Emsallerine faiktir

Temmuz 05, 2015

Yadigar-i Cümhuriyet veya Sarayburnu Atatürk Anıtı


Atatürk Anıtı | Sarayburnu |
 1926 Heinrich Krippel (1883-1945)
Bilmiyorum hiç dikkatinizi çekti mi? Sarayburnunda, tam Gülhane Parkından sahile inen yolun karşısında,  etrafını çeviren  saçtan eğreti bir duvar dizisi içinde kalmış, yüzü denizde dönük bir heykel  var. Deniz kenarında olduğu için Kadıköy - Eminönü vapurlarından da azıcık görünüyor amma,  hem etraftaki keşmekeş hem de sahile uzaklık yüzünden bir şeye benzetmek zor. O pek bir şeye benzetilemeyen heykel maalesef Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk figüratif heykeli, Heinrich Krippel’e ait Sarayburnu Atatürk Anıtı! (Tekiner;69) [1]. Şimdilerde sahil yolu  tarafından bölünmüş olsa da,  bir zamanlar  Gülhane Parkı’nın parçası olan bu alana  Cumhuriyet’in kurucusuna ait ilk heykelin dikilişi yakın zamanda politik jargona giden tanımlama ile epey “manidar”. Onu söyleyeyim baştan. Bununla birlikte,  erken Cumhuriyet döneminin politik itiş kakışları hatırlandığında... İşler azcık anlam kazanmaya başlıyor.

Cumhuriyet’in kurucusunun  Osmanlı’nın [ecdat] kültürel ve entelektüel birikiminin merkezi “eski” başkente yönelik tutumu bilinmedik şeyler değil [2]. Tavrın temelinde yatan  gelenekten kopuş, kendi ayakları üzerinde yeni bir başlangıç,  her şeyi sıfırdan inşa  dürtülerine bir de  muhalefete verilmek istenen “ders”ler eklenmeli. Böyle bakınca Boğaz’dan 1924’de vapurla geçmesine karşın uğramadığı [3],  1 Temmuz 1927’ye kadar adımını atmadığı kente kendisinden  önce  heykelinin gelişi ve neden böyle, Tanzimat Fermanı’nın okunduğu Gülhane parkının  denize bakan ucunda,  kente giriş çıkışı kolayca  kontrol edebilecek o stratejik noktaya koyuşun "feraset"i kolayca kavranabiliyor!  Ne zaman duyduğumu hatırlamadığım, ama kafamın bir kenarına yer etmiş ve ihtimal bir zamanlar benim de alıp sattığım, şu “Bandırma Vapuru ile Samsun’a yola çıktığı yere dikilen heykel” lafı esaslı bir palavra [4].

Esasen, Ankara’da yapılacak anıt projesinde (Ankara Ulus Anıtı)  birinci olduğu için  ülkeye gelen Krippel’e  alelacele Sarayburnu ve Konya Atatürk  anıtlarının sipariş ediliş nedenlerini  Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşundan iki buçuk ay sonra İstanbul’un on bir bölgesinde şube açışında, İstanbul Basınının tavrında, ve hatta İzmir Suikastında (Haziran 1926) aramakta  gerekebilir.  
*** 
Tarihsel arka planı ve siyasal anlamları  epey alingirli  bu anıt günümüzde (Ağustos 2015)  son derece işlek bir yolun yamacında usulca  çürümeye terk edilmiş durumda. Heykele konu olanın kişiliği ve simgelediklerine yönelik, zeminini şimdilerde güzelce bulmuş,  nazikane tabirle “menfi hisler”in bu işte ne kadar parmağı var, yoksa düz budalalık mı  pek karar veremedim. Muhtemelen her ikisinden de miktarlı olarak var.  



Anıtın kontrollü  bir çöplük ve yıkıntıya dönüştürülmüş yaklaşık üç metrelik kaidesi ile  çevre düzeni dönemin hakim üslubu Birinci Milli  Mimari Dönemi özelliklerini taşıyor. Yakın çevreyi  tanımlayıp, sınırlayan elemanların üzerindeki bezemeler uzun zaman önce sökülüp götürülmüş. Düpedüz çalınmamış, usulüne, “mevzuata uygun” şekilde “depoya kaldırılmış” olsalar bile eminin artık izlerini bulmak olanaksız. Üstelik kimsenin istediği bir şey de değil artık sanırım.
Evet, Ne Var Ne Yok Sökelim,G.tümüze Sokalım 
Keza,  kaidenin üzerindeki madalyonlar da uzun zaman önce taburcu olmuş.  Her neyseler onlar,  balustradları üstündeki (bunlar prekast sanki) -büyük ihtimalle pirinç- boruların yerlerinde de  yeller esiyor. Yerlerini  bir kaç bira tenekesi, kuşlara atılmış bol miktarda ekmek, onların boku ve eşcinsel orospulara ait ,telefon numaralı filan birkaç ilan dolduruyor. Bir ihtimal anıtla ilgili bilgiler içeren bir plakaya destek oluşturan  ve daha sonraları yerleştirilmişe benzeyen  mezarlık mermeri kaplama pis şeyin üstü de artık boş. (özür dilerim,  kuş boku  kaplı). 

Kuru Kuş Boku ve Kuru Ekmek 
Herhalde ince pirinç bir levha vardı ki, vida delikleri görülebiliyor. İç bulandırıcı bir şekilde her şey  bu alanın yok sayılması için insanüstü bir çaba sarf edildiğine işaret ediyor.

Siz de Merak Ettiniz Değil mi 
Orada Ne Olduğunu ?
*** 
Figür uzaktan da sezildiği gibi,  çok parlak bir heykeltıraşlık örneği değil. Krippel’in Ulus Anıtında becerdiği kompozisyon zenginliği, gerilim  ve figüratif ustalık göz önüne alındığında bu durumu işin biraz – hatta çok- aceleye getirilmiş oluşuna bağlamak mümkün. Beline dayalı eli ile  ufka bakan Atatürk sağ elini yumruk yapıp sıkmış olsa da;  atletik vücuduna iyice oturmuş ince kumaştan dar  takım elbisesi, kısa paçaları ile   en kibar tanımla “kurucu baba” figürünün epey uzağında.


Ülkede yapılmış ilk Atatürk heykelinin sivil kıyafetli oluşu ilginç bir özellik, ancak detayların özensizliği ve oran sorunları işin tadını bozuyor. “Ata yaka” olarak adlandırılan o meşhur smokin gömleğinin yakaları, kravat ve ayakkabıların üzerindeki getrlere ait detaylar pek acemice.  Ancak, maalesef iş burada bitmiyor. Vücudun geri kalanına kıyasla çok daha özenli  ve detaylı çalışılmış baş vücuda göre anlamsızca  büyük.  Kaş ve bıyıkların abartılı ifadesi dışında epey  gerçekçi, anlamlı yüz ifadesine sahip   bir portre için daha da can sıkıcı bir durum bu. 

Gövde ve Baş
Sanki Aynı Malzemeden  Bile Dökülmemiş,
Ya da Farklı Dökümhanelerin İşi Gibi. 
Üstelik sanki kaidesine göre de oldukça hantal duruyor, başka bir deyişle ya heykel büyük ya da kaide küçük! Fakat kaide figür ilişkisini algılayabilecek kadar mesafe olmadığı için bu konu benim ahkam kesebileceğim türden değil.


Ezcümle; kentsel bir öğe olarak  anlam kazanabilmesi için – bence -  taa başından beri yanlış bir yer seçilmiş, fazla parlak figüratif özelliklere de sahip olmayan Sarayburnu Atatürk Anıtı' nın hali berbat.  Başarılı bir anıt olmayışı, “yeni devlet”in kurucusuna ait bu ilk heykelin, (ilk  diyorum ulan,   boru değil. Yitip giderse, elinde “ilk” diye bir şey kalmayacak. “ikinci”, üçüncü” den başlayacaksın, anlıyor musun beni!) içinde bulunduğu durumu haklı çıkarmıyor.

Umutsuz ve Kırgın 
Pek kimsenin umurunda olacağına sanmıyorum ya,  ana haber kuşaklarına vakit doldurmak için yapılan “sevimli pantolon balıkları genç kızların sevgilisi oldular” türünden  otuz saniyelik bir haber de bu anıta yapılsa keşke. Görse halini insanlar. Ama,  maalesef bu aralar alıcısı yok böyle malın. İlgi açlığı yüzünden iyiden iyiye  maskaraya dönmüş o tarihçi  "hoca" bir iki laf ederse filan belki... 

BvP.

Fotoğraflar: BvP 
    


[1] Tekiner, Aylin:  Atatürk Heykelleri, Kült, Estetik, Siyaset. İletişim Yayınları. 2014, ikinci Baskı. İkinci baskısı yapılmış bir heykel kitabı. Üstelik Atatürk Heykelleri! Şaşırtıcı gibi görünse de, konunun genel ele alış biçimi, yer alan örnekler ve  değerlendirme niteliği doktora tezi olarak yazılmış bu kitabı son derece ilginç, eğitici  ve okunur yapıyor. Yazan kişi gerçekten “konunun “mütehassısı”. Hiç saçmalamadan, hamaset yapmadan, tekrarlamadan anlatıyor bize bildiklerini.  İletişim yayınlarının pek sevdiği o okunamaz, okunsa da bir şey söylemez   “doktora tezlerinden kitap yapalım, güzel olur” saçmalığına ait önyargımı kıran kitaplardan.  Konu ile ilgilenen herkesin edinmesi gereken bir avadanlık.  Yazıdaki saptama ve tezlerin çoğu bu kitaba dayanıyor.

[2] Bu tutum öyle pek de  hayra alamet değil.  İstanbul’u “Bizans” olarak niteleyip, Siirt Mebusu Mahmut Bey’e yazdığı bir cevapta Cumhuriyet’in Bizans’ı “elbetteki ve muhakkaka behemehal  hal-i tabii ve nezihine (temiz haline) icra eyleyeceğini” söyler. (Aydemir, Tek Adam, 1975:313. Akt. Tekiner)

[3] 12 Eylül 1924’de Hamidiye Kruvazörü ile Mudanya’dan, Trabzon’a gitmek üzere Karadenize çıkar, ama kente uğramaz.

[4] Kızkulesi açıklarında bekleyen Bandırma’ya  Beşiktaş’tan kalkan bir motorla gidiyor. 

Merzifonlu Karamustafa Paşa Mescidi

Ben de farkındayım, Karaköy'deki Merzifonlu Karamustafa Paşa Mescidi bu Blog'da düşündüğümden fazla  yer işgal etti. Fakat şu fotoğrafa denk gelince, buraya koymamak olmazdı. 
Yüzlerindeki   o nefret ve  tiksinti dolu ifadeye bir anlam veremesem de, iki kadının saç ve makyaj biçimlerinden, arkalarındaki "SANA" panosundan (alttaki cümle okunamıyor, kelime uzunlukları sanki o yıllardaki slogan "sana'lı bir dilim sıhhat ve güç verir" e denk geliyor, neyse) Altmışların başı olduğunu - belki de 1962-1965 arası-  düşündüğüm bir zamanda, tesadüfen o meşhur Artamonoff fotoğrafı ile aynı açıdan çekilmiş. Öyle aynı açıdan çekilmiş ki, Karaköy Ziraat Bankası'nın köşelerini kolayca oturtabilmek mümkün. Bakmakta yarar var. Etrafındaki  mezbelelikten kurtulmak yerine, kendisinden kurtulma yolu seçilmiş bir yapının çaresizliği kolayca görünüyor. 

Eğer acıklı bir replikası  gerçekten oraya kondurulacaksa  durum çaresizlikten ironiye kayıyor. Çevreye diş geçiremeyip, etrafı adam gibi hale yola koymadan, derinliksiz nedenlerle yeniden  o mezbeleliğin içine yapıyı yeniden  oturtma hevesi  sanki başka yazılara da konu olacak. 








Temmuz 02, 2015

Bir Uçak Yolculuğu Hikayesi


Çok uzun zamandır, bisikletçi o  iki tuhaf kardeşin icat ettiği,  tayyare denen  acayip nakil vasıtasına (hiç uçan makine olur mu?)  inip binmem icap ediyor. Semalarda  yolculuğun hasretle andığım o güzel günleri çok gerilerde kaldı. Yetmişlerde  dize konulan ufak beyaz yastıkların üzerine yerleştirilen tepsilerde sunulan yemekler, İstanbul’dan Diyar-ı Bekir’e,  Ankara ve Kayseri’ye uğrayarak geçen dört buçuk saatin sonunda Diyarbakır Havaalanında  pistin yanına ip gibi dizilmiş  sonsuz – o zamanlar bana öyle gelirdi – RF84/F84 dizilerini, beton  bunkerleri  seyrederek inişler, seksenlerin  “uçağa teşrifleriniz rica olunur”ları, doksanların kıtalar arası uçuşlarında arkadaki boş koltuklarda keyifle doldurulan, tüttürülen  pipolar filan… Bitti, gitti artık. 
İlk Yolculuklarımdan
Yakın zamanda yine acilen “Türkiye”nin Kalbi”, “Kemalist devrimin simgesi” yüce başkentimize ani bir yolculuk icap etti.  Reklamlarında üçüncü sınıf Holivut artistlerini, muhtelif topçu oğlanları kullanıyor, arada pistte deve filan kesiliyor olsa da, eski alışkanlıkları terk etmeme adına göksel yolculuklara umumiyetle milli havayolumuz vasıtası ile çıkıyorum. Fakat bu defa beni  istediğim saatte götüremeyeceklerini, götürseler bile getiremeyeceklerini öğrendim. Tamam, geçmiş hukukumuz, hasretle andığım güzel günlerimiz var da,   burundan bu kadar  kıl aldırmamazlık  fazla yani.
Kara kara düşünürken; “bak,bir  Kanatlı At Şirketi peyda olmuş, eskinin Taksim-Karaköy dolmuşu gibi dakka başı tayyare çalıştırıyor, kocaman  karasinek gibi  oradan oraya  konup, konup  kalkıyor.  Üstelik biletler pek ucuz. Niye ona binmiyorsun?”  Dedi yakın akrabam.  Ne de olsa yakın hısım.  Kötülüğümü ister mi hiç diyerekten  “ha bereket” diyip gayret kemerini yedi yerinden perkittik, geçtik bilgisayarın başına. İnternet sitesini anlayabilirsen (neticede at)  ucuza alışveriş mümkün sanki.  Fakat arkadaş,at deyip geçme. “Zeki hayvandır” derlerdi de inanmazdım. Bileti satarken üç beş tırtıklamak için öyle cambazlıklar yapıyor, öyle derelerden su getiriyor ki, akıl fikir şaşar. Al hayvanı,  yap  Yunanistan’a maliye vekili, birkaç ayda  Merkel’midir nedir, o suratsız karının kıçından donuna kadar almazsa, ben buradayım. Bileti aldığımda ödediğim paraya emniyet kemerinin dahil olduğunu taa uçağa bindiğimde öğrenip sevindim. Ne olur ne olmaz, uçak kalkmadan önce o şangır şungur  tekerlekli dolabı gezdirip, “emniyet kemeri almak isteyen konuklarımız için  (zinhar “müşteri” veya “yolcu” demeyeceksin, hepimiz ücreti mukabili birer “konuk" statüsündeyiz) bu uçuşta fiyat 16.95  tele’ye inmiştir” derler diye,  cepte  bi yirmi kaadı hazır bulunduruyordum. Çok  şükür, o ve kabin basıncı fiyata dahilmiş.
Her Şeyimizi Çıkarıyoruz.
Oldukça erken bir saatte, At’la sözleştiğimiz gibi kapıdayım. Şimdi artık eskisi gibi değil, uçağa binebilmek taa kapıdan başlayarak türlü maymunluk gerektiriyor. Bi kere, soyunup döküneceksin iyice. Zaman makinesine benzeyen o  cihazın yanında nöbet tutan  zabite kulak veriyorum. “Manevra kayışı, kemer, kabaralı çizme, sustalı, fotokopi makinesi,  gaz tenekesi, matara … Üzerinizde   ne var ne yok çıkacak!,  içme suyunu da  dert etmeyin, içerde eşşek yüküyle paraya  size dayayacağız zaten” diyor. “Hepisi mi?” Demenin yararı yok. Soyunuyoruz çaresiz. Ne var ne yok  güzelce  diziyorum ortaya.  Fakat bu işlerde en çok kafamı kurcalayan konu şu “Silah Teslim Masası” meselesi.  Sanki on dokuzuncu yüzyıl ortalarında  Tulsa’dan El Paso’ya gidiliyor, herkes ateşli silah sahibi.  Bi bende yok sanırım. En güzeli ise Esenboğa’da.  Nasıl bir bunalıma sebebiyet verildiyse artık, dosya kağıdına “DOLDUR BOŞALT KESİNLİKLE YASAKTIR”  yazıp,  kapıya  asmışlar. Aslında militer, bu işleri bilir – geçinen-  milletiz. Şöyle  bankonun yanına hat boyu nöbet kulübelerindeki gibi kırmızıya boyanmış kum dolu variller koysalar, uyarılmadan etmeden silahını gönül ferahlığı ile boşaltacak gariban “konuk”lar.
Son kapıda telsizli melsizli bir bayanla rastlaşıyoruz,  nefretle yüzüme ve hüviyetime bakıp, elimdeki kağıdı ışıklı bir şeye değdirip  yırttıktan sonra  birazını bana veriyor. Sineğin yağını çıkarıyor, “para verin, koridor kenarına oturun”, “para verin, bilet numaranızı telefonunuza gönderelim”, “para verin, istiyorsanız amuda kalkın”  kabilinden cinlikler yapıyor ama, teknolojiye de çok para döküyor bu şirket. Doğruya doğru.  Halbuki o cihazlar kim bilir kaç para. Şöyle han koridorlarında çaycıya seslenmek için kullanılan türde bir cihaz denkleseler spotçulardan falan, tasarruflu olur.  Bu fikrimi o gözlüklü güleç çocuğa iletsin diye tam bayana  diyecektim ki, arkadakilerin itiş kakışı ile  bizi tayyareye ulaştıracak olan yerden bitme otobüse doluştuk. Karşımda kaportacı çırağı veya rap şarkıcısı, -büyük ihtimalle her ikisi de- olduklarından kesin emin olduğum  iki oğlan var.  Sanayideki  dükkana ustadan sonra  girip, eşşek sudan gelene kadar dayak yememek için gece İstanbul’daki  konserin  “afterparty”sinden doğruca  buraya akmış gibiler. Türkçeye benzer bir dille  konuşuyorlar ama  pek bir şey, daha doğrusu hiçbir şey  anlayamıyorum. Oysa Türkçem fena değildir. Buraların dillerine hakimiyetim vardır yani. Tarassut zaviyemdeki en ilginç tipler olmalarına rağmen Konuşmalardan bir şey anlamayınca çaresiz kafamı başka yöne çeviriyorum. Hem,  o parlak yeşil naylon eşofman altları artık gözümü acıtıyor. 
Diğer “konuklar”  yüzlerce, belki binlerce defa rastladığım; kötü dikilmiş  takım elbiseleri,  tokası  beyaz metal, ucuzdan  kemerleri  ve dar beyaz gömlekleri ile sabahın o saatinde  niye böyle bir yolculuk yapmaları gerektiğini hiçbir zaman  anlayamadığım gençten oğlanlar. Muhtemelen bunların patronu bulunan zatlar gerçek işleri için  daha normal saatlerde kalkan uçakları tercih ediyor,  adam gibi binip gidiyorlar. Hemen hepsinin askılı,  siyah suni deri  bilgisayar çantaları var. O bilgisayarlar öyle önemli, öyle şey bilgiler içeriyor ki, hafazanallah şimdi bineceğimiz  uçak düşse, batar  bu ülke… Musluktan suyu akıtamazsın,  o derece.  Tüm bu insanlar garip şekilde neşeli ve canlı, genellikle ikişerli üçerli gruplar halinde ayakta konuşup,  sabahın o saatinde benim aklımın ermediği işleri yüzünden bir yandan da  telefonlarını dikizliyorlar. Daha anlaşılabilir bir Türkçe konuşabildikleri için de, hep çok meşgul  olduklarını, yaşamlarını bu işin ölesiye doldurduğunu anlamakta zorlanmıyorum.
Yemin Ederim Böyle Günleri
Gördü Havayolu Taşımacılığı
Uçağa tek sıra halinde doluşup, ilgili koltuklarımızı  bulmak suretiyle oturuyoruz. Ben oturuyorum fakat bacaklarımı kıçımla aynı aksa getirmem biraz  zaman alıyor. Uçağımızın koltuklarını monte eden insan evladının aklına “konuk”ların iki ayağı olduğu gelmemiş, geldiyse bile umursamamış anlaşılan. Belki de böyle bir uzvu olmayan yaratıklar; nebleyim, dev sümüklü böcekler ilişsin diye düşünülmüş.  Bu güzel fikri bizim oğlan, her türden böcek uzmanı MeKaDe ile paylaşmak üzere aklın münasip bir köşesine not etmeli. At’ın bu satış nişini oluşturduğu şu   nesnel zeminde  değerlendirmemiş oluşu eksi bir puan tabii. Koltuğun önüne fazladan her santim için “TRL 6,99” desene mesela. Ya da,  kafalar iyice karışsın diye 3 santimi TRL 20.97 değil, 18,63 olsun.  Gtüne güveniyorsan sen  de hiç mesafe olmayanından al, minderde kedi gibi , veya sırtını koltuk duvarına verip “it oturumu” pozisyonu  ile  yolculuğu daha da ucuza  getir. Böyle güzel düşüncelerle hoşça vakit geçirirken ön  tarafta  gençten bir hanım efendi yüzündeki  muazzam  bıkkınlıkla elinde tuttuğu kemer tokasına öbür uçtaki dili sokup çıkararak bir şeyler yapıyor, tepemizdeki cızırtılı bir hoparlörden  (burada o han duvarlarına takılan çaycı hoparlörlerini en azından uçaklara monte etmeyi akıl ettiğini fark edip seviniyorum) Türkçeye azıcık benzer, ama kelime boşluklarının kullanılmadığı başka bir dilden koridorun ucundaki bayanın sokup çıkardığı şeyin mahiyeti ve ehemmiyeti anlatılıyor “görülitakılırbelinizegeayarlanırptelefonuvediğerelektroniczlar…” gibi bir şeyler duyuluyor. Aynı metnin  sanırım İngilizce olanı da var, ama yokmuş gibi yapmak sağlık açısından daha akıllıca.
Dikkatimi  öndeki koltuğun  kafa dayama şeyine iliştirilmiş bezin üstündeki  “saçların da senin kadar enerji dolu ve güçlü” yazısına, böyle şeyleri nasıl insanların ne maksatla yazmış olabileceğine  veriyorum. Bu arada, uçan makinemiz beton pistte sakin, dingin,  tenezzüh sür'ati ile uzun süredir yolculuk ediyor,  “bir sonraki ışıklardan sola dönüp otoyola çıkacak da Ankara’ya karadan mı gidilecek” diye kendi kendime dalga geçerkeen;  bu muazzam karmaşıklıktaki makinayı uçuran – belki de parçaları tek tek birleştirmiş de olabilir -  kişiliğin o ulvi sesini duyuyoruz.   

 "Kaptan"ımız Sanırım Bu Beydi

Buğulu, yorgun, Fırat’ın kıyısında kaybolan kuzunun hesabını bile verebilecek kadar ona buna hakim,  bir o kadar da güngörmüş ve kırılgan bir ses bu. Diğerlerinin aksine tane tane konuşuyor,  ses tonu o kadar nemli  ki, o konuşurken yardımcısının  kokpitin buğulanan  camlarını sürekli  sildiğine eminim. Adına “pilot” denilen kişilik grubunun niye şu  ses tonu ile konuşması gerekir? Neden uçak kalktıktan yaklaşık 10-15 dakika sonra biz ölümlülerle “malumaten bildirmek” sureti ile iletişim kurarlar?  Neden  “Yalova üzerinden Beypazarı – Göynük istikameti” nin fevkalade  önemi konusunda saplantılıdırlar? Eskiden kokpitin kapısı uçuş sırasında sıklıkla açık bırakılır, içerideki kır saçlı favorili ve çok nazik beyefendilerin ne tür bir iş yaptığı konusunda fikir sahibi olurduk. İnişte de çoğunlukla bir tanesi  kapıda durur, milleti yolcu ederlerdi.  Doksanların ortalarına kadar uçak yolcusuna  sanki gerçekten  “konuk” gibi davranılıyordu.  ASIANA pilotları diğer uçuş ekibi aprona tek sıra halinde dizilip otobüse binen yolcuları baş selamı ile uğurlarlardı. vs, vs). Şimdilerde çelik kuşaklarla sağlamlaştırılmış kapılar – öyle sağlam ki, “anahtar” olarak balta kullanılsa bile  açılamıyor - hep kapalı. Ama kabinde dolaşan ses tonu dikkate alındığında, içerde kalmaları daha hayırlı galiba. Sabahın o saatindeki hava trafik yoğunluğu yüzünden “kalkışta bilmem kaçıncı” olduğumuzu fısıldayan bu ses  önü açık ipek bir sabahlık giymiş ve elindeki bu kovasının içindeki şampanya şişesini hafifçe döndüren kır saçlı zampara bir herifi getiriyor gözümün önüne. Kapıyı çalıp  “yoğunluk”  nasıl oluyor? Bu bilinmedik bir şey mi?  Bazı uçaklar “aabi şuraya bi ilişeyim sevabına” mı diyor? Karşılıklı birer kadeh şampanya eşliğinde tartışsak…
Ama bunlara vakit kalmadan “kabinekibiarkşlrımkalkışiçinyelrize-kabnkruvtekofpzişin”  komutu duyuluyor. Biz avanak yolcularla anlayacağımız şekilde  tane tane konuşan gökler hakimi bir anda profesyonelleşip, sadece o büyülü dünya üyelerinin anlayacağı dile dönüp,  uçağı pistte koşturmaya başlıyor.  Yaklaşık yirmi dakikadır kapalı telefonunu  daha en az  bi kırk  dakika kapalı tutmak zorunda kalacağı, yaşamsal bu en önemli  fonksiyonu hadım edildiği  için korkudan büyümüş gözleri ile pencereden  bakan yan koltuktaki komşuma;  “beyefendi sizce de  tuhaf değil mi  şu meretin uçması? Netice itibarıyla yetmiş sekiz ton ağırlığında, basınçlanmış metal bir tüp bu.   Bir de şu var; kanatların altına skindirik bir şekilde  tutturulmuş o her biri iki buçuk ton ağırlığındaki motorların  111 kilo newtonluk bir itme sağlayacağını söylüyorlar! Hayır, dedikleri gibi 111.000 newton  itme olsa, efendime söyleyeyim; kanadın, gövdenin  orada ne tür momentler oluşturur, torsiyonlar, yırtıp tarumar etmez mi oraları?”  diye muhabbet açmaya hazırlanırken, havalandığımızı fark edip boş veriyorum.
“Catering” olayına da  belki başka bir yazıda değinirim.


Evet! Aynen Böyleydi. İşte.  
Kabin Genişliği Olsun, Yiyecekleri Olsun.

Şimdilik;
“kabinekibiarkşlrımkalkışiçinyelrize-kabnkruvtekofpzişin” 
Capt. BvP
Fotoğraflar:İnternet. (Dip not filan da yok!)