve giysilerinin (sütun volütünü anıştıran) düşey kıvrımları diğer bacakları üzerine örtülü. Sağdaki üçlü için ise durum ters.  Başlarının üzerindeki ağır yükü yüzünden kadınların hafifçe öne eğik ve omuzlarının içine çökmüş,  göğüsleri de hafifçe önde. Bu tür bir gözlem için uygun olmayan ilk fotoğrafa bile  dikkatli bakıldığında heykeltıraşın statik bir yük altında insan bedeninin  duruş şeklini yansıtışındaki ustalık  kolayca okunuyor.
Plastik kusursuzlukları kendilerinden sonra yapılanlara model oluşturup, özellikle on dokuzuncu yüzyılın neoklasik akımında yapıların olmazsa olmazı bezemelerinden olmuş. Bunda Parthenon’daki  frizlerin de hırsızı, sol baştan önde ikinci heykeli araklayıp İngiltere’ye kaçıran sonra da borçları yüzünden British Museum’a satan  Lord Elgin isimli pezevengin büyük payı olmalı. Yapının bindokuzyüz yirmilerde çekilmiş fotoğraflarında  orjinali İngiltere’de sergilenenin yerindeki heykel daha koyu renkli, çünkü o bir terakota replika!  Bu orijinalden alınan kalıbın Neoklasik  bir öğe olarak yayınlaşıp kullanıma girmiş olması muhtemel. Öyle ki, İstiklal Caddesindeki  bir parça bakımsız ve  köhne, muhtemelen birkaç yıl sonra saçma sapan bir fonksiyon üfürülerek anası skilecek o hoş  Alkazar Sinemasının girişinde bile usturuplu iki tane duruyor. Başlarına bir şey gelmeden gidip dikkatlice bakmakta, güzel fotoğraflarını çekmekte yoğun yarar var…
30’larda taa oralara giden, gitmekle kalmayıp fotoğraf da çektirmiş bil umum yerli yabancı teyzelere hürmetlerimle.

 
Şu fotoğrafı yazı bittikten sonra  buldum.
Diğeri gibi bu da  yapının batı
yüzü fon oluşturacak şekilde çekilmiş.
Arkasında"Akropolis 13-5-56" notu var. 

BvP,

Edited By Miki.
Fotoğraflar:BvP Koleksiyon
* Ne güzeldir  şu, “pezevenk bir olsa yağla, balla besleyelim” lafı.
             .........................
 [1] Mitolojik Kral Erechtheus mühim bir figür. Hem Atina’yı tekrar kuruyor, hem de Poseidon Beyin yeryüzündeki yansıması. Bu Poseidon Erectheus’la  Athena Polias arasında bir vazgeçti var. “Şehrin  hakimi sen olucaksın, hayır ben olucam” diye. İkisi devamlı didişip duruyorlar. Ama kolay mı Poseidon’a posta koymak? Eli silahlı  zebellah gibi herif. Kafası kızıp üç dişli zıpkını bi savurmasıyla…  “Şak”! Ossat bir tuzlu su kuyusu açıyor. Al sana korunması, ilişilmemesi gereken bi kutsal daha…
[2] Vitruvius bu öyküyü bize tatlı tatlı anlatıyor: “…Bu başlık türünün ortaya çıkış öyküsü şöyle anlatılır: Korint’in özgür bir kızı evlilik çağında bir hastalığa yakalanarak ölür. Sütannesi, kızın ölümünden sonra, yaşamında ona zevk veren bazı ufak eşyaları toplayarak bir sepete koyar ve mezara taşır. Mezarın üzerine koyduğu sepetin içindeki eşyaların daha uzun ömürlü olması için üstüne bir çatı kiremidi yerleştirir. Sepet, rastlantı sonucunda bir kenger otu (acanthus) kökü üzerinde bulunmaktadır. Bastırılan acanthus kökü, bahar gelince ortadan filizlenerek yaprak verir; sepetin kenarlarında gelişen filizler kiremidin ağırlığı altında kıvrılarak uçlarda volütleri oluştururlar. O sırada Callimachus mezarın yanından geçerken, kenarlarından körpe yaprakların fışkırdığı sepeti görür. Bu yeni biçemden hoşlanarak  Korint’lilere o örnekten esinlenen bazı sütunlar inşa eder; bakışım oranlarını da belirleyerek, o zamandan sonra Korent üslubundaki yapıtlarda kullanılacak kuralları ortaya koyar.”
“Mimarlık Üzerine On Kitap”. Çev. Güven, Suna. Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1990. (73).
[3] Milattan Önce tabii… Bizim ecdat nası Viyana kapılarına dayandıysa, Persler de  Atina kapılarına “dayanıyor”  Tek fark, onların   kapı mapı dinlemeyip Atina’ya girmeleri, o zaman dek  ne yapılmışsa heder etmeleri.
[4] Athena’nın kent koruyan cinsi  Anadolu’da da sevilen bir bayan . Mesela;  Priene kenti de ona, Athena Polias’a muhteşem (ama hakkaten çok muhteşem,  öyle böyle değil ) bir tapınak yapıyor.
[5] Dinsmoor, W.B.,  “The Architecture of Ancient Greece”, An Account of Its Historical Development, Third ed., revised, London, 1950.
[6] Robertson, D. S.,  “A Handbook of Greek and Roman Architecture”, Second Ed., Cambridge, 1945.
[7] Antik Çağ Atina’sındaki yapılar üzerine derli toplu bir kitabın Erechtheum ile ilgili bölümünde  bu konu oldukça inandırıcı bir şekilde açıklanıyor:  Wycherley, R.E., “The Stones of Athens” . Princeton University Press, Princeton. New Jersey, 1978. (153-153).
[8] Bu Karya Kadınlarının güzel ve boylu poslu oluşu ile ünlü Peloponez’deki  Karyae kenti. Bizim Caria  ile ilgisi yok. Aman haaa!
[9] Vitruvius. “Mimarlık Üzerine On Kitap”. Çev. Güven, Suna. Şevki Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları, 1990. (4-6).
[10] Delphi’deki Siphnos (Sifnos)’luların yapıp içini  tıkabasa doldurdukları hazine yapısında da  arkaik iki tane  var. Ama, bunlarla boy ölçüşebilir değil.

Mart 20, 2012

Cibali'de Bir Cevelan

Haliç'te bir Üniversite         
Bizim Miki Eşşek kadar oldu; yavruladı, kurumsal ormanlarda balta elinde, uzun ip belinde adem avlar oldu ama, halen bin bir türlü olmadık iş peşinde… Şimdi de bir mesleki eğitim şeyi çıkardı başımıza… Sanırsın roket alimi olacak. Geçen hafta sonunu bu şekilde çarçur etti. Ben de nazik davetini kıramayarak işin pazar günümüzü heba eden bölümüne icabet ettim.
Hadise Haliç’deki üniversitelerden birinde gerçekleşecekmiş. Boynuzun kıyıları bereketli, sulak bir bostan gibi mümbit topraklara sahip ki, bol üniversite yapıyor mübarek. Karşılıklı iki kıyı hep üniversite. Efendim, hep ilim irfan yuvası…

Hoş, gitmesem ne olacak? MKD kalkmış sabahın köründe, üstelik; pekmezi, peyniri, elma püresi, ıspanağı derken günden az bir kere tepe gibi yığakoyuyor namussuz “yok ben gelmiyorum, evde kalacağım” demek, adamın bokunu temizlerim demenin başka bir yolu. Bir öküzün kuvvetine, kedinin merakına sahip ve fakat -şimdilik- bir salyangoz kadar bile kafası çalışmayan bu canlı ile yalnız kalacağıma, gezer bilgimi görgümü artırırım. Haaa nedir, o da yanımda, sepetinde uyuklar dedim.
Aslında Haliç Kıyısı maceralarım pek iyi neticelenmiyor. Ama ne denilmiş: “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür”. Kalktık gayret kemerini yedi yerinden perkittik, tuttuk biz de maceranın bir ucundan.

Hayırsever, zengin yurttaşın şık bir şekilde onartıp, türlü iki soyadlı (tercihan biri Türkçe değil) ilim pehlivanı ile doldurduğu eski cigara fabrikası müze ve sergi salonu da eklenince olmuş sana üniversite. Belli ki iyi niyetlerle kurulmuş bu ”üniversite”lerin çoğu maalesef yol kenarı benzin istasyonu veya katlı mobilya mağazası derinliğinde. Umutsuzca üniversite radyolarına, öğrenci kulüplerine, Amerikan Futbolu takımlarına, Haliç'te tertip edilen kürek yarışlarına vb. bel bağlansa da, hiç biri heveslendikleri o karmaşık ve çok boyutlu, uzun yıllar içinde biçimlenmiş ince dokulu geleneklerle beslenen organizmanın: üniversitenin algoritmalarını içermiyor, içeremiyor. Müsamere dekorundaki bu dalgasız ve ince kumlu sığlıkların keyfini çoğu vasat yüzlerce akademisyen çıkarıyor sanki.
Hiç Bir Zaman Böyle Eğitmenlerin Olmayacak!

...Ya da Böyle.
İşin çaresizlik içindeki köklü devlet üniversitelerine cömert para yardımları yapmak, yüksek lisans/doktora programları için burslar vermek, enstitüler, araştırma üniteleri kurmaktan daha cazip bir tarafı olmalı ki; cennet yurdumun para –pul, mal-mülk erbabı nedense hep üniversite kurup, üzerine de adını yazdırıyor [1].  

Uzatmayalım; kapıya bir hususi zaptiye koymuşlar, kapılara sığmaz ,“yıkıl karşımdan bre rezil” diye gürlese, insanı altına pisletir bir yiğit. Sanki İstanbul içinde üniversite kapısı değil, New Mexico çölünde mahrem atom tesisi bekliyor. Fakat mübareğin arabanın içine bi bakışı ne müstesna insanlarla karşı karşıya olduğunu anlamasına yetti ve “ilerigdnbeyfiszeyrdmcolcaklar” buyurdu.

Tefriş edilmemiş reklam ajansı edalı ana mekanlar pek güzel hakkaten. Giriş katında rahat koltuklarda oturup çay kahve içilecek, lak lak edilecek epey büyük bir alan var. Yapının diğer ucuna da yaşamımızın bir olmazsa olmazı Starbaks çöreklenmiş (var, var onun da rahat kadife koltukları, şeyleri)… Fakat anlaşılan haftanın diğer günleri çok iş yaptıklarından yedinci gün hasılatını pek ehemmiyete haiz görmemişler ki, kapalıydı.

İlim irfan mabedinde olunca insanın aklına ister istemez kendi öğrencilik günleri geliyor: Buz gibi koridorların pencere önlerine konmuş, muhtemelen şakirt taifesine işkence maksatlı, kalın bir borunun etrafına dikine yerleşik ince plakalardan mamul “radyatör”lerin üzerine tüneyip, kantinden alınan ve yoğun karton tadı yüzünden paketin komple atıldığına inandığımız şeyi - çayı - içtiğimiz günler. O ısıtıcı cisimlerin üzerinde kısa bir süre sonra kıçın ince şeritler halinde yanmaya başladığından, uzun oturamazdın. Zaten bir oturma sırası olur ve kıçının yanmasını bekleyen başka birine devrederdin yerini! Aradan geçen yaklaşık otuz yılın eğiten ve eğitilenlerin kalibresine ne kadar yansıdığı müphem, ama işin catering ve dükkancılık boyutu çok yol almış. Doğruya doğru.

Üniversite Günlerimden bir Anı 
Miki içerde roket alimliği tekamül kursunda sıkılırken biz de dışarıda sıkılmaya başladık. Rahat koltuk, kanepe, kahve bir yere kadar. Yapının altındaki -yine çok iyi restore edilmiş- tonozlu bölümde Neolitik Çağdan başlayarak, sıra takip eden ve yer yer tematik olarak da gruplu çok zengin, hiçbir temel objeyi atlamayan bir arkeolojik koleksiyon sergileniyor. Bu, MKD’nin ilk, benim de şimdiye dek gördüğüm Anadolu Arkeolojisine ait en derli toplu, kronolojik bütünlük içinde derdini anlatan sergi. Zaten o da “gaaa?… agu” diyerek beğenisini belirtiyor. Gezimizin geri kalanında da bir daha ağzını açmıyor. Burayı dolaşırken devlet müzelerinin halen sergileyiş tarzı, kronoloji bütünlüğü, konservasyon, aydınlatma, açıklayıcı metinler gibi temel (geriye de başka bir şey kaldı mı?) gerekler açısından yemeleri gereken ne çok ekmek olduğunu düşünüyorum, içim burkuluyor. Mutlaka gidilip görülesi.
Nedense epey kapsamsız, sergilenişin ustalığına yaraşmayan ve fakat güzel fotoğraflarla fiyakalı kağıda basılmış sergi kataloğu da alınabilir.

Kilise bodrumunu andıran bu alçak, tonozlu, yarı karanlık yerde dolaşırken başka bir odaya giriyoruz. Ortalık alanın geri kalanına oranla bir parça daha karanlık. Yaşlıca, saygın görünümlü bir bey çalışma masasında sessizce oturuyor. Hafif aydınlatılmış duvarda çeşitli  fotoğraflar ve “Cartier” marka bir evrak çantası var! Dikkatli bakınca masada oturanın, Üniversite’nin kurucusu, artık bu dünyadan göçmüş varsıl kişinin inanılmayacak kadar gerçekçi mumdan heykeli olduğunu fark ediyorum... Katedral  krypt'ini andıran, nasıl bir akıl ve dürtüyle yapıldığını pek anlayamadığım bu tuhaf,  ürkütücü odadan çabucak çıkıyoruz.
Üstte, giriş katındaki sanat galerisinde bir resim sergisi var. Serginin banisi; Üniversite’nin kurucusu varsıl kişinin sanat aşıklısı, kocasıyla birbirlerine eser hediye eder ve boş vakitlerinde de müzede yerleri silip eserleri yerleştirir gelinleri hanımefendi. Kucağımda, bir kolunu bıçkın taksici edasıyla omuzum üstünden gevşekçe sarkıtmış MKD bunu duyunca ağzından ister istemez bir “gaaa?...agu” kaçırıyor… “Terbiyesizleşme!” diyorum ama, hak vermemek de elde değil.
Sergi Salonu
Nazmi Ziya Güran’ın çoğu özel koleksiyonlardan toparlanmış, geniş bir dönem boyunca ürettiği resimler sergileniyor. İnanılır gibi değil, çok güzel. Hazır hiç kimse de yokken resimlerin önünde uzun uzun vakit geçiriyoruz. Zihnimizden Mumya’nın görüntüsü silikleşiyor ve keyfimiz yerine geliyor. Tam yeniden başlayıp bir daha dolaşacakken, bizi bir süredir göz hapsine almış sergi bekçisi hanımefendi “beyefendi!  Çocuğun üstü çok ince, üşüyecek” buyuruyor. Türk ülkesindeki küçük çocuk popülasyonu mutsuzluğunun, ota boka ağlayan sinirli ve dengesiz canlılar olmasının temel sebebinin aşırı giydirilip sıcaktan bunalmaları ve bunun ileri yıllar da muhtelif kişilik bozuklukları şeklinde tebarüz ettiğini anlatmalı mı? Ama pek didişesim yok. Namussuz MKD’yi saatlerdir kucağımda taşıyorum ve artık bir öküz kadar ağır sanki... “Biz de şimdi giriyorduk içeri” diyorum terbiyeli terbiyeli. Fazla dikkati çekmeden biraz dolaşıp, nisbeten daha sıcak kahve/laklak bölümüne geri dönüyoruz.

Miki’nin de kursu bitmiş bizi bekliyor. Gitmeye hazır. Evet, o artık bir roket alimi. Aceleyle ortalığa yaydığımız ıvır zıvırı toplarken “nası geçti gününüz, sıkılmadın ya?” diyor. “Gaaa?...agu” diyorum. “Terbiyesizleşme” diyor.


BvP,

Edited By Miki
.....................
[1] Wikipedia'ya göre Türkiye'de 2011 itibarıyla faaliyetgösteren 172 üniversite var! Yüz-yetmiş-iki...

Resimler: 1. Princeton, 1949. 2. Harvard Üniversitesi Kütüphane Memurları,Life. 3.Üniversitede Ders Sonrası, William Faulkner, 1950'ler. 4.  Yazıya Konu Üniversite, İç Avlu. 5. Ek Bilgi Yok. Bir Amerikan Üniversitesinde Tütün İçenler Klübü!, 1960'lar. 6. Yazıya Konu Üniversite'nin  Sergi Salonu.