Emsallerine faiktir

Aralık 27, 2008

Elalemin Teksas'ı Tommiks'i varsa, Bizim de TARKAN'ımız Var Demek Geliyor İçimden

Galiba, Birinci Körfez Savaşı ertesi günlerdi. Amerikan Birlikleri Komtanı, Normın Şıvarzkof cüssesi hasebiyle -af buyur- “ayı”ya benzetiliyordu. Yaratıcılığın sınırlarının devamlı zorlama çabasının iğne ipliğe döndürdüğü basın mensupları yetinmeyip, fıkara adama “çöl ayısı” dediler. Dönemin anlı şanlı partisi ileri gelenlerinden biri de, -hani şu motel irisi kent dışı otellerde yapılan parti şeylerinden birinde- kendine “otel ayısı” sıfatını yakıştırdı. Beyaz buruşuk çarşaflı bir otel yatağının ucuna çökmüş, ayağında terliklerle fotoğrafları yayınlanıyordu bizim ayı’nın. Aslında, semiz bir öküzü andırıyordu bence. Devamlı sinekkaydı tıraş ve takım elbise ile dolaşanından… Yok, konu o değil. Konu, “kendimizden” olmayana duyduğumuz hayvansı nefrete, uzak duruşa, küçümsemeye karşılık gelen, ezik bir karşılaştırma/benzeştirme dürtüsü. Aslında özendiğimiz dünyanın çok yönlülüğünü, ulaşmak için ödenmiş bedeli, tüm bunların neden-sonuç ilişkisini görmeyen, yüzeysel tutum. Bildiğiyle yetinen, sığ, popüler özgüven makinesinin pompaladığı seruma bağlı olarak yaşamak zorunda kalan ksenofobik bizler.
Bir avukatlık bürosunda geçen Amerikan dizisini hatırlıyor musunuz? Dizininin kahramanlarından biri olan avukat yavru pek popülerdi bir ara (biraz sıskaydı mıskaydı ama, iyiydi bence). Yaratıcı bir konu olarak, hemen “Bizim Ally Mc Beal’ler” haftalık dergi sayfalarında işlendi. Kocaman kıçlı avukat hamfendilerin hayat hikayelerini, Amerika’nın örekesinde mukim, kurgusal bir avukat “yazıhanesi” üyesi ile müşterek taraflarını öğrendik. (Evet çok müşterek yanları vardı, bir tek kıç uymuyordu ama bunlar da zaten”bizim Ally McBeal’ler”di.)
”Bizim” olmak çok önemliydi. Özgüven kalesinin önünde çevik bir maymun gibi oradan oraya sıçrıyorduk ama, “onlar” sürekli döşüyorlardı bize. Bu tek kale maçta hezimet sürerken, altyapıdan başka bir oyuncu yetişti. Oyuncunun adı: Onlarınbilmemnesivarsa bizimdeşeyimizvar. Doğru, telaffuzu zor. Kamyon arkasına “Son İprator” yazarız “biz”. Bu yüzden isterseniz, kısaca aşağılık duygusu deyin ona.
Gıpta edilen, özlem duyulan herhangi bir şeyi, sahibi olduğunuz dandik benzeri ile ikame huyunu “onlar” bir ulus olarak tatmamış oldukları için esef ediyorum. Teksas Tomiksleri varsa, bizim de Tarkanımız, Karaoğlanımız var. Türk Top Gun’u ! Onların çiizkeyki varsa, bizim de höşmerimiz var. Pizza mı? Siktir et. Lahmacundan arak o. Bizim çoban yamçısını alıp Barbur yağmurluk yapmışlar. Peynirin en hası Erzurum’da… Sandıklı’nın leblebisi, Devrek’in bastonu meşhur. (Japonya’da Kobe kentinin de çelikten Savaş gemisi meşhurmuş. II. Dünya Savaşı sırasında ve öncesinde. Şimdi de süper tankeri! Girdi mi yine?) Yirmi yedi Mayıs ihtilali öncesi, durum-vaziyetten haberdar edilen General Madanoğlu’nun önce yan çizip, “benim bu işlere aklım ermez. Bende kafa yok, taşak var” dediği rivayet edilir. İlk aklıma gelen; onların aklı varsa, bizim de … oldu. Keşke öyle olsaydı.
Haydi, selametle…
Edited by Miki

Aralık 24, 2008

Kobi Bey ve Üstün Marş Basma Gücü

Saçma sapan bir başlık mı ? Her sabah araba radyosu marifetiyle bu tür saçmalıklara maruz kalan biri olarak edep dahilinde bir başlık aklıma gelmedi maalesef. Akşamları televizyondan olduğunca uzak durabiliyor insan evladı. Fakat ne fayda, sabahları kaderden kaçamıyorsun. Renkli televizyonun yaygınlaştığı dönemlerde orada burada “bilmem nereli uzmanlar uyarıyor! fazla renkli televizyon seyretmek kısırlığa yol açmakta” türü yazılar yayınlanırdı. Haklı olduklarını biraz geç de olsa anladım. Onların aslında yayınlanan reklamları kastettiğini, fazla dinleme/seyretmenin akıl kısırlığına yol açtığını seziyorum hakkaten.
Reklam yazarlarının başka bir boyut ya da gezegende yaşayan kötü niyetli bir ırk tarafından gönderilmiş öncüler oldukları dışında başka bir mantıklı açıklama bulamadım henüz. Karmaşık bir plan bu. Düşünsel iklim kuşağının dandikliği nisbetinde, bölgeye gönderilen öncü ekip de o kadar donanımsız ve salak oluyor. Yaşadıkları boyut/gezegen her ne boksa, bizimki ile aynı düzleme oturtamıyorlar bir türlü. Zihinsel kaymalar oluyor. Oralarda banka müşterileri at sırtında raflar arasında gezinip, kutulanmış hizmetler mi alıyor? Veya OSSU RUK VI gezegeni sathında; taş gibi, kafası iyi karılar güneşin etrafındaki dönüş tamamlanmaya yakın dans edip kocaman şişelerle[1] cinsel ilişki mi kurmaya çalışıyor? Hooop, al aynen kopya et.
Reklam evreni ile gerçek dünya arasındaki alacakaranlık kuşağı öylesine kalın ki, reklam yazarı anüscan'ların delip bizlere ulaşmaları için bayırda toplanıp elimizde kuş kafesi, rüzgar sörfü tahtası, guguklu saat türü objelerle bir tür litürjik ayin yapmamız gerekiyor. Şanslıysak, gelip bizlere ulaşşacako... Ulaşsa bize; alsa götürse beni, televizyon seyrederken ayrı, dedikodu yaparken ayrı mısırı cipsi yenen o diyarlara. Metin yazarının beyninde kopan fırtınaların ertesinde çoluk çombalak bir masa etrafında toplanıp neşeyle çabuk çorbalarımızı içip yorgunluğumuzu atıyoruz. Bitkinliğe iyi geliyor. Kış da kapıda; “akünüzün üstün marş basma gücü”nü kontrol ettirin. Aslında, ekip beyin fırtınası neticesi bulmuş en doğrusunu. Ne deselerdi bu millete yani: “Şu elimde görmüş olduğunuz akünün sunduğu amperaj ile aracınızın marş motorunu bilmem şu kadar kilo newtonla çevirir” daha mı anlamlı ve az saçma?
Bu canlılar radyo reklamları için ayrı bir taktik geliştirmişler. İletişim tek kanaldan olacağı için salaklık iki kat olmak zorunda. Mesela: Zart şirketi arabana paspas veriyor değil mi? Bilmemnebok’tan bilmem şu kadar alırsan elbette. Otur, mesela bir halı saha maçı hayal et. Elemanın teki sürekli bağırsın. “-abi pas versene pas, pas” diye, pas-pas, pas-pas- …..paspas! Böyle yazınca ne kadar salak geliyor değil mi? Hayır. Bak yemin ediyorum, reklamın kendisi daha rektal… Böyle bir şeyi nasıl yazıyorlar? Yoksa yazmıyorlar da, teknoloji ile dolu dolu dört yıl[2] mı geçirdiler? yörüngeye uydu oturtup, parçacık mı hızlandırdılar? (Sakın bana; cahil, tüketim kuduruğu avanak adem oğluna cep telefonu, yassı televizyon, elektronik kulak kiri temizleyici sattılar deme). En akla yakın açıklama tabii benim düşman gezegen teorim. Ama bütün bunlar bana vız gelir. Ben evimi çok seviyorum koç taşşa gidiyorum...(Siktir git).

[1] Beynimize nüfuz etmeye çalışan parfüm reklamları yazarları oyuncuları ve dış sesi - hani şu İtalyan veya Fransız şivesi ile bize şişenin adını İngilizce okuyanlar-yılın sonuna doğru atmosferimize giriş yaparlar her yıl. Bu galakside işleri bitince de, diğer sistemlere ışınlanırlar.
[2] Dış ses bey her sabah bana gümbür gümbür teknoloji ile haşır neşir bir dört yılı nasıl geçirdiklerinden söz ettiğinde, hamiyetimden gözlerim yaşarıyor. Sağa çekip ağlamak istiyorum ossaat.
Edited by Miki.

Aralık 19, 2008

Uygarım Ben. Boş Zaman Filan Değerlendiririm. (Anneme Anlatır Gibi Anlattım).

Hayatımın bana kalan zamanlarında plastik Model yapıyorum. Hani şu, türedi oyuncakçı dükkanlarının yap-boz bilmemnelerine yakın konuşlandırılan, fiyakalı kutu resimleri içinde yapılmamış hali biboka benzemeyen şeyler. Hoş kutunun yan köşelerinde kibrit kutusu boyutlarında fotoğraflanmış yapılmış halleri de biboka benzemez ya neyse.
Bu iş öyle yarışma programlarında ağızlara sakız edilmiş “boş zamanlarımda: kitap okumaaak, televizyon seyretmeeek, müzik dinlemeek” türü saçmalıklara benzemez pek. (Hoş, kitap okuma ameliyesini boş zaman değerlendirme alet edevatı olarak gören zihniyete de birkaç lafım olacak ileride ama, şimdilik bununla idare edin).

Her ne kadar plastiği hayatımın eksenine oturtmamaya çalışsam da, ciddi mesai harcadığım bu hobi ile ilgili ve -belki de- tek ortak noktamın bu uğraş olduğu diğer homo sapiensler hakkında fikir beyanatı kaçınılmaz. Eminim, cennet yurdumda yeşeren başka ilgi grupları da dangalak çeşitliliği açısından oldukça zengin bir faunaya sahip. (Aslında; bitki zihinli olarak ele alışınıza göre, belki de flora, tam şeydemedim henüz).

Birbirini hiç görmemiş; ama, basitçe ortak paydaları tek bir ilgiye indirgenmiş bir grup homo saipens doğal olarak internet ortamında elektirik harcayarak iletişmeye çalışıyor. Bu iletişme çabasının en kolayı biçimi de “forum” denen yapı. Bu son derece faydalı, yapılan işlerin, kazanılan deneyimlerin ve tüm bilgi birikimin paylaşılmasına yarayan organizma yıllar içinde kahramanlarını ve anti kahramanlarını, jargonunu, tavır ve klişelerini geliştiren bir kültüre dönüştü. Kültürel sığlık, ya da daha geniş olarak yaşamsal sığlık aksını takip ettiğinizde, ulaştığınız yer maalesef modelcilik forumları.

Sanki giderek çığrından çıkan, altyapısı gelişkin bir sirke dönüşmüş bu forum kültürü/folklörü/soytarılıkları hakkında, diş ve düş gıcırtıları arasında aklıma gelenleri yazmak istiyorum bir süredir. Gözlem ve yargıların bazıları nesnel, kimisi ise sözünü ettiğim gıcırtılarının eşliğinde şekillenenler. Çok çeşitlilik gösterenleri var bunların. Zaman içinde evrim geçiren, canlı -ama sanal- gruplar olarak gelişiyorlar. Üyelerinin dünya görüşlerine, zihin yeter/sizliklerine hatta ülke coğrafyasına göre belirlenen bu gruplaşmalarda sosyal , kültürel ortak paydalar önde. Ergen (her anlamda) işsiz güçsüz gençlerin devam ettiği mahalle arası tekvando kursunda benzeri bulunabilecek bir “usta-çırak” söylemi, “dışarıdaki” nin aşağılanarak, aidiyet duygusu içinde mutluluğun aranıp bulunduğu bir tür gayya kuyusunu kazıyor.

Oyunda rol almayı tercih eden, belki de buna can atan forum katılımcılarının platformdaki tek ortak noktası, değişen düzeylerde modelciliğe duydukları ilgi ve becerileri. Fakat onları buluşturan ilginin yanısıra, oyuncular beraberlerinde, sanırım aslında getirmeye can attıkları bir sürü tavır – hadi daha açık konuşayım - karakter defosunu da taşıyorlar yanlarında. Bu defoların bazı çok can sıkıcı olanları bile; kimi zaman değer yargısı birlikteliği, yapılan işlere duyulan hayranlık, kişinin demagog olarak becerisi nedeniyle çeşitli sayıda insan tarafından görmezden gelinebiliyor. Sanırım, bir forumu okumanın ya da yazmanın büyüsü biraz da burada. Dikizlemenin hazzı... Kişileri tanımlamamın tek yolu; bastıkları model resimleri, kendilerini ifade ediş tarzları, bazen de resimleri! Başkalarını kendinize hayran bırakmanın ve başarılı olmanın, gündelik hayatta rastlanmayacak kadar kolay bir yolu forumda yer almak... Sizi ve yaptıklarınızı beğenmeye hazır izleyici grubu önünde ne kadar bilgili, tecrübeli akil olduğunuzu gösterebilirsiniz. Kullandığınız takma ad, fotografınız, yazılarınız altındaki imza olarak kullanılan slogan, deyiş vs... Günlük yaşantınızla ilgili, mizansen boyutlarında dolaylı ipuçları da çabanızda işe yarayabilir. Kötü bir şey de değildir belki!

Eleman tiplerinin çok çeşitlilik gösterdiği bu mecrada genel dürtü: kendini göstermek... Model yapmak oldukça zor, çok çeşitli araç gerecin çeşitli alanlardaki bilgi ve tecrübe ile seferber edildiği karmaşık bir süreç. Başından başlayıp sonuna kadar gitmek her aşamayı hakkını vererek geçmek, dediğim gibi epey zor. Büyük ölçüde zaman, plastik ve malzeme harcayarak yapılabiliyor ancak.

Bu şekilde; becerilemeyen ama çok da istenen, özlem duyulan sonuç ürün yerine, kendini bu konuya ilişkin teknik konularda bilgi ile öne çıkarma çabası oldukça yaygın bir kendini gösterme şekli.[1]
Günün birinde şöyle bir konuşmalarına tanık olacağımı düşünürüm hep:

– Mistır bilmemkim var ya, karısı büyük halamın eltisi olur.. Benim sünnetimde de yarım altın takmıştı...Askerdeyken hafta sonları onlara evci çıkarmış Babam!

Forumların Efendisi

Bir zamanlar bir abi vardı: “Önünde saygıyla eğiliyorum bilmemkim abi” falan diye başlayan girizgahlarla akıl fikir sorulurdu.(Forum adabı). Ortalamanın üzerindeki yaşı, ağırbaşlı tavırları, eğitici öğretici üslubu, ortaya koyduğu işlerle saygı ve beğeni toplamıştı. Kendisini ve çalışma mekanını çeşitli vesilelerle bastığı fotograflarla tanıdığımız bu sofistike abi günlerden bir gün, üyesi olduğu uluslararası model topluluğun kendisini çok özel bir yarışmaya davet ettiğini ilan etti. Konu, kullanılacak malzeme, ölçek ve benzeri kısıtlamaların olmadığı yarışmanın üç yıl süresi vardı. Yeryüzünde ancak çok kısıtlı, seçkin bir modelci grubunun başarabileceği bir tür “mortal combat”. Günlerce ve sayfalar dolusu yer tutan şak şak, yorum, fikir yürütme ve önerilerden sonra ne oldu bilmiyorum. O abi de zaten oldukça tatsız sonuçlanan bir tartışmadan beridir benim takipçisi olduğum forumlarda fazlaca görünmüyor.

Ortamlarda zaman zaman yaptığı işleri basarak beğeni toplayan, ama bunları bilinen her foruma bastığı için tadını kaçıran abiler de vardır. Koro halinde takdir toplayan bu çalışmaların sunumu genel olarak, “keyifli seyirler”[2] dileği ile başlayıp, takdirlere verilen, “Maykılcım öpüyorum seni... Gelicem.... Vaşinktona...eh, bi hamburgerini yeriz artık....”, “Adolf, kardeşim... sağol... varol.. sizlere en ufak bir şey öğretebildikse...ne mutlu bizlere” türü sığ bir içtenlikle fermente olmuş cevaplarla biter. Objektif olmak gerekirse, gösterilen kötü değildir. Sıkı bir üretkenlik ve yüksek kalibrede işler görürsünüz çoklukla. Üstelik, modeli ile ilgili bir eleştiriyi dikkate alıp, yeri geldiğinde düzeltecek kadar da gerçek bir alçakgönüllülüğe, modelci duruşuna sahiptir. Bu abi’deki üsluptur, insanın beynini yerinden söküp, katı meyve sıkacağına atma isteğine neden olan....
Klişelerden de biraz söz etmek gerekli: Oldukça sık rastlanan ama, tanımı gereği fazla çeşitlilik göstermeyen bir olgudur. Genel olarak, “kolaylıklar dilerim” şeklinde kendini gösterenleri olduğu gibi, “keyifli bir modeldi” olanları da vardır. Birinci grupta hafif bir doğu mistizmi sezilir. Adam sanki model yapmayacak da, küffar üzerine sefer açıyor. Mistizmin sağlam bir öngörü ile gelecekten haber vereni de, kutunun veya çerçevelerin göründüğü resme bakıp “şimdiden çok güzel bir model olucaa benziyor” dur. Militarist söylemli “Gazamız Mübarek Olsun” türlerini de tesbit olasıdır.
Gönül insanı, yaşam ve hobilerinden zevk alan birey uslubu da “keyifli bir modeldi” klişesinde şekillenir. Ortadaki sonuç boktan olsa da, bir şey diyemeyiz artık. Eleman keyif almış yapmış işte. Fakat bu klişeler içinde insanı en yaran, herhangi bir modelin bitişini, yeni modellerin gelişini “sabırsızlıkla” veya “heyecanla” beklemektir.
[Düşünün: Kış, hava kararmış, hafiften yağan yağmur camlara vuruyor. Gözüm karşı köşede yağmur altında bekleyen elemana takılıyor bir an. Maalesef bir süre önce yeni bir modele başladığımı kaçırmışım ağzımdan forumda. Heyecanlı ya, bekliyor sabahtan akşama. Köşede sigara üstüne sigara içerek... Arada gidip eczanede tansiyonunu ölçtürüyor aşırı heyecan yüzünden. Aceleyle pencereyi açıp haykırıyorum:

-Bittiiiiiiii ! Bitirdim efdördü !

Traşsız, yorgun yüzü mutlulukla aydınlanıyor. Sigarasından derin bir nefes çekip, karanlığın içinde kayboluşunu izliyorum.... ]

Heyecanlı yapıya sahip bu model meftunları zaman zaman hızlarını alamayıp, başka bir klişeye kuvvet verirler: Usta binlerce fotografla belgeleyerek bir bölü bilmemkaç F-Bilmemne yapmıştır. “Ustam ellerin dert görmesin. Şimdi de senden F-Bilmem...şu...şu ve bir de....bekliyoruz, hatta Türk olsa, tadından yenmez”.
Ya da; iki parçayı birleştirip verirsiniz fotografı foruma, yazar eleman: “iyi gidiyor devam”!.... Yahu nerden biliyorsun iyi gittiğini? Devam etmek için senden icazet mi almalıyım? Ama sormaz, soramaz muhatap. Ona devam etmesi tavsiye edilmiştir. O kadar!
Görsel klişeler de vardır. Birlikte geçirilmiş bir zaman varsa, bu durum çekilen fotograflarla belgelenir ve foruma basılır. Herhangi bir anlam taşıması, bir işleve hizmeti gerekmeyen bu fotograflarda görülenler genel olarak masa üstünde bira kutuları ve ilkokul çocuğu arsızlığıyla sırıtan elemanlardır.
Son olarak, oldukça sevilen başka bir klişeden söz etmek istiyorum. O da, bir proje için son derece acil bilgi ve malzeme talepleridir. Eleman: “Bilmemne uçağı üzerinde çalışıyorum, şu....şu tarih arasında uçağı uçuran pilotun ayakkabı numarasına çok acil ihtiyacım var “. Yazmak isterim: “Sevgili elemancan, işine yarayacağından emin olduğum şu linke bir bakıver istersen: http://www.bsktrgitnoolur.com/

Olaya dahil olma hevesine tercüman tüm gevezeliklerin elektrik israfından öteye bir işlevleri yoktur aslında...Üzerinde binlerce satır yazmak mümkünse de, bu oldukça bakir inceleme alanını davranışbilimcilere bırakmak, sanırım akıl sağlığımız açısından en uygun olanı...
Yine de; elektriğe para vermiyorsanız ve kız arkadaşınız doğum gününüzde bu plastik oyuncaklardan hediye etmiş, siz de “dur bakalım ulan nedir bu?” diye merak ediyorsanız. İnternette bu tür bir iki foruma göz atmanın zararı yok.



Not: Yukarıdaki yazının plastik model “camiası” için olanı ve plastik model yapımı işinin ne menem bir sapkınlık olduğu Sözünü ettiğim hastalıklardan arınma maksatlı kurduğumuz steril rehabilitasyon merkezi http://www.ozkanturker.com/ da örnekleri ile mevcut. Bu işlere ilgi duyuyorsanız bakın derim.

[1] Hani, “diline vurmuş” derler ya. Onun gibi.
[2] Nedir bu “Keyifli seyirler” ? Nasıl ? Böyle bir yazı ile karşılaşınca, hemen koşup robdöşambrımızı giyip, elimize de bir kadeh bir şey aldıktan sonra, gidip bilgisayar karşısında yumuşak bir koltuğa mı kurulmalıyız ?

Aralık 13, 2008

Uçandaire Kazası



Gündelik yaşam çemberinin öteleri ile cennet yurdumun sınırları arası kültür hazineleri ile dolu… Gerçekten. İnsanın içini bulandıracak kadar uzun dini bayramlar+idari izinli sayılma+hafta sonu birleştirme aritmetiği, yine bilmem kaç günlük bir tatil şeklinde tezahür edince, bize de yol göründü. Şehirlerarası yol aktiviteleri güzeldir. Yol kenarı tesisleri ve “yöresel ürünler” olayı vardır.
Erişte, tarhana, kurutulmuş mango, kurulmuş ananas, turşu, bilmem ne reçeli, skinsapı kurusu, kaynanama sevgilerimle mutfak bezi, kekik suyu, ossuruk gazı, prina sabunu gibi elzem ihtiyaçları tedarik mümkündür. Burada “Yöre” kavramı oldukça geniş tutulmuş, Güneydoğu Asya da dahil yöreye! Düzce’den geçerken al iki yüz elli gram mango kurusu, Güdül kavşağına kadar yiye yiye git… Bundan otuz otuzbeş yıl önce babam şehirlerarası yolculuklarından; leblebi, pişmaniye, kestane şekeri, üzerinde koca dudaklı, zambo isimli zenci bir abla olan sakızı getirirdi. (Kredi kartı boyutlarında, ama daha kalın olan bu sakızların ambalajı ile çiğnenecek bölümü arasında dönemin “kuvvetli artis” lerinin renkli resimleri olurdu). Hem o zamanlar “çaylar şirketten” di. Bir süredir konaklama tesislerinde masalarda şeffaf plastik ve kapaklı ve oktagonal ekmek kutuları bile görünmüyor.
Ülkemin kalbine, devlet cihazının şeyine yaklaşırken bende bir heyecan. Üstelik yaklaşma esnasında elde kürek, sırtta blazer ceket, bıyıklı bir beyefendinin resmi ile karşılaşınca, söz konusu heyecan daha da arttı.
“Oraya buraya çam dikiyorum, gidin toplayın kozalakları” der gibiydi. Tam emin olamadım aslında, belki de kuyumuzu kazıyordu. Kim bilir ? Fakat itiraf edeyim, ilk anda bunların hiç biri aklıma gelmedi. Aklımdan geçen tek şey “ayakkabıları görünmüyor, acaba kemeri ile uyumlu mudur?” oldu.
Başkent çok güzel hakkaten…Burada hayvanlar çok seviliyor. Öküzlerin araba kullanmasına izin veriyorlar. Altgeçitlerde kuğu resimleri var. Kimi kabız olmuş, kimileri ishal olmuş da, suya sıçıyor şekilde resmedilmiş. Buranın cazip bir yönü de binalar. Bin bir türlü devlet cihazı elinden geleni ardına koymamış hakkaten. Her yerde ince bir zevksizlik seçiliyor. Yüz binlerce metrekare büro alanında ne işler yapıldığını, ne kadar canla başla çalışıldığını görünce gözleri nemleniyor insanın, Devlet hizmetinde olmamanın acısı yüreğime saplandı. Her Ankara ziyaretinde böyle oluyorum ben.
Burada mimarlara da inanılmaz bir hareket serbestisi tanınmış…Geometrik formları, özellikle de dairesel olanları yeni keşfetmiş olmanın heyecanı ile içleri kıpır kıpır. Eğitim öncesi tahta oyuncaklarla oynayan bir grup embesil nalbant canlandı gözümde bir an, nedendir bilmiyorum. Dik açılı kütlelerle yuvarlak formları birleştirmenin dayanılmaz bir cazibesi olmalı…Ama, anlayamıyorum bir türlü. Bir de, UFO'lar var. Ben bir tane gördüm, yemin ediyorum: UFO, ya köye gidiyordu, ya da yeni gelmişti. Dumanlar filan...


Bu binaların en başarılısı, esasen seyahat amacımın en karanlık yönünü oluşturanı. Her gidişimde isteyip de fırsat bulamadığım, “ulan ya ne kadar kötü olduğunu anlayıp etraftan görünmesin diye tahta perde çekmişlerse?” diye ürperdiğim yapı. Maalesef bir siyasi partiye ait oluşu, istek dışı da olsa, metaforik okumalar arattırıyor insana.
- Partinin genel derme çatmalığı ve bu derme çatmalığın, oturmamışlığın özellikle tepelerde bariz
oluşu acaba binada mı sembolize edilmek istenmiş?
- İskambil kağıdı kule motifleri kullanılmasının acaba benim kavrayamadığım bir anlamı olabilir mi ?
- O uçan daireyi andıran kütlede izolasyon problemi nasıl çözülmüş-mü? Oranın altı boş, soğuk günlerde orada oturan zat acaba üşütüp halk arasındaki tabirle ”cır cır” olur mu ?
- Uçan daire kaza mı geçirmiş oraya saplanmış? Dağ gibi şeyi görmemiş mi ? Acaba o siyasi oluşum da görmemekten ötürü bir yerlere mi geçirecek?
Başkent çok güzel bir yer. İlk fırsatta yine gideceğim.

Kasım 29, 2008

Cuattro Vientos






Madrid, Quattro Vientos daki İspanyol Hava Hüzesi, ya da onların deyimi ile “Museo del Aire” Madrid deki onlarca müze ve görülecek yerin yanında, Madridlilerce bile fazla önemsenmeyen yerlerden biri. Kent ile ilgili resmi turist rehberlerinde adı en alt sıralarda yer alıyor. (Ama, bunda garip bir taraf yok anlaşılan. Bizim kent rehberlerinde de Hava Müzesinden bahsedilmez pek. Uygulama böyle demek ki...) Müze’nin –yalnızca- İspanyol dilinde hazırlanmış internet sitesinde yol tarifini anlamak imkansız. Burada karayolu ile gidiş anlatıla-mıyor. Turizm danışma bürolarından birindeki, tek kelime İngilizce bilmeyen ve fakat yardımsever orta yaşlı teyzelerin bir dizi uğraş sonucu oraya metro ile ulaşılabildiğini fark etmeleri sonucu “ne olacaksa olsun” deyip yola çıktım. (O teyzelere, bu müzeyi soran tek turist olduğumdan eminim!)
Metro planının en sonundaki Cuatro Vientos’a gitmek kent merkezinden yaklaşık otuz dakika. Otoyol kenarında; unutulmuş, sevimsiz ve uykulu bir banliyönün kıyısına gelindiğinde uzaktan eski, tuğla hoş yapılar, çatıda bir radar anteni ve inip kalkan ufak uçaklar müzeyi işaret ediyor.
Bugün askeri ve sivil eğitim uçakları tarafından kullanılan Cuatro Vientos 1911’de kullanıma açılan ilk İspanyol askeri hava alanı. İki yıl sonra, 1913’de İspanyol Hava Kuvvetleri resmen kurulduktan sonra uzun yıllar kullanılmış


Epey eski ve hareketli bir hava gücünün birikimini müzede sergileme fikri 1966’ya kadar gidiyor. Bölgedeki çalışmalar 1979 yılında başlamış ve müze 24 mayıs 1981’de kapılarını açmış. Doksanların başında yapılan yenilemeler ile 1993 yılında müze bu günkü halini almış. Şimdi, 170 civarında çeşitli hava aracı, 90 kadar uçak motoru ile birlikte yaklaşık 60.000 (evet altmış bin!) objenin sergilendiği, 37.730 metrekarelik açık, 7.039 metre kare kapalı alanı ile, insana aklını kaçırtacak bir yer… (kapalı alanda sergilenen 110 civarında uçağın ve tüm motorların inanılmaz şekilde restore edilmiş olduğunu da aklınızda tutun)

Savunma Bakanlığı tarafından yönetilen bu müzede, hava araçlarının önemli bir bölümü üç adet havadar tepeden bol ışık alan son derece temiz ve bakımlı hangarda sergileniyor. Diğer kapalı alanlar: büfe işlevi gören İ.E.T.T. bilet/mavi kart veznesi kıvamında prefabrik bir ünite (Müze’nin içine çay içerek zevzeklik yapmaya müsait bir “gazino” yapmayı akıl edememiş olmaları çok garip tabii). Onarım/ restorasyon hangarları ile hatıra eşya, kitap, ıvır zıvır bulundurması gereken, ama bu konuda oldukça çorak bir kütleden ibaret. Burada, birkaç kitap, oldukça albenisiz ama sıkı olduğu her halinden belli, müzeye ait süreli bir yayın – tabii İspanyolca- dışında bir şey yok maalesef. Evrensel devlet sektörü işletmeciği prensipleri doğrultusunda, İngilizce Müze kataloğu kalmamıştı ve ne zaman geleceği de belli değildi….Neyse ki, kötü işletmecilik bu mekanın dışına çıkmıyor. Mekan son derece temiz, bakımlı. Sizi dikkatle izleyen ama, işinize de fazla karışmayan nazik sivil görevlilerle maalesef işaret dili ve gülümseyerek anlaşabiliyorsunuz. Uçakları çeviren kordonun içine girmeden fotoğraf çekimi -flaşlı veya flaşsız-yapabilirsiniz. Aslında, bu kuralı da esnetmek mümkün. Bir gün önce fotoğraf çekerken zorlandığımı fark eden görevliler, ertesi gün gerek duyduğumda gözetim altında kordonları geçip fotoğraf çekmeme izin verdiler.
Ortalıkta sürtmeye başlamadan önce son birkaç söz:
- İspanyol Hava Kuvvetleri’nin gönlü oldukça zengin. Daha önce 0.60 euro gibi bir para olan giriş ücretini de artık almıyor. Fakat girişteki kulübede mukim, orta yaşlı fakat “mihrap” son derece yerindeki teyze’den bilet almak zorundasınız. Herhalde bileti hatıra olarak çerçeveletip asın diye veriyorlar.
- Bir devlet birimi -üstelik de Akdenizli bir devlet- olduğunu unutmayasınız diye, Müze sadece 10.00 ile 14.00 arası açık! Zaten toplam 60.000 objeye bakamayacaksınız, ama gezi planınızı en az iki gün üst üste gidecekmiş gibi düzenlemekte ve mümkün olduğunca erken gitmekte yoğun yarar var.
-İç Mekanlarda ışık genellikle yeterli olmakla birlikte, fotoğraf çekimi için bir üç ayak bulundurmak işe yarayabilir.

Kasım 20, 2008

Orada bir Pavyon Var Uzakta


Ecnebi bir memlekete gitme hallerinin sevdiğim bir tarafı da, (tıkabasa yemek yemek ve değişik biralar içmeyi saymaksak), acıklı ve donanımsız bir üniversite öğrenimi sırasında ancak kitaplarda görülen,; tam da ne bok olduklarının, ne anlama geldiklerinin anlaşılamadığı yapıları görmek. İnsan evladının yapılarla ilgili algı noktasının bu tür bir deneyimle ne ölçüde değiştiği hususunda fikrim var ama bunu zikredecek takatim yok. İsteğim de yok aslında. Çok istiyorsanız siz kafa yorun.

Bu gereksiz ve esasen hiç bir işe yaramayan dürtü ile yakın zamanlı bir İspanya seyahatinde yolum Barselona'ya düştü. Bu durumda Mies van der Rohe nam Alaman mimarının 1929 Uluslararası Sergisi için tasarladığı pavyonun yeniden yapılmışını görmemek olmazdı. Olmadı da...

Çokları tarafından şimdiye dek tasarlanan en zarif modern mimari yapısı olarak tanımlanan bu "şey", içinde herhangi bir şeyin bulunmadığı bir nesne. Kesenin ağzının sonuna kadar açıldığı ve Mimar'ın el parası ile gerdeğe girdiğinin - hem de oldukça iyi girdiğinin- kanıtı bir düş ürünü. Bir mimari “olur da, bu kadar mı olur”. En azından bindokuzyüzyirmidokuzda öyleymiş.

İç avludaki Kolbe yontusu dışında, Adamımız "ulan çok boş oldu, hele şurdan bir dizi mobilya üfürsem ve de içeri salsam gerektir" dediğinden, oturup bir dizi mobilya tasarlamış. Bugün Banka ve reklam ajansı lobilerinde sıkça rastladığınız, Züppe mimar ve iç mimarların oraya buraya serpiştirmekten hoşlandığı son derece zarif “Barselona Çeyr” denen koltuklar… (Şimdiye dek bunlardan birine oturamamış olanlara sesleniyorum. Üzülmeyin. Oldukça rahatsız, muhtemelen de oturulsun diye de yapılmamışlar zaten).

Ablamın öğrencilik yıllarından sonra bana devrolan Peter Blake’ in Mies van der Rohe kitabına her baktığımda bu bina/pavyon/nesne ya da her neyse, travertenden bir tabanın üzerine (en pahalısından elbette) uçarcasına konumlanan gri cam, yeşil mermer yatay/dikey düzlemler ve onları taşıyan sekiz adet krom kaplamalı çelik kolon tarafından tanımlan mekanlar ve ışık/karanlık oyunları beni şallak mallak ederdi. Hırslı bir mimarlık öğrencisi iseniz ilginç bir deney aslında: Beleşe yetenek-sizliğinizi sorgulama fırsatı…

Rivayete göre, sergi sonunda sökülen yapı Almanya’ya götülüyor ve bir daha da kendisinden haber alınamıyor! Durun, hemen “hassktir” demenin alemi yok. Bu ufak nesnenin Modern Mimarlık üzerindeki etkileri o kadar güçlü ki, sonraki elli yıl içinde bizim mimarın yaptığından daha “Miesian” binlerce yapı yeryüzünün orasında burasında boy gösteriyor. Bir tür konstrüktif ad nauseam hadisesi yani.

Hikaye burada bitti mi? Hayır. Cristian Cirici, Fernando Ramos ve Ignasi de Sola-Morales adlı üç mimar beyfendinin önayak olması ile yapı aynı yerde orijinal uygulama projesinden yararlanarak 1983-1986 yılları arasında yeniden inşa edildi. (Meraklısına: yapının içindeki hediyelik eşya dükkanında bir sürü bok püsürün yanında bu çizimlerden de satıyorlar. Hani alıp Söke ovasında falan bir tane yapmak istersiniz diye söylüyorum).

Bu işlere kalkışıldığı dönemde çok öğrenciydim. Çok nahif ve cahildim. O kadar ki, Türkiye’deki sarı saçlı kadınların tümünü doğal sarışın sanacak kadar…Yıllarca, Barselona’da yapılanın güzel bir şey olduğunu düşünecek kadar devam etti bu cehalet. Taa ki İkibinsekiz yılının bir ekim günü Pandora’nın kukusu açılana dek.
Bu gün hala sergi/fuar alanı olarak kullanılan pek büyük alanın içinde fazla yürümeden ulaşabilmek olası kukuya. Ana kapıdan girip, yolun iki yanındaki büyük sergi salonlarına abuk sabuk makinaları sokmaya çalışan ve forklift ve amele ve elektrik kablosu kalabalığını yarıp geçmeniz yeterli. Sağa Dönüp, bir süre yürüdükten sonra karşılaşacaksınız onunla. Iskalamak imkansız.

Orada duruyor. Katalanca’yı çok iyi görüştüğünden emin olduğum Katalan bir oğlan duruyor kapıda. Bütün gün kapıda durmaktan yorulmuş. Sıkıntı ile ile size iki yuro’nuz olup olmadığını soruyor. Yoksa giremeyeceksiniz çünkü. “Paraysa para” deyip giriyoruz içeri. “Aslında içine gireceksin de ne olacak. Dışardan bakılsın diye yapmamış mı adam bunu?” diye soruyorum kendime. Ama, duvarlara elimi sürmek, iç havuzu yakında görme dürtüsü ağır basıyor. Dalıyorum içeri. Beklediğim gibi olmuyor…Yeniden yapmaya çalışmışlığın acıklı kokusu var içeride. Kullanılan malzeme, yapı kalitesi hayal ettiğim gibi değil. İç mekandaki halıların üzerinde ayak izleri var ve buruşuk. Camlarda ve fazla parlak olmayan mermer duvarlardaki parmak izlerini görünce benim de içim buruşuyor. Etkileyici, kusursuz bir formu oluşturmuş tüm bu malzemelerinin 1929’da bu şekilde bir araya getirilmemiş olduklarına eminim. Kötü bir işçilik ve boktan malzemelerle ortaya çıkan sonuç insana “keşke hiç yapmasalardı” dedirtecek kadar tatsız. Ruhsuz bir kutu gibi görünüyor gözüme.

Oysa, Mies’in binalarını görmek her zaman heyecan verici. Chicago’da IIT kompleksinde çoğu oldukça bakımsız binaların, Birinci ve ikinci sınıf mimarlık öğrencilerince hala kullanılan proje stüdyosunun, pencerelerinden perdeler ve abajurlar görünen, birilerinin oturduğu göl kıyısı apartmanları inadına büyüleyici. Belli bir işlevi olmayan, aslında gerçek bir yapı bile olmayan bu kütlenin yeniden yaratımının olanaksızlığı belki de malzemesinde değil. Sanki varoluş nedeni ortadan kalkınca ruhu da uçup gitmiş gibi.

Bu kadar hayal kırıklığına uğramamam gerekir aslında. Kötü yapılmış ruhsuz bir replika da olsa, her şeyin başladığı yerdeyim işte. Dikkatimi açık havuzun uzun kenarına paralel giden duvara çeviriyorum. Havuzun karşısından, sonbahar güneşi altında çok güzel görünüyor. Kafamda mekanı parçalara ayırıp sadece bu bölümü algılamaya çalışıyorum. Duvarın önünde zarif bir bank var. Çok, ama çok güzel namussuz. Karımın küfretmesini sağlayacak kadar uzun bir süre duruyorum karşısında…Sonra: sonra, ayrılıyoruz oradan. Canım bir bardak bira ve puro istiyor. Çıkarken Katalan oğlan bizden çıkış için para talebinde bulunmuyor. Seviniyorum. Bir tarafı ağaçlı yolda yürürken ağaçların altına dizilmiş üç dört tane plastik/portatif kenef görüyorum. Gülme tutuyor o kadar…













Eylül 23, 2008

En Büyük Harita Bizim Harita !

Çocukluğumda devlet memurlarının metalden, köşeleri yumuşatılmış masaları olurdu. Bu masaların üzerine konan camın altına başka ülkelerin kaat paraları, kuru çiçek, çocukların stüdyoda çektirilmiş fotografları (nedense, karının/kocanın fotografları olmazdı pek, mesai arkadaşları tahrik olmasından mıdır nedir? Bak şimdi aklıma geldi: mesaiden sonra ortalığı şeyeden temizlik canlısını da azdırabilir o fotograflar. Mesela abinin karısı oskarlı bir porno yıldızı maazallah). Fakat, Karayolları Genel Müdürlüğü'nün hediyesi 1/400.000 ölçekli karayolları haritası en rağbette olandı. O kocaman camın altına nasıl sokuşturulmuş olduğunu hiç anlayamazdım.
Ulan okuyucu! Yeryüzünde Türkiye Cumhuriyeti'nin memuru olmaktan daha gurur duyulacak ne olabilir şu yeryüzünde? Düşün: yüzotuza seksen ölçülerinde siktirici masana karayolları haritanı cam-arası yapabileceğin başka bir ülke var mı ? Mazaallah Valparaiso Belediyesi Tapu Sicilinde memursun, yapmak istiyorsun sen de Şili haritasını cam-arası, senin neyin eksik ülkesini cam-arası yapmanın haklı gururu ile hamiyetinden gözleri yaşarmış Türk meslektaşından? Olmaz işte ! Senin ülkenin geometrisi ugun değil; bir taksim sekizmilyon ölçekte uzunluğu elliküsür, kalınlığı da 2 santim. Şimdi onu masanın neresine veyahutta nerene şeydeceksin ? Olsa olsa...Neyse, Boşver.

Eylül 19, 2008

Havaalanında Oturuyordum. Zone Çıktı Kıçımda

Havaalanındayım. Bankam kredi kartı sahipliğimi kutlama hasebiyle, bir "lavnc" da ağırlamaya karar vermiş nedense...Yanımdaki kol düğmeli gömlek giymiş kazma şapırtı ile salatasını orasında burasına tıkıştırdıktan sonra, ekonomi ile ilgili bir gazeteyi alıp kıraate oturdu.

Etrafta dolanan bir karı da, kulağında işitme cihazı benzeri bir aletle görünmez bir elemanla konuşuyor. Ama anlaşılan, eleman da onu dinliyor ki, görüşme oldukça hareketli geçti. Değişmiş olan satın almacının adını bildirecekmiş! "O karıdan olsa olsa vibratör satıcısı olur" deyip, pilav ve mantarlı tavuğa yumulmaya devam ettim.

Bu, havaalanlarında inanılmaz bir bir haberleşme trafiği var nedense. Herkes birileri ile sürekli irtibat halinde, çok acayip...Akılalmaz bir GSM trafiği var atmosferde. Buna rağmen nedense ben ortalıkta dolaşan tüm bu elemanların cinsiyeti uygun olanları kanepede, değilse diğer cinsiyetli akrabalarını uygun lokasyonlarda düzmek istiyorum....