Emsallerine faiktir

Aralık 01, 2010

Bilinmeyen Numaralar - Dayanılmayan Reklamlar

Üzerlerinde biri üç hane diğeri iki haneden müteşekkil rakam görüp, sevinçle tekrarlayan iki kütlenin coşkusunu anlatan reklam erbabına ne denebilir? Bi tek oradaki taksiciyi çözemedim. Türk reklamcısının tekil başarılarla yetinmeyip, hep daha fazlasını, daha süflisini hedeflediğinin ispatı galiba. “Yok, olmadı bu iş iki figürle yeterince yavşak, dostum. Bi tane daha ekleyelim” demişler gibi.

Bu insanları yetersizlik veya ilkellikle suçlamak suçlamak ne kadar anlamlı bilmiyorum. “Denizden babam çıksa yerim” deyiminin gerçekleşebilirliği üzerine kurulu televizyon reklamını düşünün: Böyle bir soytarılığa izin veren, belki de daha kötüsü, fayda uman işveren varken ne yapsın garibanlar? Benzeri akılsızlıklar aslında radyo reklamları olarak bir süredir revaçta (meşhur; abi  pas ver pas! Pas, pas..paspas…Şu kadar otomobil lastiği alana paspas veriyoruz sefaleti gibi). Kaba saba yanlış anlamalar, kelime benzeşmeleri, deyimlerin düzlemesine okunuşuna dayalı maymunluklar, “çok çarpıcı reklammış ama yaaa” lar gırla. Saplantı halinde tüm umutların Hacivat-Karagöz diyalektiğine bağlandığı bu parodide darbe alan, sanırım aklımız.

Belli ki işlerin çığrından çıktığı reklam dünyasında kan gövdeyi götürüyor. İlişkili kavramın tümüyle anlamsızlaştırılıp deforme edildiği “iletişim” sektöründe pazar kapmak için yapılanın sınırı yok. O yolda her şey mübah. Akıl, sağduyu, nitelikli yaratıcılık emanet dolabında. Bir örnek takkeli, antenli küçük çocuklar bilya gibi ortalığa saçılıp kurban avında, denizden baban çıkıyor, kırmızıdan kaçılıyor, ama durum hala ümitsiz… Yeni yetmelerin mobil zevzekliğinden, ötemizdeki dünyalara pılı pırtı satışına viagra etkisinden, “sosyal iletişim sitelerine cepten ulaşım”dan alınan pasta falan kesmiyor, kesemiyor pazar payı iştahını.

Son liman, pleistosen çağdan beri hep aynı anlamsız, donuk mimiklerle ortalıkta zombi gibi dolaşan sanat erbabı usta oyuncunun kasap, berber, çiftçi taifesine akıl verdiği, küresel iletişim olanaklarını bir kitap gibi önlerine açıverdiği düşsel kasabalar.

Kampanyalar yolunuzu aydınlata, tarifeler götünüze gire!




Fotograf: BvP
Edited by Miki

Kasım 27, 2010

Brooklyn Köprüsü

John Roebling tarafından tasarlanan ve bir zamanlar dünyanın 8. harikası olarak nitelenen bu köprü şimdilerde kente ilişkin zihinsel peyzajın bir parçası olarak sakince yerinde duruyor. Aslında, iki açıklığı birleştiren bir strüktürün simgeleşme konusunda önü her zaman açık, Çoğu zaman da böyle oluyor. Doğayı bu şekilde kündeye getirişteki görkem ve romantizm öyle yaban atılır şeyler değil. Romantizm falan iyi hoş da; yabana atılmaması gereken başka bir şey, bu yapının 19. Yüzyılın strüktürel cüretinin üç önemli temsilcisinden biri olduğu: Büyük alanları örten Kristal Palas (Paxton;1851), büyük yüksekliklere ulaşan Eiffel Kulesi (Eiffel;1889) ve büyük açıklıkları geçen Brooklyn Köprüsü (Roebling;1883).

Yapının bitiriliş tarihi sizi yanıltmasın. Aslında Roebling Manhattan’ı Brooklyn’e fiyakalı bir köprü ile bağlama önerisini 1857 gibi erken bir tarihte yapıp, New York ahalisini can evinden vuruyor. Fakat o sıralar ulusça yapacak daha önemli bir işleri var. 1861-1865 arası yaklaşık bir milyon vatandaşın ölümü ile sonuçlanan ve adına “iç savaş” denen bir faaliyet yürütüyorlar. İnşaata hemen başlanmasına rağmen köprü 1883’de hizmete açılabiliyor. Ne fayda ki, mezuniyet tezini “zincir asma köprüler” olarak vermiş Alman Mühendis Bay John Augustus Roebling bu tarihten 13 yıl önce tetanozdan sizlere ömür… Hayat ne boktan değil mi? Öleceğini sezince yerine oğlu Washington Roebling’i geçiriyor. Bu Washington bey veliaht olarak bir Fatih Erbakan ya da bir Kim Jong-un kalibresinde mi bilemiyorum ama bizim Vaşinkton köprü’nün temelleri yapılırken, nehrin dibinde vurgun yiyip [1] felç olduğunda işlerin bir kısmını üstlenen “hanımı” Emily Warren Roebling’in usta bir matematikçi ve köprü mühendisi olduğundan eminim. Emili hanım 11 yıl boyunca hem yatalak kocaya bakıyor hem de inşaatın hesap kitap işlerine yardım ediyor (nebçim Türk filmi olur bundan. Kartal Tibet ve Hülya Koçyiğit geldi mi sizin de gözlerinizin önüne?)…
Roebling aslında ne asma köprüyü ne de halatı ilk keşfeden kişi. Onun mühendisliğe katkısı, dolayısıyla da önemi bu ikisinin birlikte gelişimini sağlamış olmak. Daha 1840 ortalarında, spiral bükümlü halat üreten bir makine imal etmenin yanı sıra, paralel tellerden oluşan ve eşit yüklenen çelik halatın da boynuzunu kırıyor. Bu basit ama önemli değişiklik asma köprülerin geleceğini belirliyor. Mühim bir zat yani.

Ayaklar arası açıklık yaklaşık 483 metre! Yapıldığı tarihte ve çok uzun bir süre yeryüzündeki en uzun köprü. Bu işlere kalkışıldığına asma köprüleri tasarlayanların korkulu rüyası “aerodinamik”, “rüzgar yükleri” vs gibi kavramları bilen de yok, skine takan da yok. Ama şans bu ya, mühendisimiz korkulu rüya görmeyi sevmiyor pek. Taşıyıcı yapı konusunda taviz vermeyip, gerekenden beş-altı kat daha büyük yüklere dayanacak şekilde tasarlıyor köprüyü. Bu sayede kendinden çok sonraları yapılanların çoğu nice canlar alıp, teker meker yıkılırken bizim Bruklin Köprüsü pehlivan gibi kasım kasım kasılıp bıyık buruyor yıllar boyu.

Yapı bu kadar sağlam duruşlu, emniyetli falan olunca biraz da kaba saba oluyor tabiyatıynan. “Meyve veren ağacı taşlarlar” hesabı; köprü hizmete açıldıktan tam üç gün sonra, 26 mayıs 1883’te “Harpers Weekly” dergisinde Montgomery Schuyler isimli bir kendini bilmez kimlerine göre Amerika’nın ilk ciddi mimarlık eleştirisi olan bir makaleyle [2] itin kıçına sokup çıkarıyor caanım yapıyı… Eh doğru; kuleler biraz kaba, aldatıcı hem de epey kişiliksiz. Gotik kemerler de yoksulca tasarlanmış, açıklık ve yükseklik olarak etkin değiller. Formda bir parça şaşkınlık var hakkaten. Ana kabloların, kulenin en üstündeki kornişin hemen altına saplanmaları falan… Al sana tasarımın fonksiyonlarca belirlenmesi hadisesi işte. “Mühendislik olarak onurlu bir yapı” diyor Schuyler. “Ah bi de, elini yüzünü düzeltecek bir mimarla çalışmış olsaydı şu Roebling” diye eklemeden de geçmiyor.


Üst Kotta Yaya Yolu
Gereksiz karışıklığına rağmen kablolar ağı (çapraz çelik halatların bir boka yaramadığı da kısa süre sonra anlaşılmış) köprünün en zevkli yanlarında biri. Alttaki Gidiş geliş yolları arasındaki yükseltilmiş platformda yer alan yaya yolu da öyle. Bir taraftan diğerine geçmekteki basitliğin ötesinde; sadece üzerinde bulunmanın bile insana keyif verdiği zengin bir yapı bu. Varsın Neo Gotik kuleler biraz tatsız olsun. Yapan herif Hegel’in öğrencisi be! Altımızdaki altı şeritli ırmaktan arabalar delirmiş gibi akıp giderken (nasıl, iyi değil mi bu bu ırmak metaforu? Hey yavrum hey ) Miki’yle işin tadını çıkarıyoruz.


Orjinal Aydınlatma Elemanları

Daha Az İkonik Olmayan Manhattan Köprüsü | Moisseif | 1909

Sağolasınız Röblinkler!


Fotograflar: BvP
Edited by Miki




[1] Zemin suyunun çok fazla olduğu yerlerde, bazen de doğrudan su altında açılan kesonların çalışma yapılan taban bölümüne yükselen su sürekli olarak daha yüksek basınçta hava ile boşaltılır ve bu sayede kurutulan bir alanda toprak derinlerde doğru kazılabilir. Suyu itebilmek için bulunulan derinlikteki atmosferik basınçtan daha fazlasını uygulamak gerekir. Basınç hastalıkları konusunda hiçbir şeyin bilinmediği 19.yy’da buralarda uzun süre çalışan işçiler arasında “keson hastalığı” epey yaygındı. http://en.wikipedia.org/wiki/Caisson_(engineering)

[2] Mumford. L., (ed) Roots of Contemporary American Architecture içinde, “Brooklyn Bridge as a Monument”. 1972

Kasım 14, 2010

Chicago ve Yapılar II - 1950 Sonrası



 Marina City. 1964 – 1967. Bertrand Goldberg Architects.
  Chicago Nehri kıyısındaki 62 katlı bu iki kulede konut, bürolar, garaj, bir televizyon stüdyosu, banka, altta marina…Akla ne gelirse var. Otopark ilk onsekiz kat boyunca kesintisizi devam eden beton bir plak. Ana taşıyıcı olarak kullanılan ortadaki betonarme çekirdek (binanın tepesinde görünüyor) ve iki sıra çevresel yerleştirilmiş kolon sıra dışı bir form ve statik avantajlara sahipse de, sanki konut tasarımı ve yapı estetiği için pek iyi olanaklar sunmuyor. Ama tabii bay Bertran Goldberg benden iyisini bildiği için böyle münasip görmüş. “Mısır koçanı” olarak tanınıyor. “Göte Giren Şemsiye” olarak adlandırma olanağı da mevcut bence.




IBM Building. 1971. Mies van der Rohe – C.F. Murphy Associates.

Federal Plaza | 1964
Mies van der Rohe tarafından tasarlanan son büro binası. Traverten ve camdan mamul elegant lobide mimar beyefendinin büstü bulunuyor (Benzeri bir büst, I.I.T’de, Crown Hall’da da var). İnsanın için acıtacak kadar zarif ölçülendirilmiş oranlanmış bir bina. Son dönemde ulaştığı bu rafine ustalığın izleri 1964’de yapımına başlanan Federal Plaza’da da okunuyor (1980 yapımı Blues Brothers filminin son 10 dakikası bu yapı grupları arasında geçer ve çeşitli açılardan hava görüntüleri alanın taşakları hakkında bizi fazlasıyla bilgilendirir).
Elli iki katlı bina IBM Bölge merkezi olarak önemli miktarda bilgisayar sistemi barındırdığı için (muhtemelen yetmişlerin başlarında çok ihtimam isteyen ve büyük alanlar işgal eden cihazlar şimdilerin bir dizüstü bilgisayarından daha güçsüzdü geyiğini de araya sıkıştırayım) bu özel fonksiyonlar doğrultusunda son derece gelişkin iklimlendirme ve elektrifikasyon düzenekleri talep edilmiş ve donatılmış. Fakat 2006’dan beri IBM artık burada oturmuyor.. Daha fiyakalı ve yeni bir binaya taşınmışlar. Hala gayrı resmi olarak “IBM Binası” denilse de, artık adı adresinden hareketle “330 North Wabash”.

Sears Tower. 1974. Skidmore, Owings and Merril.
Tümüyle ölçek dışı bu acaip şey başka bir boyuttan ışınlanmışa benziyor. Dünya Ticaret Merkezi kulelerinden bile 30 metre daha uzun-du. Etrafındaki her şeyi güdükleştiren bu yüz on katlı simsiyah heyulayı ancak birkaç kilometre uzaktan yapıya benzetmek olası. Yaklaştıkça, tümüyle algı dışına seyahat eden ve etrafındaki her şeyi yutan bir kara deliğe dönüşüyor. Aslında, yapısal olarak ayrı çalışan ama birbirine kenetli dokuz gökdelen. 2004’de Taiwan- Taipei’de “Taipei 101” bitirilene kadar yeryüzündeki en yüksek binaydı.
 Bu “Şey”de belki tek ilginç olan, bindokuzyüz yirmi sonları, otuz başlarında inşa edilen gökdelenleri anımsatan kütle hareketleri. Kentte kantarın topuzunun kaçtığı tek yapı örneği. Katalogla dikiş makinası, iç çamaşır, av tüfeği veya kuyruklu piyano satarak nerelere ulaşılabileceğini de gösteriyor İlk sahibi perakende devi “Sears, Roebuck and Company” idi. 1993’de binayı dehleyince, kiracılardan biri olan dev İngiliz sigorta aracısı “Willis” in adı ile anılmaya başlandı. Ama kim sker Willis’i? O hala “Sears Tower” ! Etrafındaki binaları nasıl cüceleştirdiğine dikkat edin.

Binanın projesini yapan Skidmore Owings and Merril Mies van der Rohe’nin kendisinde daha “Miesian” yapılar tasarlamakla meşhur. Istanbul’daki Hilton Otelinin de müellifi bu tasarım bürosu.

Metropolitan Detention Center. 1975. Harry Weese and Associates.
Federal Mahkeme binasının hemen yakınında yargılanmayı veya ifade vermeyi bekleyenler, kısa gözaltı süreleri için inşa edilmiş. Merdiven kovaları ve asansör şaftları üçgen planın ortasında. Dış yüzeyler hücrelere ayrılmış. Açıklıkların çoğu yaklaşık 13 santim genişliğindeki hücre pencerelelerinden oluşuyor. Bu ölçü cezaevleri dairesinin öngördüğü parmaklıksız minimum açıklık ! Yani, “gözaltında iken pencereden atlayıp intihar etme” durumu söz konusu değil. Ayrıca çatıda, duvarlarla çevrili ve peyzaj düzenlemesi yapılmış bir avlu binadaki “misafir”lerin kullanımı için. Göte cop sokma ve Filistin askısı üniteleri var mı bilmiyorum. Brüt beton monolitik kütle epey etkileyici. Bir zamanlar Boston City Hall için söylenen ”ortadan kaldırmak gerekirse, ancak kontrollü bir nükleer patlatma gerekir” sözü bu yapı için de geçerli. Böyle bir yapının, daha doğrusu bir nezarethanenin modeli yapmak isteyecek kadar sapıksanız şuraya tıklayabiliriniz.

John Hancock Center. 1969. Skidmore, Owings and Merril.
Marina City gibi çok fonksiyonlu bir yapı bu da. Ama, kesinlikle ondan daha zarif ve şık. Altta dükkanlar, yirmi dokuz büro katı, kırksekiz kat konut, lokanta, zart zurt. Yukarıya doğru incelen yaklaşık üç yüz metrelik bu kütlenin en üstünde kenti ve gölü dikizleyebileceğiniz - elbette ücreti mukabili – bir bölüm var. Dış kabuğun yükseldikçe içe doğru kapanarak kesiti inceltme numarası yapı tasarlandığında pek sansasyon yaratmış. Rüzgar yüklerini azaltan ve daha geniş alan gerektiren fonksiyonları yapının alt katlarında toplayan bu numarayı nedense Bay Skidmore, Owings and Merril bir daha kullanmamış. Belki Ali Ağaoğlu kullanır ilerde. On sekiz kat boyunca yükselen diyagonal kuşaklar da, yapının görsel etkisine katkı yanında konvensiyonel yapılara göre daha az çelik kullanımı sağlayan şeytana pabucunu ters giydirir bir akıllar.



Equitable Building. 1965. Skidmore, Owings and Merril; Alferd Shaw.
Çok fena bir yapı daha... Bakımlı, şık ve ağırbaşlı. İşveren ve Mimar arasında bir uyum varsa, işte burada ondan var. Kent merkezindeki bir parseli kanunun izin verdiği limitlere kadar kullanmayıp, genişçe bir alanı genel kullanıma açık bir alan olarak bırakmak her babayiğidin harcı değil. Ama burada yapmışlar. Dıştakilerin daha dar olduğu dörtlü grup pencereler daha önce Mies’in 860-860 Lake Shore Drive Apartmanlarında daha örtük olarak uygulanmış bir şema. Fakat buradaki etki sanki daha dramatik. Pencerelerin altındaki kalınca yatay bantlar katları vurgulamakla kalmayıp, vurgulu dikeylikle çekici bir gerilim yaratıyor. Pencere grupları arasındaki “kolonlar” aslında taşıyıcı ögeler değil. Katlara sıcak ve soğuk hava pompalamaya yarayan şaftlar. Rengi, oranları ve diğer yapı gruplarına olan uzaklığı (bunu önündeki genişçe plazaya borçlu) ile dikkati çeken, güzel bir bina.


Lake Point Tower.1968. Schipporeit - Heinrich Associates.
Gölün kıyısındaki biraz modası geçmiş gibi duran ama yinede görkemli bu çok katlı konutun mimarı beyler Mies van der Rohe’nin öğrencileri. Modası geçmiş gibi durmakla birlikte, perde duvar ve plaklardan oluşan yapı aslında strüktürel bir cambazlık gösterisi. Tamamlandığı zaman yeryüzünün en yüksek betonarme yapısı ünvanına sahipmiş. Üç kıvrımlı organik forma sahip kule Mies’in 1921 tarihli cam gökdelen projesinden esinlenmiş ve sonraları epey popüler olmuş bu tür projelerin ilki (Mies’in hayaleti kentin her yerinde insanın karşısına çıkıyor). Yuvarlak köşeli form rüzgar yüklerinden daha az etkileniyor ve görsel etkisi muazzam. Koyu renkli camdan oluşan dış perdedeki etkileyici yansımalara dikkat.


Henry Hinds Laboratory for Geophysical Science.1969. I.W. Coburn.
Esasen kentin güneyindeki kampüsleri başka bir yazıda ve genişçe yazmak isteğindeyim. Şimdilik, Chicago Universitesi Kampüsüne hakim neogotik tarzın en güzel yorumlandığı önemli yapılardan biri ile idare edin.
860-880-900 Lake Shore Apartments 1952. Mies van der Rohe; Pace Associates;Holsman, Holsman, Klekamp and Taylor.
Çocukken bu yapıların varlığını bilsem ve “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sorsalar, “860-880 leykşoor apartmanlarında kapıcı olucam” derdim. Muhtemelen tüm evrendeki en meşhur apartman grubu. Öyle ki,Türkiye’deki zengin ayak takımı bile bu yapıları biliyor artık. Chicagodaki en “mutena” mahalledeler. Etraflarında şimdilerde daha moda olan yüzyıl başlarında inşa edilmiş ufak apartmanlar ve müstakil evler, önlerinde de göl var. Yani olursa bu kadar olur. Tüm öğrencilik hayatımı bir gün bunları görmeyi hayal ederek geçirdim. Çalıştım kazandım benim de oldu.


Açık ve ferahlatıcı yapılar daha sonra yapılmış Equitable binasındaki pencere yapısına (yani dörtlü bölümleme, A-B-B-A oranlarına) ve genel olarak sayısız yapıya esin kaynağı. Ama artık gözümüz binlercesini gördüğü için pek sklemiyoruz. Söz konusu oran ve biçimleme üzerine çok bilen mimarlık eleştirmenleri epey zart zurt etmiş, çok ince matematik formülasyonlar, karmaşık yapısal analizler getirilmiş olsa da, bence adamın yaratıcı enerjisinin basit ve çok etkileyici göstergeleri. Yapının hiç zorlamasız “ete kemiğe bürünmüşlüğü”, göz alıcı saydamlığı inanılmaz.
Uzun süre yapıların tek eleştirilen yönü cepheden yer alan ve taşıyıcı olmayan “I” profiller. İnandığı ve hep uyguladığı bezemeden uzak, içi dışı bir yapı anlayışını kesintiye uğrattıkları. Var olan strüktürün gerçekliği yansıtması, görünen her şeyin yapıyı doğrudan etkileyen bir işleve sahip olması gerektiğini savunan birinin bu tür bir maymunluk yapmış olması (ne ayıp)! Gariban Mies n’apsın? Chicago’da geçerli yangın emniyet kuralları bir katı geçen her yapının yangına dayanıklı hale getirilmesini emrediyor.Tek çözüm çelik taşıyıcı sistemi betona gömmek.Yapının strüktürel şemasının güme gitmesini önlemek de, ancak bu dikey elemanları eklemekle mümkün. Bunu siz bile anlayabilirsiniz. Konu gündeme geldiği zaman, neden böyle yaptığına dair yapısal kılıflar da üfürüyor.


Hepimiz biliyoruz aslında şık görünsün diye orada olduklarını. Yapılar özel konut olarak kullanılıyor olmalarına rağmen, 1996’da kentin mimari hazinelerinden biri olarak tescil ediliyor. Bildiğimiz, bilmem kaçıncı dereceden tarihi eser yani. Ben esas Mashattan’ı  merak ediyorum, O ne zaman İstanbul’un kültür hazineleri arasındaki mümtaz yerini alacak ?

Hürmet ederim,


Lake Point Tower'e ait  1. fotograf internetten, Diğerleri BvP,  2007
Cam Gökdelene ait tarama Robert Blake'in Mies van der Rohe kitabından.

Edited By Miki





Kasım 12, 2010

Chicago ve Yapılar I

 
Kentin Merkezine Kuzeyden Bakış | 2007
  
Kocaman gölün kıyısındaki rüzgarlı düzlüğe ancak 1833’de kurulmuş bu gençten kent, [1] ticaretten kazandığı inanılmaz miktardaki parayı Barok Roma ile boy ölçüşebilecek çeşitlilik ve görkemde bir mimariye dönüştürmeye harcamış. Adına “Çağdaş Tasarım” denebilecek ne varsa bu kentte ve para babaları tarafında yapılmış/yaptırılmış olması öğrenciliğimde bana hep biraz basitlik, görgüsüzlük, biraz da dandiklik çağrıştırırdı. Taa ki…Gidip, ebemin Chicago’sunu görene kadar. 

Orman Mühendisleri Odası | Ankara | 2009 
 
Öyle ya, tasarladığı caminin akustiğini kubbesinin altında nargile içerek inceleyen mimarlar yetiştirmiş bir ülkenin vatandaşıydım ben, boru mu?. Yetiştiğim topraklarda yaklaşık üç bin yıldır eli yüzü düzgün, görkemli, zarif, yenilikçi binaların sahibi devlet, kral, padişah, bok püsürdü. Ama, yüksek standart her zaman garanti değildi elbette. İşverenin Dış İşleri Bakanlığı veya “Orman Mühendisleri Odası” olması işleri bazen çıkmaza sokabilirdi.
Üstelik, “Chicago Okulu” denen şeyin kaba bir ticari stil olduğu ve “rafine” edilmesi gerektiğini 1920’lerde pek çok –nedense- Avrupalı mimarlık eleştirmeni söylemişti. Ama sonraları, toplumun kendini anlatım yöntemlerinden biri olarak ele alındığında mimari tarzın bir yaşam biçimi göstergesi olabileceği, o tarzın da “demokrasi” olduğunu anladılar. “Halkın sanatı”, “demokratik mimari”, vs. Ben anlamadım. Çünkü bizim buralarda demokrasinin kendine hayrı yoktu pek. Nerde kaldı mimari filan üretecek…

Dediğim gibi; başlarda pek az kişi Chicago’da üretilenin önemini fark etmiş. Temel ilgisi para kazanma uğraşı olan kent sakinlerinin Avrupalı, hatta Amerikalı aristokratları sinir eden bir yanları da var. Bu hıyar estetisyenler para ve sanat arasındaki ilişkiyi ancak negatif olarak kurabiliyorlar. Aslında olan bitenin hazırlayıcısı inanılmaz miktarda para, bu parayı harcamaya istekli katlı mağaza sahipleri, yetenekli mühendisler (duvarların mekan bölümleme ve tanımlama amaçlı kullanılıp, yükün demir bir iskelet tarafından taşındığı, kazanılan boşlukların ve alan bölümleme kolaylığının ustaca kullanıldığı ilk yapı, büyük yapı ağırlıklarını çürük zeminlerde taşıyabilecek temel yöntemleri, asansör teknolojisi bu kentteki mühendisler tarafından geliştiriliyor),  hep söylendiği gibi kenti topyekün yeniden inşaya olanak veren büyük yangın veya 1875’den 1960’a kadar burada üreten çok yetenekli mimarlar değil ve fakat, belki Louis H. Sullivan adlı tek bir zatın dehası. Tasarladıklarının temelinde “fonksiyonalizm” denen şey var[2]. Fonksiyonel formun ruhu da; strüktürün, yapının üretim amacını yansıtıyor olması...Her yapı bir ruha sahip ve bu ruh da saygı hak ediyor. Yani o kadar basit değil bu işler. Sinir olmanın alemi yok. [3]

 Crown Hall - IIT Kampüsü | 1955 |  Mies van der Rohe
Kentteki yüksek bina fetişizmini salak gibi, yer azlığına veya ticari parsellerin aşırı değerli olmasına bağlamak da anlamsız, rahat olun. Okunabilecek olan; göğe yükselen çok katlı binaların yüksek perdeden azameti. Para ve gücün yüzünüze tükürüyor olması. Fakat bir açıdan bu “düşey süreklilik” halini insanla benzeşik, hatta insansı bir imge olarak da okumak olası. [4] İki ayağı üzerinde durabilen, kendine güveni tam, eski dünya ve yapı anlayışı ile hesabı görmeye hazır bir kimlik. Her santimin gurur dolu olduğu; mutlak, basit formlardan oluşturulmuş, bezemesiz bir yapı karakteri. [5]

  Bu ikinci ilk bakışta elbette daha kapsamlı ve entelektüel. Ama her şeyi açıklayamıyor. Yapılara bakıldığında sezilen çok daha temel bir durum: dikey ile yatay arasındaki gerilim aslında. Bazen yapının ruhu yatayda saklı. Illinois Institute of Technology (IIT) yapıları gibi. Bilinçli yataylığın yatay çizgilerin akışkanlık, süreklilikle ilgisi ve bunun insana verdiği dinginlik “insansılık” yadsınabilir şeyler değil. [6]

Modern mimarlık tarihi açısından çok önemli bu kenti dolduran yapılar her zaman çok “insancıl”mışlar gibi görünmese de yeni bir yaşam tarzının – para ve teknolojiye dayalı yeni toplumun – etkileyici göstergeleri. Özellikle ilgimi çekenler, düşündüğümün aksine klasik Chicago Okulu yapıları olmadı (ama onlardan da etkilenmemek olanaksız. Çoğu halen ayakta, koruma altında ve hepsinden önemlisi kullanılıyor). Daha çok İkinci Dünya Savaşı sonrası gelişen modern mimari ve plastik sihirbazlıklara “bakmak”la geçti vakit.
 
"Flamingo" | 1974 | Alexander Calder

"Cloud Gate" | 2004 | Anish Kapoor 


Bazıları yazının II. Bölümünde.

Maalesef tam ve istediğim gibi bir liste değil bu. 1950 sonrası yapıların ciddi bir bölümü eksik, öncesini halen ayıklayamadım bile. Fakat genişletme konusunda azm içerisindeyim.Yapılardan bahsederken mimari jargondan kaçındım. Çoğu mimar için bile anlaşılabilir olduğu konusunda ciddi şüphelerim var. Ama o abuk sabuk cümleler şık duruyor hakkaten.

Saygılar Sunarım.

BvP
Fotograflar:
Chicago 2007.   BvP
Orman Mühendisleri Odası, Ankara. 2009. BvP
Edited By Miki
.............................................
[1] Cennet yurdumda bu tarihten tam 200 yıl önce, 1633’de Sultan IV. Murat Han Hz. Tütün ve alkol yasağı koyuyor. Kendisinin de aşırı alkol tüketiminden gittiği söylenir hep.

[2] Genel olarak bu işlerden anlıyor geçinen entelektüellerin ağızlarına sakız “form follows function” veya özel olarak, mimarlık öğrencileri tarafından “fooorm fallovz fannkşın” şeklinde halisane Amerikancayla telaffuz edilen vecizenin sahibi bu zat. Hoş, sonradan onun da boku çıkıyor ya.

Başka bir vecize: “Ben böyle sanatın içine tükürürüm”. Yok, bunu söyleyen başka. Orta Anadolu’dan bir.. Bir canlı.

[3] 1896 tarihli Louis H. Sullivan’ın yazısı. İlginizi çekiyorsa bi bakın.


[4] Bu analoji ve devamı için ayrıca: SCULLY, Vincent. Modern Mimari. Türkçesi: BATUR, Selçuk. İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul 1972: (S. 12-13)

[5] Yine kentin paralıları veya devlet tarafından ısmarlanan, çoğu neoklasik izler taşıyan ve  kentin ilk döneminde inşa edilen sosyal işlevli binaları buraya sokmayın.

[6] Yataylığın Amerika’nın bu bölgesinde (Orta Batı’da) doğmuş, yaşamış ve üretmiş sanatçılar arasında özel bir önemi ve ağırlığı var. Yatay düzlemlerin ağırlığı ve mimariye yansıması için Frank L. Wright’ın yapıları –belki de uç ama- kıllı ve önemli bir örnek.

Kasım 10, 2010

Paul Nitze ve George Kennan

Soğuk Savaş’ın başlangıcından bitimine dek Amerikan Dış politikası üzerinde etkili olmuş iki diplomat. İkinci Dünya Savaşından hemen sonrası herkes için yine ve yeniden “sıkıntı”larla dolu döneminde, Almanya’nın bölünüp Sovyetlerin “dost ve müttefik” olmaktan çıkıp, tatsız bir düşmana dönüşmesi sırasında sahneye çıkıyor ve çok uzun süre - Sovyetler Birliği dağılana dek - önemli oyuncular olarak kalıyorlar. Marshall Planı, Kore, nükleer silahlanma, Vietnam, detenté, SALT, glasnost…Tüm bunların biçimlendirenlerin merkezinde ikisi de.

Aynı ölçüde etkin ve önemli olmaları rağmen birbirlerinde tümüyle farklı kişilik yapılarına sahipler. İşleri kapalı ve dar, içe dönük bürokratik dünya içinde bile fazla tanınmadan halletmeyi tercih eden, iş bitirici Nitze’nin [1] tersine, Kennan oldukça dışa dönük ve zaman zaman ilginin odağında olmayı, “parlak diplomat” olmayı seven bir yapıda. Konferanslar, konuşmalar ve yazdığı kitaplar nedeniyle kamuoyu tarafından daha tanınan biri [2]. Eğer Kennan Soğuk Savaş’ı biçimlendiren ise, Nitze onu uygulayan, mükemmelleştiren, cilasını atan. Realist Kennan’ın karşısında o bir idealist. Yaşamın sonunda doğru bile, hala Soğuk Savaşı kazanmak istiyor. Görüşleri ve algıları en olmayacak veya kritik zamanlarda çakışsa bile meslek yaşantılarının çok büyük bir bölümünde derin görüş ayrılıkları var.

Şahin olan Nitze. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği İkinci Dünya Savaşı sonrası ürkütücü ölçek ve miktarlarda nükleer silahlara sahip olduğunda, nükleer bir çatışmadan korunmanın en iyi yolunun onu kazanmak olduğunu söyleyen biri! “Barış mı istiyorsun? Savaş için hazırlan” paradoksu onun başının altından çıkıyor. Kennan’ın Soğuk Savaş diline kazandırdığı kelime ise “containment” [3] . Yaklaşık elli süren bu örtük çatışma politikasında belki de en çok kullanılan bu kavramı Kennan önemli bir politik tehdidi savuşturmaya yönelik politik strateji olarak görürken, Nitze olayı sanki kıçından anlayıp, askeri bir tehdidi savuşturmaya yönelik askeri strateji olarak tanımlıyor. Galiba aralarındaki temel fark da bu. Silah sistemleri ve etkileri hakkında pek az canlının Paul Nitze’den daha fazla bilgiye sahip olduğu kesin [4]. Bu özelliği çoğu zaman Sovyet bürokratlarını bile etkileyip saygı görmesini sağlamakla birlikte, Amerikan yönetimi ve özellikle Amerikan Başkanları ile pek iyi ilişkiler içinde olduğu söylenemez. Çalıştığı on başkandan en az altısı ile başı ciddi şekilde belaya giriyor. Kaç kere işten atıldığı, istifa ettiği, daha küçük görevlere getirildiğinin hesabını tutmak imkansız. Başkanlar, bakanlar gelip geçiyor ama beyfendi her zaman işlerin içinde…

Kennan’da güvercin. Kırk yıl boyunca Amerika’nın nükleer silahlara bağımlılığını azaltması gereğini savunuyor. Kore savaşından ilk Irak Savaşına kadar, ülkesinin bulaştığı her silahlı çatışmada tekrarladığı “Barış istiyorsan, barışçı davran” (Evet, 2005 yılında, 101 yaşında öldü!). Ayrıca çok uzun yaşamı boyunca karşılaştığı olayları iyi okumak ve sonuçlarını doğru tahmin etmek gibi bir yeteneği var. Daha Soğuk Savaşın başlangıcında, nasıl biteceğini söyleyebiliyor! Almanya’nın ikiye bölünmesinin, NATO’nun kuruluşunun Avrupa üzerindeki etkilerini, Çin-Sovyet uyuşmazlığını öngörüp, epey erken bir tarihte Amerika’nın Vietnam politikasındaki yamuklarını sıralayıveriyor bir çırpıda…

Bu kadar sıra dışı ve kerameti kendinden menkul iki kişiyi basitçe “Şahin”, “Güvercin”, “Monşer”, “Keser Sapı” türü klişelerle tanımlamak da kolaycı bir yaklaşım. Örneğin Nitze Amerika’nın gücünü sıkça sergilemesi gerektiğini ve nükleer gücü şiddetle savunmasına karşın tansiyonun gerçekten, tehlikeli şekilde yükseldiği zamanlarda tüm enerjisini bu tansiyonu düşürmek için tüketiyor [5]. Kore savaşını engellemek ve yayılmasını önlemek için çok çaba harcıyor. Dahası, Reagan döneminde Sovyetlerle yapılan silahsızlanma görüşmelerinin baş aktörlerinden.

Kennan’da gerektiğinde tırnaklarını gösterebilen, en azından mesleğinin ilk yıllarında epey yaza çıkmaz işlere bulaşmış bir bürokrat. CIA’nın kurulmasında ve organizasyonuna epeyce yardım ediyor. FBI ile yakın ilişkileri var. O da, senin benim gibi “derin devlet”e inanıyor galiba. Halk ve demokrasi konusunda görüşleri…Eh, kısmen çok şey değil. Kesin olan şey, bir pasifist olmadığı.

Bu iki karmaşık, son derece zeki ve yetkin insan çok farklı görüşlere sahip olsalar da; birbirlerinin ayağını kaydırmaya çalışmayan, yönetim içinde farklı görüşlerin var olmasını ve bunun karar alma sürecine dolaysız katkılarına gerçekten inanan iki dost…Bilmem anlatabildim mi ?

Nitze’nin torunu Nicholas Thompson tarafından yazılan 2009 tarihli, tam adı “The Hawk and the Dove. Paul Nitze, George Kennan and the History of the Cold War” olan kitap işte bu iki dostu - ama dostluk üzerine değil. Beraber içmeye gidip, “Yav Paul, ne olacak bu dünyanın hali” falan demiyorlar hiç - anlatıyor.

Ne, nedir anlamaya başlamak için faydalı bir eser.

Arz ederim.


Edited by Miki

Kitap kapağı, tarama BvP


.........................................
[1] Adam o kadar dar bir çevrede ve tanınmaksızın çalışıyor ki, Marshall Planı’nı kelimenin tam anlamı ile “yazan” lardan biri olmasına, hükümet çevrelerindeki adı ve etki gücüne rağmen adı pek bilinmiyor. Örneğin Marshall Planı çerçevesinde Avrupa’da çalışan bir ekonomist “Nitze Plan” ın bir tür kısaltma olduğunu sanıyor. “N.I.T.Z.E PLAN” gibi.

[2] Şubat 1946’da Moskova Büyükelçiliğinden gönderdiği Soğuk Savaş Mitolojisinde mümtaz bir yere sahip ve tanınmasını sağlayan 5.300 kelimelik telgraf - ki, haklı olarak “Long Telegram” deniyor. Containment kavramından ilk defa söz ettiği “X” makalesi ve temelini 1951’de yaptığı 6 konuşmanın oluşturduğu “American Diplomacy” kitabı sonraki 35 yıl boyunca üniversitelerde okutulan standart bir metne dönüşüyor. Ayrıca çok miktarda başka kitabı da var.

Hakkaten çok güzel yazıyor ve konuşuyor:

    “…I sometimes wonder whether in this respect a democracy is not uncomfortably similar to one of those prehistoric monsters with a body as long as this room and a brain in the size of a pin: he lies there in his comfortable primeval mud and pays little attention to his environment. He is slow to wrath -in fact, you practically have to whack his tail off to make him aware that his interests are being disturbed;but, once he grasps this, he lays abouth him with such blind determination that he not only destroys his adversary but largely wrecks his native habitat.”

[3] Ne niyetine yeniyorsa o tadı veren bir şey, acaba? Bazenleri kabak tadı veriyor, teğet geçiyor, kimi zaman göte girmesine ramak kalıyor. Bu politik strüktür ve kurgu George Kennan’ın zihninde gelişmekle birlikte, çerçevesi ve algılanışının kendi kontrolünde olmadığı kesin. Derdi, ne anlatmak istediği, ne kast ettiği çoğunlukla davulcu ossuruğu gibi araya karışıyor. Soğuk savaşı anlayabilmek, üzerinde ahkam kesebilmek için bu kavramın uzun bir zaman diliminde ve dikkatle incelenmesi gerekir. Pek Ekşi Sözlük okuyup ve Google’da eşelenerek olabilecek iş değil yani.

[4] Kitlesel ölüm ve yıkımlara yol açan silahlara ilişkin bilgisi II. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Almanya’ya uygulanan stratejik bombardımanın etkilerini araştıran ekipte olmasında (U.S. Strategic Bombing Survey) ve daha sonra Hiroşima’ya atılan atom bombasının etkileri konusunda hazırlamış olduğu kapsamlı rapordan kaynaklanıyor. Bu raporların meslek yaşamına ve dünyaya bakışı üzerine etkileri çok büyük. Yaşamının geri kalanında nükleer savaş yanlısı olarak kendisini suçlayanlarla hafifçe taşak geçmesinin, eleştirileri önemsememesinin nedeni belki de bu. Onların hepsinde daha fazla -belki de çok fazla- yıkım görmüş olduğundan, nükleer silahların insanlık üzerindeki yıkımının engellenmesi gerektiğini biliyor. Onlarla anlaşamadığı nokta engellemenin nasıl olması gerektiği.

[5] Ammmmaaaa, tansiyonu yükselten aktörlerin önde gideni olduğunu da unutmamakta fayda var.

Ekim 23, 2010

N.Y. 2009 A.D.

 
Chrysler Building  | 1930 |  William Van Alen   

Fotograf : BvP.

Ekim 11, 2010

Önünden Yol Geçmeyen Pansiyon

Bu yazın sonlarına doğru artık aşırı sıcaktan mı, yoksa erkeklerin korkulası orta yaş bunalımından mı nedir, bir pansiyon fantezisi yaşamak akla düştü. Hayatı boyunca pansiyona gitmemiş tatilini mütemadiyen nebleyim hep böyle beş yıldızlı otellerde, rezortlarda, hususi yazlıklarda şeylerde geçirmiş bizim gibiler istiyor böyle şeyleri bazen. Halkla içi içe geçme, halka geçirmece, halka halka geçirmece filan.

Miki bu masum isteğimde bi ibnelik arayıp durdu ama nafile. Güneşte uzun süre kalmak suretiyle iyice yumuşamış, hammaddesi geri dönüştürülük plastik, bok rengi bir hortumla bahçede plastik terlikli tombul/kalın (ayı ayaa) ayaklarımı yıkamak, ıslak tabanların ağırlığım altında çıkardığı ıslak “fıssssssshhsh” sesiyle huzur bulmak istiyordum. Ayaklarım maalesef ayı ayağı gibi değil, öyle terliğim de yok. Neyse, Bodrum’da eşten dosttan filan rica ettik, uydurduk bir çift. Düştük Datça yarımadasının güneyindeki, adları fiyakalı şekilde “bük” olarak biten koylarından birinin en ucuna.

Ova Bükü
Kuzeydeki limandan güneye, deniz kıyısına yapılmış yeni Datça kasabasına - hakkaten “kıyıya yapmışlar” böyle, rakı bardağı gibi… kalın kalın - varmadan ortalara doğru batıya kıvrılmak suretiyle varılıyor buralara. Zaten kavşağı türlü tabelalar keşmekeşi yüzünden ıskalamak olanaksız. Yarımadanın ortalarında batıya doğru kıvrıla kıvrıla giden, badem, zeytin ve yükseklerde çam ağaçları ile çevrili inişli çıkışlı güzelce bir yol bu . Yol boyunca rastlanan tek tük evler insanda kusma hissine sebebiyet vermeyecek nitelikte. Gideceğimiz pansiyon “Ova Bükü” denen, nispeten ufakça bir koy. İnişte virajların münasip yerlerinde evler kondurulmuş. Tuhaf ama onlar da çok kötü değil. Bu durum biraz hayal kırıklığı yarattı bende. Her yer satılık arazi dolu. Bölgede yaşayanlar için arazi satmak veya satmaya çalışmak bir tür hobi sanki. Ancak kıyı çevresindeki dar düzlük bile istedikleri gibi dolmamış daha.

Tepelerdeki Evler
Kalacağımız pansiyon bu küçük koyun en batısında ve hemen hemen son yapı. Dar ve bakımsız bahçesi denize kadar iniyor. Kıyının önünden yol geçirip denize girilecek alan bırakmama hastalığından kurtulmuş olmasına memnun oluyorum. Bu çok güzel, bir o kadar da yaratıcı planlama şablonu genellikle denizin beş, on bilemediniz onbeş metre ötesinden geçilen asfalt veya toprak bir yolda vücut buluyor. Oraya bunu sıçan yerel yönetimin parasına göre; sahil ile yol arasına banklar, skindirik çöp tenekeleri ve elektirik direklerinden oluşan zenginliklere de yer veriliyor. Hemen ötedeki biraz daha büyük Palamut Bükü [1], bu türün güzel bir örneği mesela. Evlerin, pansiyonların, lokantaların önündeki toprak yol her yıl biraz daha denize doğru genişleyip, toz toprak işin içinden çıkılamayıp eşşeğin amına iyice su kaçırır hale gelince ya asfaltlanıyor, ya da – belki de daha kötüsü - içinde pembeye kaçan kırmızıları da olan sentetik bir taş doku ile kaplanıyor. Kuvvetli bir kahvaltıdan sonra denizle aranda, ya da denizle “Kazım’s Beach Club Pension” arasında bir arpa boyu yol oluyor. Yersen... Ama yemişin zaten kol gibi.


Marmara Ereğlisinde Kabus

Durumun daha iyi örneklerine Marmara Kıyısında rast gelmek mümkün. Şarköy ve Marmara Ereğlisi - ki, oradan resmen devlet karayolu geçiyor(E-5). Tamam, deniz banyosu yalan olmuş, sen batan güneşe karşı demleneyim, şuradan iki kalem pirzola edeyim derdindesin ama, yazlığının önünden karayolu geçiyor diye de bu kadar boktan yapılar yapmalı mısın be kardeşim. Nedir bu? Tamam, konu dağılmasın da, içimde de kalsın istemedim bu husus.

Kendisi de epey mendebur bir yakın akrabamın bir kaç yıl önce gelip kaldığı ve de pek memnun ayrıldığı bir yer burası. Onlar kalırken pansiyonu işleten beyamca şimdilerde vaziyeti derbeder bahçede sebze yetiştirip, tavuk beslemek, bunları da günün belli saatlerinde yiyeceğe dönüştürmek suretiyle biz saf şehirlilerin “doğada yaşamak gibisi var mı aaağbi” dağarcığına katkıda bulunuyormuş. Hatta amcanın dandik sandalı ile -sabah erken saatte kalkılabilirse eğer- balığa bile çıkmak olasıymış. Bu içgıcıklayıcı hikayeler telefonla yer ayırtma aşamasında beyamcanın iki yıl önce gezegenden göçtüğünü öğrenmemizle biraz örselenir gibi olduysa da; önünden yol geçmeyen pansiyon, deniz ve güzel sonbahar havası bir yere göçmemiş, duruyordu durduğu yerde.

Pansiyonu artık beyamcanın altmışbeş yaşındaki eşi Primus teyze ve torun işletiyor. Üniversite öğrencisi torun da okulu açılıp İzmir’e gidince yılın bu döneminde sadece primus teyze, ben, Miki ve araziyi ilk aldıkları zaman beyamcanın denizin hemen önüne kondurduğu tek katlı salaş evde kalan gözleri görmeyen Secundus teyze, ona yardım eden Tertius teyze(hacı), Secundus'un evde kalmış kızı varız. (takım taklavat fena da değildi sanki ablada, anlamadım nedendir o evde kalma olayı?)

Deniz önündeki yapının bu şekilde işgali beni biraz üzdü ise de arkadaki evin inanılmaz temizlikteki, denizi gören kocaman odasını ve yine hastalıklı şekilde temiz ve büyük banyosunu görünce keyfim yerine geldi. Esas güzellik bizim kalacağımız bu kocaman evde gören/görmeyen, evde kalmış/kalmamış hiç bir homo sapiens olmamasıydı. Garip ama, siktir olup gitmişti işte herkes...

Kıyıdaki Yapı
Daş
Güneye açık taşlı sahilden denize girmek benim gibi ayakları hassas bi canlı için pek kolay değil. Çabucak derinleşiyor da, fazlaca ızdırap çekmek gerekmiyor taşların üzerinde. Güneye açık bu koyda denizin temizliğine diyecek yok. Fakat biz oradayken öğleden sonraları meltem ipin ucunu ve işin tadını kaçırdı hafifçe. Allahtan, kaçan tadı yerine “bira” adı verilen bir sıvı ile getirmek mümkün. Miki ile birlikte bu şeyin “tombul Efes” denen çeşidinden iki günde bir kasaya yakın miktarda tüketmek sureti ile keyfimizi her daim yerinde tuttuk.

Sahilde yatarken Primus Teyze’den bira ikmali yapma imkanı mevcut.
 Başlarda pek ciddiye almamakla birlikte, hem ortalıkta başka müşteri olmaması ve bizdeki potansiyeli sezmesi ile görevini hakkıyla yerine getirdi. Hafiften kaykılıp Teyze'ye doğru “V” işareti yapmak yeterli. Hemen tepside iki bira, iki bardak ve bir açacak beliriyor. Günün sonunda normal insanlar için yapılan stoğun biz iki hayvana yeterli olmayacağını anladığından yeni bira takviye yapması icap etti bakkaldan.

 P. Teyze çok iyi bir satıcı, belki de fazla iyi. Bize iki gün içinde,badem, akrabalarının fırınından bilmemne pidesi, zeytin yağı sabunu, zeytinyağı satış tekliflerinde bulundu. Ona karşı sürekli tetikte olmak lazım. Kazara muhabbete dalıp Bekaa Vadisi’nden, yarısı yanmış T62 tankı falan almak mümkün (Ama şanzıman ve motor iyimiş, yürürde var biraz sıkıntı diyor).
 
Pansiyon fantezim içindeki başka bir alt küme de, alüminyum çaydanlıktan çay içmek, pansiyon yemeği yemekti. Primus Teyze’nin bu konuda da doktorası var. Gerçi diplomayı asmamış duvara. Çok mütevazi bir insan. Özellikle ünlü olduğu menemen ve kabak çiçeği dolması pek fenaydı. Ayrıca köfte, patlıcan, biber, patates kızartması ve börülce salatasının hiç birinde de yamuk yoktu. Tabii, söğüş iki tane biber ve domates için de para alıp, peçeteyi de adam başı birer adetle sınırlaması (garip, tuvalette kaat sınırsız zannederim) pek iyi puvanlar değildi ama, menemenin hatrına yemiş gibi yaptık onları da.

İyi olmayan bir başka puvanı da, hesap görürken biranın şişesini beş kaattan dayanmasına verdik. Miki “Oha! ne ulan bu? Bodrum’da barlarda bile beş kaat” diyerek konuyla ilgili olumsuz görüşünü nazikçe deklare etti.Bir daha gidersek, Teyze’yi birayı kendimiz alıp odadaki buzdolabında soğutmak suretiyle tüketmekle tehdit ederek, bira fiyatını makul seviyelere çekmeyi düşünüyor. Benim umurumda değil, hem bira ne kadar bilmiyorum ki zaten. Keşke o T62’yi de alsaydık…

Tatil ne güzel bişey.

Edited By Miki
[1] Triopion Limanı?

Bütün Fotograflar BvP

Ekim 10, 2010

Kabızlığın Her Türlüsü Sıkıntı Yapar Ademoğlu/Kızında.

Ne zaman nerde ve ne şekil tebarüz edeceği de belli olmaz hakkaten. Geçenlerde bir forumda kim bilir hangi skindirik husus yüzünden didişen iki beyefendi birbirlerine küfür ediyorlardı. Gecenin bi yarısı bilgisayarın karşısında oturup,,..ipneninevladı…anannınmna…

“Sen onları al da, götüne sok” diyordu, toplumun bu hobi sahibi, eğitimli fertlerinden biri, diğerine. Birkaç yaratıcılıktan uzak küfrün ardından, hayatı boyunca ağzından kötü söz çıkmamış, babasının trafikte hiç kimseye anal seks temennisinde bulunduğunu duymamış genç kızlar gibi çaresizce “öküz”...Diye bitirmişti maruzatını. (Kaldı mı onlardan? Benim kızım bile, gerekirse bir minibüs şöförünün ellerini yüzüne kapatıp ağlamasını sağlayacak şekilde küfür edebilir)

Ne demek öküz? Öküz denince benim aklıma güneşte kulaklarını tembelce oynatarak geviş getiren güzel gözlü sevimli hayvanlar gelir. Batur’un aklına Milka ineği geliyor mesela. Çorbayı gürültüyle içen, ayakları kokan sevgilin falan “öküz”dür. Bir üst satırda ana avrat sövdüğün değil. Bu mudur yani, küfrünün, hakaretinin klimaksı?

Kişioğlunun küfür dağarcığının bu şekilde yetersiz olması nasıl bir şey? Küfür ederken bile çabucak tükenen, çaresizleşen biri yaşamın başka yüzlerinde ne kadar donanımlıdır?

Acta Turcica temmuz 2009 sayısında “Türk Kültüründe Hakaret”i incelemiş. Belki entelektüel organlarınıza katkısı olur. “Siham-ı Kaza’da Hakaret Unsuru Olarak Hayvanlar” başlıklı yazıyı da özellikle tavsiye ederim.

Hepinize bol küfürlü günler.

Edited By Miki,
 
Fotograf : BvP, Barcelona, 2008.

Benim Çocuğum Arabaya Benzetmedi Beni Hiç...

Çocukluğumda ne zaman karayolu ile İzmir’e gitsek, Ege Bölgesinde dolaşsak, düzgünce ve yoldan görünebilir her taşa, her duvara yaşamını bu işe vakfetmiş biri tarafından kotarıldığı kesin “Akçora Gömlekleri” yazısı görürdüm. Adamcağız dağlara taşlara yazmıştı hakkaten. Ama bir tane Akçora gömleği giyen, giyeni bırak; canlısını, tasvirini görmedim. Herhalde metin odaklı bir kampanya ile tüketiciye ulaşmayı hedeflemişti ajans. Kim bilir? Aynı tandansı arada sırada yine görüyorum. Mesela, Nazilli civarında veya Kapıdağ Yarımadası çevresi gibi alakasız yerlerdeki “Mersindeki (de bitişik yazılmış tabii) Optikçiniz, Tel: Şu…Şu…Şu.” yazıları gibi (Bir de “Çare Sarıgül” olayı var ama ona girersek konu tamamen dağılmaya mahküm). 
Maalesef artık  ne Mersin'deki Optikçiden ne de Sarıgül'den  aynı tadı almak mümkünsüz olmakla beraber, o yazıları yazanların, böyle bir yöntemle ürünlerinin adını akıllara yerleştirmeye çalışanların dirayetine şaşmamak, taktir etmemek elde değil. Belki epey zor, çok da sofistike değil, ama salakça gelmiyor bana. Hem de hiç.

Esas şaşılası olan radyoda, televizyonda babasını içten yanmalı bir motorla çalışan nakil vasıtasına benzeten çocuklar ve böyle maymunluklardan fayda uman götlekler sanki. Veletleri boş verip, hoş görmeye dünden razıyım. Hangi çocuk “benim babam fort gibi adam, benim babam fortçu” der ki? Elbette bu daha iyi. Doğruya doğru. Ama şu sondaki şarkıyı okuyan var ya, öyle hisli, öyle içli, öyle inleyerekten anıyor ki vasıtanın adını, o hissiyat para ile filan olacak iş değil arkadaş. Kadın gerçekten tutkun. Yanıyor alev alev. Ne dese yapacak. Öl dese ölecek. Araba dile gelip: “Ya benim bi kanka var, askerden yeni geldi, aylardır tık yok. Hani nebleyim eş dost evi olur, otel olur bi şey ayarlasan da, on beş dakka, bilemedin yarım saat binsin çocuk” dese, "eh" diyecek.

Allah muhafaza; ya çocuklar “benim annem kumbara gibi kadın”, “benim annem uygun garantili yaylı yatak gibi kadın” türküsü çağırsa ne olacak bu milletin hali?

Yuh!

Edited By Miki

Fotograf: BvP

Ekim 07, 2010

RÖNESANS İNSANI


R  E  N  A  I  S  S  A  N  C  E      M  A  N  -  2010

Ekim 03, 2010

Tatil Teyzeleri

Gezi yazısı yazmak anlamlı mı? Aslında şurayı daha ciddi konularla işgal, bir iki usturuplu laf etme, akıl adamı olma hevesindeyim d gel gör ki, tatil, gezi zart zurt yazısı yazmanın da gerçek bir cazibesi var. Belki o yüzden herkes aklı ve algısı kalınlığında tatil yazıları salgılıyor.

Bir ara Hürriyet, Sabah gibi gazetelerin ensesi kalın yazarları [1], Dini bayram dönüşlerinde “Mauritus’da denize girmedikçe adam olmayacak bir milletiz”, “Hala gidip Ougadougou’da bi zenci yarrra yemediniz mi?”  [2] başlıklı yazılar üfürürlerdi. Yok, bu kadar hayvan değiller ne zamandır. Yaşlandılar artık, gazeteleri onları finanse edemez oldu. Ama hala yazılıyor bolca “gezdik”, “tatildeydik”, “illa şuralara gidin” yazıları şeyleri. Gazete, televizyon bok püsürde bu işe ücreti mukabili, internette de sevabına soyunanlar gani. Anlaşılan ben de onlarda biriyim.

Genellikle sonbaharda, okullar açılıp günler kısalmaya başlayınca tatil yapıyoruz Miki’yle. Hava güzel, deniz mutedil, akşamlar serince. Bu dönemde tatilin önemli bir avantajı da homo sapiens ile mümkün olduğunca az interaksiyon olasılığı. Fakat, bu türün yılın aynı döneminden hoşlanan üyeleri de var maatteessüf.

Bir teyze tipi var mesela, sürekli denk geldiğim. Öyle ki, yaz sonları dolaştığımız yerlerin nüfusu sadece bunlardan oluşuyor gibi gelmeye başladı ne zamandır.

Orta Avrupa’lı ve Türk olarak kabaca ikiye ayrılıyorlar. Avrupalı olanlar genellikle o kadar şişman ki, kıtada olası bir kıtlık durumunda kesilip yenmek üzere beslendiklerinden fevkalade eminim. Böylesi kolossal götleri, yeryüzündeki atmosferik basınç ve yer çekiminde gezdirmek olanaksız olduğundan yürüyemiyor çoğu. Hemen hepsinin kalçalarından kaynaklanan problemleri var. Türkler kilo konusunda bu kadar başarılı değiller gibi geldi. [3] Ama iki türün de ortak noktası; hayal edilebilecek en kötü gözlük çerçevelerine duydukları sapıkça ilgi ve işittirememe korkusuna bağlı işitme sorunları. Hep bu yüzden bağırarak konuşuyorlar galiba. Bir de cahil, kaba saba ve görgüsüz Avrupa’lı orta yaş üstü yat sahipleri var böyle. Hollandalı ve İngiliz olanlar hususi surette orospu evladı. Hayır, nedir ulan sizdeki bu alçak enlemlerdeki littoral bölge merakı? Ben gelip gürültü ediyor muyum Amstelween’de, pezevenk!

Yurtiçi teyzesi Bodrum’daki askeri kamptan akın akın çay bahçelerine, özellikle de şimdilerde yenilenen 18. Yüzyıldan kalma güzel, zarif ve alçakgönüllü Tepecik Camii yanındakine akıyor. Yanlarında kamp kantininden alınma kuru pastalar, boncuklu gözlükleri, boncuksuz güneş gözlükleri, porno yıldızı terlikleri ile çevreye filit gibi eternal rahatsızlık sıkıyorlar. Kampta kalacak yer bol, yemekler ucuz, mevsim onların dayanabileceği bir klima sunuyor. Kısaca: her şey bu yaşam formu için çok uygun.
Avrupalı olanların zoocoğrafik dağılımı daha bir geniş. Marinadaki sofistike ve pahalı bardan (öyle bi yer ki, al cigara satan ablayı ince akşam rüzgarında uçuşan şifon elbisesiyle, bindir üstü açık spor otomobile, sürsün Roquebrune-Cap-Martin’den Monaco’ya, say ki devran 1955, karşında da Grace Kelly Şerefsizim) çarşı içindeki süfli pidecilere, dönercilere (sebzeli Bodrum Döneri...Asrın icadı, bildin mi?), taklit LüiVüton dükkanlarına kadar her yere nüfuz etmiş vaziyetteler.
Artık yarı terk edilmiş koylardaki akşam yemeklerinde bile o kırmızı çerçeveli küçük gözlüklerinden, isterik kahkahalarından kurtuluş mümkünsüz. Sezon içinde ortalıkta mevcut garson, inşaat amelesi gibi türlerin etkili bir şekilde bu sesi kesip, boşluğu da aldıklarından eminim.
Teyze morfolojisi konusunda yeterli bilgiye sahip olduğumuza iyice inandıktan sonra dümeni Datça yarımadasına kırdık. Feribot marifeti ile yaklaşık iki saatte Yarımada’nın kuzey kıyısındaki Körmen Limanında olmak mümkün. George E. Bean limanın “bugün” (1970) çok az kullanıldığını, fakat antik dönemde kuzeyde gelen gemilerin burnu dönerek [4] Eski Knidos’a giden tehlikeli yolu kullanmak yerine daha uygun olan bu limanı kullandıklarını söylüyor.
Naklettiği başka bir şey daha var: Kıyıdan 800 metre kadar içeride inşa edilmiş camide, arkaik bir sütun başının üzerine “Limanın Sınırı” yazılarak sınır taşı olarak tekrar kullanılmış olduğu. Gezimizin buraya kadar olan bölümünde uslu durduğum, sanırım özellikle de kesilmek üzere beslenen o teyzelere saldırmadığım için Miki kendisiyle birlikte bu Camiyi aramama ses çıkarmadı. Ama kıyı boyunca böyle bir yer bulamadık. “Elin gavuru güneşin anlı kabağında rakıyı, birayı fazla kaçırıp serhoşlamış; arşını, endazeyi karıştırmış olmaya sakın?” diye düşünüp, birkaç kilometre ötede, tepe yamacında kurulmuş Karaköy’deki Cami’ye bile baktım. Oldukça sevimsiz, yan duvarlarından birine muhtarlık bilmemnesi iliştirilmiş bu yapı zaten 1976 tarihli. Bizim İngiliz görmüş olamaz. Dolayısıyla tantuna gitti güzelim sınır taşı. Üstelik Miki de yol boyunca taşak geçti benimle. “Sana bişi söölicem, ama üzülme bak. Aya da gittiler sanıyorsun ya sen hani…”


Yazıyı burada kesip, daha sonra biraz pansiyon anısı, ardında da ciddi, uzun ve sıkıcı bir Knidos yazısı yazmak istiyor deli gönül.

Edited By Miki,

Fotograflar:
Bodrum Kalesi, Tepecik Camii, Körmen limanı ve Knidos Feneri BvP. Diğerleri İnternet


------------
[1] İşin gerçeği, şu “yazar” sıfatını böyle uluorta kullanmak istemiyorum. Başka bir kelime lazım. Yazar olanların anasına küfrediyormuşum gibi geliyor hep.

[2] Ama şimdi dürüst olalım. “Türk Götü” diye bi şey de var.

[3] Biliyorum, sıkıldınız bu ve benzer süfli örneklerden ama gerçek tüm bunlar. Kusturana kadar tekrar etmenin faydası olur belki. Ne bileyim?

[4] Güneybatı Anadolu’daki bu en uzun yarımadanın uç noktasında kuzey tarafa yakın İskandil Burnu var. Kıyı boyunca ilerleyen eski çağ tekneleri ve bugün bile aynı şekilde hareket etmek zorunda olan küçük tonajlı tekneler için burnu güneyden kuzeye veya kuzeyden güneye aşmak, güneyden ve dönüş anında açıktan karaya esen güçlü rüzgarlar nedeniyle oldukça tehlikeli. Bölgede hemen hemen her dönemden pek çok batık var. Bunlardan birisi de burunun yaklaşık 50 metre kuzey doğusunda, 1981 yılında bulunmuş, MS. 6. yy sonu veya 7. yy başına tarihli bir Bizans batığı. Karaya yakın seyreden çok ünlü başka bir burun kurbanı ise daha güneyde: Kaş, Uluburun’da 1984’den başlayarak 11 sezon boyunca kazılan Bronz Devri batığı.

1958’de civarda mavi yolculuk yapan Azra Erhat ve arkadaşları da ufak tekneleri ile Knidos burnunu aşıp güneye doğru indiklerinde epey rahatsız bir denize yakalanıyorlar. Tekin sular değil kısacası.

[4.1] ERHAT Azra 1969 (2. Basım), Mavi Anadolu. Ankara, Bilgi Basımevi.

[4.2] LLOYD, Manuela. F. 1984, A Byzantine Shipwreck at Iskandil Burnu, Turkey: Preliminary Report. Texas A.M. University. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

[4.3] PULAK, Cemal 1988, “The Bronze Age Shipwreck at Uluburun, Turkey: 1985 Campaign”, American Journal of Archaelogy. 92/1988.

Eylül 10, 2010

HAYIR