Emsallerine faiktir

Kasım 29, 2008

Cuattro Vientos






Madrid, Quattro Vientos daki İspanyol Hava Hüzesi, ya da onların deyimi ile “Museo del Aire” Madrid deki onlarca müze ve görülecek yerin yanında, Madridlilerce bile fazla önemsenmeyen yerlerden biri. Kent ile ilgili resmi turist rehberlerinde adı en alt sıralarda yer alıyor. (Ama, bunda garip bir taraf yok anlaşılan. Bizim kent rehberlerinde de Hava Müzesinden bahsedilmez pek. Uygulama böyle demek ki...) Müze’nin –yalnızca- İspanyol dilinde hazırlanmış internet sitesinde yol tarifini anlamak imkansız. Burada karayolu ile gidiş anlatıla-mıyor. Turizm danışma bürolarından birindeki, tek kelime İngilizce bilmeyen ve fakat yardımsever orta yaşlı teyzelerin bir dizi uğraş sonucu oraya metro ile ulaşılabildiğini fark etmeleri sonucu “ne olacaksa olsun” deyip yola çıktım. (O teyzelere, bu müzeyi soran tek turist olduğumdan eminim!)
Metro planının en sonundaki Cuatro Vientos’a gitmek kent merkezinden yaklaşık otuz dakika. Otoyol kenarında; unutulmuş, sevimsiz ve uykulu bir banliyönün kıyısına gelindiğinde uzaktan eski, tuğla hoş yapılar, çatıda bir radar anteni ve inip kalkan ufak uçaklar müzeyi işaret ediyor.
Bugün askeri ve sivil eğitim uçakları tarafından kullanılan Cuatro Vientos 1911’de kullanıma açılan ilk İspanyol askeri hava alanı. İki yıl sonra, 1913’de İspanyol Hava Kuvvetleri resmen kurulduktan sonra uzun yıllar kullanılmış


Epey eski ve hareketli bir hava gücünün birikimini müzede sergileme fikri 1966’ya kadar gidiyor. Bölgedeki çalışmalar 1979 yılında başlamış ve müze 24 mayıs 1981’de kapılarını açmış. Doksanların başında yapılan yenilemeler ile 1993 yılında müze bu günkü halini almış. Şimdi, 170 civarında çeşitli hava aracı, 90 kadar uçak motoru ile birlikte yaklaşık 60.000 (evet altmış bin!) objenin sergilendiği, 37.730 metrekarelik açık, 7.039 metre kare kapalı alanı ile, insana aklını kaçırtacak bir yer… (kapalı alanda sergilenen 110 civarında uçağın ve tüm motorların inanılmaz şekilde restore edilmiş olduğunu da aklınızda tutun)

Savunma Bakanlığı tarafından yönetilen bu müzede, hava araçlarının önemli bir bölümü üç adet havadar tepeden bol ışık alan son derece temiz ve bakımlı hangarda sergileniyor. Diğer kapalı alanlar: büfe işlevi gören İ.E.T.T. bilet/mavi kart veznesi kıvamında prefabrik bir ünite (Müze’nin içine çay içerek zevzeklik yapmaya müsait bir “gazino” yapmayı akıl edememiş olmaları çok garip tabii). Onarım/ restorasyon hangarları ile hatıra eşya, kitap, ıvır zıvır bulundurması gereken, ama bu konuda oldukça çorak bir kütleden ibaret. Burada, birkaç kitap, oldukça albenisiz ama sıkı olduğu her halinden belli, müzeye ait süreli bir yayın – tabii İspanyolca- dışında bir şey yok maalesef. Evrensel devlet sektörü işletmeciği prensipleri doğrultusunda, İngilizce Müze kataloğu kalmamıştı ve ne zaman geleceği de belli değildi….Neyse ki, kötü işletmecilik bu mekanın dışına çıkmıyor. Mekan son derece temiz, bakımlı. Sizi dikkatle izleyen ama, işinize de fazla karışmayan nazik sivil görevlilerle maalesef işaret dili ve gülümseyerek anlaşabiliyorsunuz. Uçakları çeviren kordonun içine girmeden fotoğraf çekimi -flaşlı veya flaşsız-yapabilirsiniz. Aslında, bu kuralı da esnetmek mümkün. Bir gün önce fotoğraf çekerken zorlandığımı fark eden görevliler, ertesi gün gerek duyduğumda gözetim altında kordonları geçip fotoğraf çekmeme izin verdiler.
Ortalıkta sürtmeye başlamadan önce son birkaç söz:
- İspanyol Hava Kuvvetleri’nin gönlü oldukça zengin. Daha önce 0.60 euro gibi bir para olan giriş ücretini de artık almıyor. Fakat girişteki kulübede mukim, orta yaşlı fakat “mihrap” son derece yerindeki teyze’den bilet almak zorundasınız. Herhalde bileti hatıra olarak çerçeveletip asın diye veriyorlar.
- Bir devlet birimi -üstelik de Akdenizli bir devlet- olduğunu unutmayasınız diye, Müze sadece 10.00 ile 14.00 arası açık! Zaten toplam 60.000 objeye bakamayacaksınız, ama gezi planınızı en az iki gün üst üste gidecekmiş gibi düzenlemekte ve mümkün olduğunca erken gitmekte yoğun yarar var.
-İç Mekanlarda ışık genellikle yeterli olmakla birlikte, fotoğraf çekimi için bir üç ayak bulundurmak işe yarayabilir.

Kasım 20, 2008

Orada bir Pavyon Var Uzakta


Ecnebi bir memlekete gitme hallerinin sevdiğim bir tarafı da, (tıkabasa yemek yemek ve değişik biralar içmeyi saymaksak), acıklı ve donanımsız bir üniversite öğrenimi sırasında ancak kitaplarda görülen,; tam da ne bok olduklarının, ne anlama geldiklerinin anlaşılamadığı yapıları görmek. İnsan evladının yapılarla ilgili algı noktasının bu tür bir deneyimle ne ölçüde değiştiği hususunda fikrim var ama bunu zikredecek takatim yok. İsteğim de yok aslında. Çok istiyorsanız siz kafa yorun.

Bu gereksiz ve esasen hiç bir işe yaramayan dürtü ile yakın zamanlı bir İspanya seyahatinde yolum Barselona'ya düştü. Bu durumda Mies van der Rohe nam Alaman mimarının 1929 Uluslararası Sergisi için tasarladığı pavyonun yeniden yapılmışını görmemek olmazdı. Olmadı da...

Çokları tarafından şimdiye dek tasarlanan en zarif modern mimari yapısı olarak tanımlanan bu "şey", içinde herhangi bir şeyin bulunmadığı bir nesne. Kesenin ağzının sonuna kadar açıldığı ve Mimar'ın el parası ile gerdeğe girdiğinin - hem de oldukça iyi girdiğinin- kanıtı bir düş ürünü. Bir mimari “olur da, bu kadar mı olur”. En azından bindokuzyüzyirmidokuzda öyleymiş.

İç avludaki Kolbe yontusu dışında, Adamımız "ulan çok boş oldu, hele şurdan bir dizi mobilya üfürsem ve de içeri salsam gerektir" dediğinden, oturup bir dizi mobilya tasarlamış. Bugün Banka ve reklam ajansı lobilerinde sıkça rastladığınız, Züppe mimar ve iç mimarların oraya buraya serpiştirmekten hoşlandığı son derece zarif “Barselona Çeyr” denen koltuklar… (Şimdiye dek bunlardan birine oturamamış olanlara sesleniyorum. Üzülmeyin. Oldukça rahatsız, muhtemelen de oturulsun diye de yapılmamışlar zaten).

Ablamın öğrencilik yıllarından sonra bana devrolan Peter Blake’ in Mies van der Rohe kitabına her baktığımda bu bina/pavyon/nesne ya da her neyse, travertenden bir tabanın üzerine (en pahalısından elbette) uçarcasına konumlanan gri cam, yeşil mermer yatay/dikey düzlemler ve onları taşıyan sekiz adet krom kaplamalı çelik kolon tarafından tanımlan mekanlar ve ışık/karanlık oyunları beni şallak mallak ederdi. Hırslı bir mimarlık öğrencisi iseniz ilginç bir deney aslında: Beleşe yetenek-sizliğinizi sorgulama fırsatı…

Rivayete göre, sergi sonunda sökülen yapı Almanya’ya götülüyor ve bir daha da kendisinden haber alınamıyor! Durun, hemen “hassktir” demenin alemi yok. Bu ufak nesnenin Modern Mimarlık üzerindeki etkileri o kadar güçlü ki, sonraki elli yıl içinde bizim mimarın yaptığından daha “Miesian” binlerce yapı yeryüzünün orasında burasında boy gösteriyor. Bir tür konstrüktif ad nauseam hadisesi yani.

Hikaye burada bitti mi? Hayır. Cristian Cirici, Fernando Ramos ve Ignasi de Sola-Morales adlı üç mimar beyfendinin önayak olması ile yapı aynı yerde orijinal uygulama projesinden yararlanarak 1983-1986 yılları arasında yeniden inşa edildi. (Meraklısına: yapının içindeki hediyelik eşya dükkanında bir sürü bok püsürün yanında bu çizimlerden de satıyorlar. Hani alıp Söke ovasında falan bir tane yapmak istersiniz diye söylüyorum).

Bu işlere kalkışıldığı dönemde çok öğrenciydim. Çok nahif ve cahildim. O kadar ki, Türkiye’deki sarı saçlı kadınların tümünü doğal sarışın sanacak kadar…Yıllarca, Barselona’da yapılanın güzel bir şey olduğunu düşünecek kadar devam etti bu cehalet. Taa ki İkibinsekiz yılının bir ekim günü Pandora’nın kukusu açılana dek.
Bu gün hala sergi/fuar alanı olarak kullanılan pek büyük alanın içinde fazla yürümeden ulaşabilmek olası kukuya. Ana kapıdan girip, yolun iki yanındaki büyük sergi salonlarına abuk sabuk makinaları sokmaya çalışan ve forklift ve amele ve elektrik kablosu kalabalığını yarıp geçmeniz yeterli. Sağa Dönüp, bir süre yürüdükten sonra karşılaşacaksınız onunla. Iskalamak imkansız.

Orada duruyor. Katalanca’yı çok iyi görüştüğünden emin olduğum Katalan bir oğlan duruyor kapıda. Bütün gün kapıda durmaktan yorulmuş. Sıkıntı ile ile size iki yuro’nuz olup olmadığını soruyor. Yoksa giremeyeceksiniz çünkü. “Paraysa para” deyip giriyoruz içeri. “Aslında içine gireceksin de ne olacak. Dışardan bakılsın diye yapmamış mı adam bunu?” diye soruyorum kendime. Ama, duvarlara elimi sürmek, iç havuzu yakında görme dürtüsü ağır basıyor. Dalıyorum içeri. Beklediğim gibi olmuyor…Yeniden yapmaya çalışmışlığın acıklı kokusu var içeride. Kullanılan malzeme, yapı kalitesi hayal ettiğim gibi değil. İç mekandaki halıların üzerinde ayak izleri var ve buruşuk. Camlarda ve fazla parlak olmayan mermer duvarlardaki parmak izlerini görünce benim de içim buruşuyor. Etkileyici, kusursuz bir formu oluşturmuş tüm bu malzemelerinin 1929’da bu şekilde bir araya getirilmemiş olduklarına eminim. Kötü bir işçilik ve boktan malzemelerle ortaya çıkan sonuç insana “keşke hiç yapmasalardı” dedirtecek kadar tatsız. Ruhsuz bir kutu gibi görünüyor gözüme.

Oysa, Mies’in binalarını görmek her zaman heyecan verici. Chicago’da IIT kompleksinde çoğu oldukça bakımsız binaların, Birinci ve ikinci sınıf mimarlık öğrencilerince hala kullanılan proje stüdyosunun, pencerelerinden perdeler ve abajurlar görünen, birilerinin oturduğu göl kıyısı apartmanları inadına büyüleyici. Belli bir işlevi olmayan, aslında gerçek bir yapı bile olmayan bu kütlenin yeniden yaratımının olanaksızlığı belki de malzemesinde değil. Sanki varoluş nedeni ortadan kalkınca ruhu da uçup gitmiş gibi.

Bu kadar hayal kırıklığına uğramamam gerekir aslında. Kötü yapılmış ruhsuz bir replika da olsa, her şeyin başladığı yerdeyim işte. Dikkatimi açık havuzun uzun kenarına paralel giden duvara çeviriyorum. Havuzun karşısından, sonbahar güneşi altında çok güzel görünüyor. Kafamda mekanı parçalara ayırıp sadece bu bölümü algılamaya çalışıyorum. Duvarın önünde zarif bir bank var. Çok, ama çok güzel namussuz. Karımın küfretmesini sağlayacak kadar uzun bir süre duruyorum karşısında…Sonra: sonra, ayrılıyoruz oradan. Canım bir bardak bira ve puro istiyor. Çıkarken Katalan oğlan bizden çıkış için para talebinde bulunmuyor. Seviniyorum. Bir tarafı ağaçlı yolda yürürken ağaçların altına dizilmiş üç dört tane plastik/portatif kenef görüyorum. Gülme tutuyor o kadar…