Emsallerine faiktir

Ağustos 23, 2009

1947

Aslında her şey, sağlığı gittikçe bozulan Franklin D. Roosevelt’in yerine Cumhuriyetçi Thomas Dewey’in 1944 yılında başkanlık seçimini kazanması ile başladı. Düğün pastası üzerindeki damat şekerlemesini andıran, kısa kırpık bıyıklı düzgün giyimli beyefendinin Amerikan Dış politikasında çok kısa sürede neden olacağı büyük değişiklikler başlangıçta pek fark edilmemişti.

Atlantiğin diğer kıyısında da işler ve oyuncular hafiften değişiyordu. Dr. Morell’in[1] verdiği ilaçlar Führer’i günden güne kötüleştirmiş, özellikle testosteron yerine yanlışlıkla uygulanan östradiol [2] kürü tatsız sonuçlara yol açmıştı. Yüce Führer şimdi Wolfschanze’de paralı günler düzenleyen, örgü örüp, kek yapmaktan hoşlanan bir teyzeye dönüşmüştü maalesef. Artık saklanması imkansız diri göğüslerinden gurur duymayı da öğrenmişti. Havuz başında güneşlenirken gizlice çekilmiş fotoğrafları cephede askerler arasında elden ele dolaşıyor, bu resimleri bulunduranların yakalandıkları takdirde sorgusuz sualsiz kurşuna dizileceği tehditleri bir işe yaramıyordu.

İşlerin iyice çığrından çıktığı gören bir grup sanayici ve yüksek rütbeli asker olağanüstü bir toplantıda Albert Speer’i yeni şansölye ilan etti. Nazi Partisi ve Adolf Hitler’le çeşitli mimari projelerde çalışarak tanışan Speer, 1942’den beri Silahlanma Bakanı olarak görev yapıyordu. Giderek teknolojik bir yıpratma savaşına dönüşmüş yıllardır süren bu mücadeleyi Alman Ulusu’nun çıkarları doğrultusunda yönlendirebilecek bu parlak kişi; sağduyu, sakinlik ve böyle bir durum için gerekli rasyonel bakış açısına sahipti. Tıpkı yeni seçilmiş Başkan Dewey gibi... Şansölye ve Başkan bir dizi dolaylı görüşmeden sonra, 1945 yılı başlarında Göcek Türkiye’deki bir tatil köyünde bir araya geldiler.

Görüşmeye ilişkin tutanaklar hala açıklanmamış olsa da, Amerika Birleşik Devletleri Sovyet Komünizmine karşı Almanya’nın yanında yer alıyor ve birlikte yeryüzünden Bolşevik tehlikesini silmeye birlikte girişiyorlardı. Sonsuz hammadde kaynakları ve olağanüstü teknolojik birikimiyle bu iki gücün ittifakının yeni ortak düşmanı yere sermesi ilk başta kolay gibi görünse de, Sovyetler Birliği geçmiş yıllarda Birleşik Devletlerden aldığı çok büyük miktarda yardım, teknoloji transferi, gözüpek, zorluklara alışkın nüfusu ve zengin kaynakları ile hafife alınmaması gereken bir hasımdı.

Vakit geçirmeden, çok kapsamlı bir stratejik plan üzerinde çalışmalara başlandı. İki yeni müttefik askeri her alanda kaynaklarının birleştirecek, sivil halkı savaşın zorluk ve yıkımından uzak tutacaktı. Teknolojik altyapısı güçlü, uzmanlaşmış profesyonel bir ordu fikri iki taraftan da kabul gördü. Robert S. McNamara başkanlığındaki stratejik planlama birimi bu yeni ordunun destek hizmetlerinin dost ve müttefik bir ülke tarafından karşılanması, bunun da ihale usulü ile olmasını önerdiğinde, tasarı ortak kurulda çoğunluk oyu ile kabul edildi. Söz konusu askeri destek ihalelerinde arslan payını Türkiye’nin alması kaçınılmazdı. Bu konuda Türkiye’nin gizli görüşmeler sırasındaki tutumu; Alman Ulusu’nda Birinci Dünya Savaşı’nın hatıralarının hala çok canlı oluşu, Yukarı Yamuklar Beldesi’nin kardeş belediyesi Gelsenkirschen’in Berlin’deki lobi faaliyetleri etkili oldu.

Yüzlerce ufak müheahhit, sanayi kuruluşu, sanayi sitesi birlikleri [3] sayıları binlerce olan, yeme içme, nakliyat, giyim kuşam tedariki gibi ihalelere girip kazandılar. Böylece, savaşmak bir daha eskisi gibi olmadı...
...

Hava Yüzbaşı Heinz Wilfried von Augensteinab günün bu saatinde oldukça tenha yemekhanenin leş gibi pencerelerinden dışarıya göz attı. Pis, ince bir yağmur sabahtan beri kesilmeden yağıyordu. Samsun 216 paketine eli gitti. Son sigarayı çıkardığını gören İkram Usta’nın yamağı Nazilli’li, çay ocağından yay gibi kopup ateş yetiştirdi ve bir nefeste:“adaçayıişçenmikomtanım?”.

Yavaşça yükselen dumanı seyrederken duvardaki postere takıldı gözü. Resim altındaki yazıyı hecelemeye çalıştı. Seviyordu Türkçe okumayı… Süü-perstar Aj-daa Pee-kan. “Ulan; taş gibi, biraz kart, ama bizim Marlene Dietrich eline su dökemez onun” diye geçirdi içinden. Hemen yandaki resim daha da kıyaktı. Sırt çantalı bir grup genç kız kırlık bir alanda yürüyor, altında da “delikanlı kızlar için… Hozi – Dağda Bayırda Hozi Kullanıyoruz – İçimiz Rahat” yazıyordu. Bu Hozi herhalde yürüyüş malzemeleri markası falan olmalıydı. Hani şu dağcılık ayakkabısı, sırt çantası, ıvır zıvır yapanlardan. En arkadaki beyaz pantolonlunun kıçı da hiç fena değildi. Tam o anda, midesindeki yanmayı hissetti ve gürültüyle geğirdi. “Yemeyecektim içli köfteyi!”
Görevden geç döndüğü için öğle yemeğini kaçırmış, bir buçuk Adana söylemişti. Çok aç olduğundan önden de, Antepli garsonun ikramı içli köfte ve fındık lahmacunu reddedememişti. Aslında, böyle sabah görevleri öncesi fırına tırnak pidesi söylüyor, tulum peynirli, maydanozlu dürüm yapıp onu atıştırıyordu.

Karnındaki sancıyı unutup, dikkati dağılsın diye, uzakta belli belirsiz görünen uçağını seçmeye çalıştı. Gıcır gıcır bir Messerschmitt Me-1099’du bu. İki motorlu ve biraz hantal görünmesine rağmen atölyedekilerin deyimiyle “kemikli” idi. Kaporta sorumlusu Hamdi Usta’nın birkaç kere ondan “hele bizim yaprak sarmaya, hele” diye bahsettiğini de duymuştu. Sarmayı o da seviyordu evet, ama bu lanet şey uçarken biraz hantaldı sanki. Neyse; zararı yok. Savaş epey tavsamış, özellikle bulundukları sektör iyice sakinleşmişti. Gelecek ay iznini Antalya’da kullanmayı düşündü. Yağmur kesilmiş, gökyüzü pırıl pırıldı. Midesindeki ağrının geçtiğini fark etti…

İyi uykular,

[1] Dr. Theodor Morell (1886-1948). Adolf Hitler’in özel doktoru. Pratisyen hekim olarak kariyeri olmasına rağmen, Morell savaş boyunca sürekli yaptığı enjeksiyonlarla Hitler’in sağlığının git gide bozulmasına sebep olan bir şarlatan olarak tanımlanmaktadır. Hitler’e ne de başkalarına açıklamadığı ve tümüyle doğal içerikler ve vitaminler den oluştuğunu söylediği bu karşımların bu gün Potasyum Bromid, Amfitaminler, Morfin, Testosteron, Karaciğer ve boğa testisleri vs gibi maddeler içerdiği biliniyor.

[2] Dişilerde bulunan üç ana östrojenden biri. Menaş ile monopoz arası dönemde daha etkindir.

[3] İhalelerin bir bölümü de cephe birliklerinde yapılacak hafif tamirat faaliyetleriydi.


Edited By Miki

(Model 1/72 Revell)


Güdül'üm

Gereksiz turistik seyahatleriniz oldu mu hiç? Benim var. Öyle bir tane falan da değil. Sevdiğin insanların pek övdüğü yerlere gider, bir de bakarsın ki, senin kafandaki bazı kavramlar ile onunkiler arasında diametral bir husumet varmış aslında. Bazen de gazetelerin Pazar ekleri geyik tanrısına kurban eder seni. "Ebesinin dibindeki saklı cennet: Kazuratkaya!” türü yazıları okuyup kendini farklı yerleri keşfe çıkan seyyah olarak görürsün. Bir heyecan, bir heyecan. Sanki, El Dorado’yu tarif etmiş sana o yazıyı yazan. Bilmezsin ki aynı yazıyı o pazar bilmem kaç bin avanak daha okumuştur. Devrisi hafta sonu bir daha gazetelerin yarım akıllı akıl verenlerine inanmamaya yemin edersin.

Yaz başlarında bir ara, durup dururken bize de rahat battı. Hem gidip Ankara’da oturan akrabaları görürüz, hem de bahçelerindeki meyveleri talan ederiz diye İstanbul’dan kalkıp “Güdül”e gittik. Burası, güzide Başkentimize doksan kilometre uzaklıkta bir orta Anadolu kasabası. Sakarya’nın kollarından Kirmir’in aktığı dar bir vadi boyunca ilerleyerek ulaşılıyor. Çayın kıyısında, bir kum ocağında terk edilmiş sallama kepçelere rastlıyoruz. Çok güzeller. Durup fotoğraflarını çekmemek olmaz. Miki'ye emeklilik evimizi yapacağımız yer civarına bu tür paslı iş makinelerinden bir miktar serpiştirmeye söz veriyorum. Evi bunlara göre tarif edeceğiz.


–“O, 1962 Bucyrus Erie’den sağa dön. Hah, biraz gidince, karşına filizi yeşil bi...”

Güdül bir zamanlar oldukça hareketli olan yün ticareti uzun süre önce tavsayınca yoksullaşıp unutulmuş. Aslında; doğa, moğa idare eder. Eder de… Bu ve benzeri silik yerleşimlerinde var olan bir tür kompleks var havada. Toplam nüfusu on bini geçmeyen garip yere girişte TOKİ tarafından yaptırılan, kimin oturacağını pek anlayamadığım çok katlı konutlar yapıyor. Halbuki ortada pek alan sorunu yok, yassı Orta Anadolu tepeleri göz alabildiğine uzanıyor her yönde. Ama Güdül Belediyesi tarafından bastırılmış tanıtım şeyinde [1] ilçeye yapılmasına, Sayın Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından verilen talimatın sebep olduğunu öğreniyorum. Boşuna günahlarını almışım Güdül’lülerin. Modern ve tıkışık yaşamın merkezine ışık yıllar mesafede olsa da, uyanık bir belediye başkanının iktidarın nimetlerinden nasıl kıyasıya yararlandığı ve çarçur ettiği apaçık. Zaten, “eser”in içindeki gazete küpürlerinde bu “gerçek” arsız bir gururla deklare ediliyor.

Hafta sonunu geçireceğimiz yer gayet hoş, büyük eski bir ev. Eşyalardan kurtulduktan sonra ilk iş bahçedeki kirazları keşfe çıkıyorum. Biraz ufak olmakla beraber; eh, potansiyel var. Boşuna gelmemişiz o kadar yolu. Bizim akrabaların akrabaları ve arkadaşları da gelmiş Istanbul’dan (Aaa ne güzel, böyle yerlerin tadı kalabalıkla çıkar elbette). Biz, akrabalar, akrabaların akrabaları ve arkadaşları yine de dolduramıyoruz evi. Bu arada, ev sahiplerimiz vakit teyze ve “az müsaade et” beyamca ile tanışıyorum. Vakit teyze, hakkaten hoş ve tatlı bir hanım. Mangalda közlenmiş patlıcanla bizlere akşam bir iki figür göstereceğini de öğrendiğim için daha bir sevgi kabarıyor içimde vakit teyze’ye karşı. Amca, “tot homines, tot sententiae” [2] deyişini haklı çıkarırcasına devamlı fikir beyan ediyor. Onun nedense birden fazla kanaati var her konuda. Bunca lafın arasında, yararlı bilgiler de veriyor. Dedesinin ve babasının meyve bahçesinin köşesinde gömülü olduklarının söylüyor. İlgi ile, hangi köşe olduğunu öğrenip, aklımın bir köşesine not ediyorum. Geldiğimizden beri devamlı bira içiyorum çünkü. Hava karardıktan sonra bahçeye işemek gibi bir planım var. Bu sevimli beyefendi’nin atalarının üzerine yapmak istemiyorum doğal olarak.

Biraz dolaşmaya çıkıyoruz. Bakımlı ve temiz sokakları, evleri çabucak geçip, kasaba’nın merkezine ulaşıyoruz. Tahmin ettiğim gibi bi bok yok. Bir kahve, bir büyücek bakkal, kasap falan filan. Kahve’nin önünde bir amca, hemen hemen herkesin bahçesinde en az birkaç kiraz ağacı olan bu kasabada kiraz satmaya çalışıyor. Orta Anadolu İnsanı'nın bu kararlılığı yüreğimi sevinçle dolduruyor.


Eve dönüp, mangalda pişen ne varsa silip süpürmeye kararlıyım. Yemekte, “az müsaade et” amcanın yanı münasip görülüyor. Ama, bu zorlu görevi Efes Biracılık ve Malt Sanayii’nin yardımı ile atlatıyorum. Biz yemeğe devam ederken, Ankara’dan başka akrabalar geliyor. Arabalarını yemek yediğimiz açıklığın içine kadar sokup, masanın hemen önüne park ediyor cihazın idaresinden “sorunlu” akraba. Herhalde Burdur 58. Piyade alayı’da sabaha doğru intikal edip, evin önündeki açık alanda konuşlanacak. Yemekten sonra, kahve faslı da sona erince, ezilmeden sağlimen kendimizi odamıza atıyoruz. Çok şükür bizim başımızı sokacak bir odamız var! Toplumun geri kalanı nerede kalacak sahte kaygısına takılmadan uyumaya çalışıyorum. Gece tuvalet yolunda, holde “az müsaade et amca” gürültüyle bana tuvaletin nerede olduğunu anlatıyor. Hemen tuvaletin yanında, holde bir kerevette uyuyor o da. Uyku sersemi, hades’i bekleyen cerberus gibi olduğunu düşünüyorum.

Ertesi sabah kahvaltıdan sonra, akrabaların hepsiyle vedalaşmak çok zaman alacağı için ortaya bir hoşçakalın patlatıyoruz. Amca bize güzel leblebiler hediye ediyor. Leblebiler ve bol miktarda kirazla mücehhez arabamıza binip ayrılıyoruz oradan.

Saygılar sunarım,


Güdül’üm
Küçüklükte Başkentin birincisi,
Güzellikte Türkiye’min tek incisi,
Kenetlenmiş, sağcısı, solcusu, dincisi,
Sümbüllerle Kekiklerle kokuyor Güdül’üm…

Beypazarı dır önü, İstanbul yolu arkası
İyi ki yok, iyi ki yok, sanayisi, fabrikası,
Burada yaşanır Anadolu kültürünün hası,
Sapanlı’yla, Karacaören ile bakışır Güdül’üm...

Başka güzel, üç beldesi, yirmiüç köyü,
Dağlardan, yeraltından çıkar suyu,
Dürüstlük, mertliktir, insanının huyu,
Tarihinle, soyunla yolun çakışır Güdül’üm…
Batı ülkelerine özenmedi, özenmez,
Yaktığı Cumhuriyet ateşi asla sönmez,
Yeşilidir yatırımı, bu yoldan dönmez,
Yeşil, bir ilçeye bu kadar yakışır Güdül’üm…

Kırları kekik, sokakları leblebi kokulu,
Oksijen deposu, bozulmamış dokulu,
Türk kültürünün son okulu,
Secdan yürekten yüreğe akışır Güdül’üm…

Göletlerinde lezzetli sazanın var,
Mis kokulu pekmez kaynar kazanın var,
Nizo diye değersiz bir ozanın var,
Sana her güzellik yakışır Güdül’üm…

Nizamettin ÜNLÜ


[1] “Şey” dememek lazım aslında. Magentası fazla kaçmış renkli resimlerle bezeli falan altmışdört sayfalık bir “eser” bu. İçinden bir de “Güdül Kültür ve İnaç Turizm Haritası” çıkıyor ki, eser onsuz zaten tamam olamaz. Olmamalı da. Detaylı olarak incelemek bir vatandaşlık görevi benim için.
[2] Ne kadar insan varsa, o kadar kanaat vardır.

Edited By Miki

Ağustos 21, 2009

Vallaha mı?

"Vallaha mı?” derken, önündeki ahşap kaptan bir şeyler avuçladı yanımdaki hayvan. Elindekinin ne olduğuna bakmadan ağzına atıp çiğnedi sonra. Kadıköy’de bir ara sokak birahanesinin sokağa atılmış masalarında oturduğumuza göre, herhalde kuru yemiş. Hoş, keçi boku ya da çelik bilya bile olsalar bakmadan ağzına atıp öğütebilirdi. Ayaklarını her sabah o, tuhaf uçları hafifçe kalkık et rengi pabuçlarının içine zorla tıkıştırdığına emimin. Bence, nal çaktırsa daha iyi olur.
Ne konuştuklarına dikkat etmiyorum pek. Nasıl olsa, Şanghay Borsası’nda beklenen sert düzeltme hareketinin yatırımcıları ne kadar rahatsız edeceğini tartışmayacaklar. Ama belki de, Euthyphron ve Sokrates’in Kadıköy’de cisimleşmiş halleridirler. O, “Vallaha mı?” bir anlık kaymadır. Bunu hiç öğrenemeyeceğim.
Euthyphron – Ne o, Sokrates? Nasıl oldu da Lykeion’daki konuşmaları bırakıp buraya,”Kral Kapısı”na geldin? Senin de benim gibi “Arkhont Kral” önünde bir davan olacağına bir türlü inanamıyorum.

Sokrates – Euthyphron, benim işime Atina’da pek dava denmez. Beni ağır suçtan kovuşturuyorlar.

Euthyphron – VALLAHA MI?

Gözüm tam önümde oturan ve öğrenci olmaları gereken güruha kayıyor. Kıçı bana dönük oğlan belli ki, küçük yaşlarda başlanmış bir karbonhidrat rejimi hala inatla uyguluyor. Ucuz, kolları sökülmüş bir blucin mont var üzerinde. Montun sırtına birileri tükenmez kalemle şeytana benzeyen bir yaratık çizmiş, sınırları belirginleştirilmiş dudakları kıpkırmızı. Bu haliyle bluminia’lı Zeki Müren’i andırdığını eğilip söylesem mi? Fikir hoşuma gidiyor, gülmeye çalışıyorum, ama olmuyor. Oğlanın neşeli sefaleti içimi burkuyor. Yanındaki zayıfça kızın ensesi çocuk gibi tıraş edilmiş; sert, siyah kıllar var ensesinde. İnce, kötü kumaştan pantolonunun sıyrılan kısmından bu sert siyah kılların devamını görmek zorunda olmak ne fena. Daha çok bira içmeli. Bir de, gizli işsizlerin bunlar mı, yoksa, loş lokantalarda tüm işi masalara sessizce yaklaşıp, maharetle kül tablalarını değiştirmek olan komi çocuklar mı olduğunu düşünmeli uygun bir zamanda.

Akşamın erken bir saati, hava aydınlık. Dikkatimi toplamaya çalışıp bu dar sokaktan geçen sayısız insana bakmaya çalışıyorum teker teker. Gençten olanlar inanılmaz şekilde birbirine benziyor. Çocuk Esirgeme Kurumu’ndan giydirilmişler ve orada tıraş oluyor gibiler. Farklı olabilmek için niye bu kadar aynı olmaları gerektiğini anlamaya çalışıyorum ama, bu kafayla zor.

Büyücek olanların bir kısmı daha bir insana benziyor sanki. Önümden geçen beyaz gömlekli herifin omzuna “3G” yazısı işli. Yazının sınırlarında çeşitli renkte şeritler var. Kısa kıvırcık saçlarının üzerine itilmiş güneş gözlükleri olan, özelliksiz bir hıyar bu. Belki de, görüntülü cep telefonu ile Devrek’teki halaya kahve falı baktırmamızı, fırındaki börek çöreğin durumunu öğrenmemizi sağlayan icadın mucidi geçiyor önümden, bilemiyorum. O icat ne kadar anlamlı ise bu herif de o kadar anlamlı sanki. Çıkan hafif serinlik hepsini siktir ediyor kafamdan. Masaların arasından kıvrakça kurtulup hesabı ödüyorum. Gidip ciğer yiyeceğim.

Fotograf : BvP