Emsallerine faiktir

Ekim 28, 2009

Ortaklar'dan Beriye

Uzun zamandır Batı Anadolu’daki taş toprak, özellikle de tapınaklar hakkında yazmak istiyorum aslında. Gel gör ki, her şey çok karmaşık, ben de oldukça cahil ve üşengeç insanoğullarındanım. Eh, ilim ehli de olmadığımızdan, tümünü zihin ishali olarak nitelemek de mümkün.

Yaz aylarında tatile gider kentli. Bütün yıl çalışmış yorulmuş. Eh, kentli okumuş/okumamış/okumuş da, kendini biskim sayanın esas hedefi güneş altında götü devirip yatmak, gürültülü müzik ve alkol eşliğinde eşşek gibi tepinmek, hatta, yazının konusuna hürmeten adı ile sanı ile söz etmeyeceğim terbiyesizlikler (Allah sizi inandırsın, sabaha kadar…!) olsa da, ortada bir de, kaldırılması gereken “kültür” cenazesi mevcuttur. Cenaze efradından bu hanım ve beyler eski kent veya ören yeri girişlerinde şort ve lastik terlik eşliğinde tespit edilebilir. Genellikle bir takım optik kayıt cihazları da eşlik eder şort terlik ikilisine. Ama şimdilerde cep telefonu adlı başka bir cihaz da aynı işi görüyor.[1] Bir, bilemedin iki saatlik bir tenezzühten sonra, “nasıl yapmışlar a..a koyim”, “buralar hep çok eski ” tarzı yorumlar ve görevini tamamlamış insanın ruh huzuru içinde, yöreye gelişin esas amacına (deniz-güneş-kum-cinsi münasebet) hicret edilir. Allah’ıma şükürler olsun ki; şu eski adamlar nedense hep havası suyu güzel, güneşi parlak yerleri mesken tutmuşlardır da, kolay tarafından birkaç saatliğine kültürel ibadetini eda edebilirsin.

Ege Bölgesine yapılacak her gezinin sırat köprüsü, Ortaklar adlı hiç bir özelliği yokmuş gibi görünen silik kasabadır aslında. [2] Düz, doğuya devam edersen o yol seni Aydın’a, Nazilli üzerinden iç Ege’ye götürür. Buralar da iyidir iyi olmaya da, gel gör ki, yolculukta gri pamuklu eşofman altı g-string, deniz kenarında acaip bikiniler ve pareo ve üçgeli telefon ve feysbuk’la mücehhez karıların rotası değildir maalesef. Onlar ve sen Ortaklar’dan Söke’yi sağınıza alıp Bodrum’a, veya annesi ile seyahat eden yirmili yaşlarının sonunda geçkince bir kız isen, Denizli Lisesi’nden emekli öğretmen dayının Didim Mavişehir’deki yazlığına gidiyorsundur. Yolculuğunun Söke’den ve çıkışında sana bir takım pılı pırtı kakalamaya yönelik kümes benzeri yapıları [3]geçtikten sonraki bölümü, üzerinde hafifçe yükseltilmiş bir kara yolu yer alan pırıl pırıl, derli toplu ovada süratle cereyan eder. Burası “Büyük Menderes Ovası” dır işte.

Neler yoktur ki burada: Söke’den batıya, denize doğru uzayan Mykale Dağı eteğindeki insanı dumur edesi Priene, şimdilerde ovanın ortasında kala kalmış, bir zamanların limanları ile ünlü Miletos, ana yoldan uzakta, gidilemeyesi, fakir Myus ve Ionia denen yerin en güneyindeki Didyma. Bugünkü Didim hali insanda nefret uyandırmakta, hava bombardımanı sonrası Dresden’i andırmaktadır ya, oralarda yazlığı olan ortalama salaklıktaki biri bile Apollon Tapınağı’nın Batı Anadolu’daki en görkemli yapılardan biri olduğunu tespit edebilir (Benim naçiz görüşüm, Sardeis’deki Artemis tapınağının etkileyicilik açısından bu yapıya on basacağıdır ama şimdi bundan söz edersem, yazlıkçıların küçücük akılları iyice karışabilir diye susarım hep).

İnsanların ellerinin altında yer alan tüm bu muazzam yapı gruplarına, barındırdıkları karmakarışık, çetrefilli geçmişe ilgisizliklerinin acaba kavrayabilecek donanıma sahip olmamalarından mı, yoksa harcıalem öküzlükten mi kaynaklandığını merak eder dururum.
Antik bir yerleşimin çoğunlukla en önemli ögesi olan tapınağı nasıl algılar ortalama ziyaretçi, neleri görür? Oradaki taş yığınından neleri öğrenir? Nasıl etkilenir? Yapı grubunun hemen yanında yer alan çoğunlukla iki ayak üzerine çakılmış tanıtıcı tabeladaki bilgiler ona bir anlam ifade eder mi? “Exedra” desem, “antefix” desem “anama küfretme puşt!” der mi ? Yoksa ben de mi bir şeyler yazıp anlatmaya çalışsam? Hayır nedir yani?




[1]Hayır. Ulan, nedir bu kayıt merakının hikmet-i maddesi? Tarihi fonda olması neden önem taşır? Neden hep sütunların, dikey ögelerin önünde ve/veya onlara sarılarak çektirilir bunca fotoğraf? Fallik öge tutkusu ile ilişkilendirilebilir mi? Günümüz davranış biliminin cevap veremediği sorulardır bunlar.
[2]Belki vardır, belki yoktur. Bilemem. Ama bana hiç de öyle, yaşamımın geri kalanının geçirmek isteyeceğim bir yer gibi gelmez.
[3]Anadolu’da kentin dışına atılmış genelev veya pavyon komplekslerini andırır bu yapılar topluğu. Adana’da şehrin dışında, portakal bahçeleri arasında uzaktan görünen sevimli genelev mahallesi makro planlama adına daha güzel bir örnek mesela. Bu konuda başka yaklaşımlardan biri de çevre il ve kasabalardan ulaşım kolaylığını dikkate alarak, ulaşım ağları yakınına yerleştirmek. İzmir’deki gibi.

Edited By Miki,
Fotograflar : BvP

Ekim 25, 2009

Thank you for Smoking

Genişletilmiş cigara yasağı bir süredir tam gaz. Son Türk Devleti beni otoyolda boğulmaktan koruyamıyor olabilir ama, iş yerimde tütün içmemi yasaklayarak, benim adıma “dumansız günler” vaat ediyor. Trafik kazalarında, sel baskınlarında, düğünlerde sıkılan kurşunlarla telef olacak yurttaşlarda akciğer sağlamlığı şartı aranacak gibi kaçıyoruz o öcüden. Siktirici Türk filminde, kötü adam kahverengi uzun bir şeyi ağzına almış iştahla emiyor ama göremiyorum ne olduğunu (tam o nokta, daha doğrusu noktasal değil sansürlenen alan. Hafifçe ovalimsi oluyor. Geometrik bir hassasiyet var orda). Aklıma, yetişkin insanların ağızlarına almaktan keyif duyabilecekleri birkaç şey geliyor, gönül acıları içinde kıvranıyorum, acaba hangisiydi diye. Oysa, şimdilerde evlenmemiş genç kız zeker görmesin hassasiyeti gösterdiğimiz cigara ile ne kadar içli dışlıydık yakın zamana kadar. İnsan evladı puşt işte böyle, satar dostlarını şeyini…

Bin dokuz yüz yetmiş dörtte bir Almanya yolculuğunda, uçakta dağıtılan yemek kutusunun içinden, beşlik küçük bir paket cigaranın da çıktığını hatırlıyorum. Yetmişler güzeldi hakkaten; erkeklerin favorileri ve gömlek yakaları uzun, kemer tokaları nah kafam kadar, porno dergilerde kadın kukuları tıraşsızdı. Arabalarda emniyet kemeri falan yoktu. On sekiz yaşından küçüklere içki de satılırdı cigara da.

Yabancı dergilerde cigara reklamları gırla giderdi. Dünyanın bu ıssız köşesinde reklamı yapılmaya değer cigara üretilmediğinden mi? Yoksa, “ulan, zaten şu ürettiğimiz boktan sigaralara mahkumsunuz, reklam yapsak ne olacak sanki? Koyayım götünüze rahvan gidin” bakışından mı olduğunu anlayamadığım bir nedenden ötürü, Türk cigaralarının reklamı olmazdı. Sadece Camel reklamlarının bir yerinde “Türk tütünü de kattık işte biraz ” falan türü bir şey yazardı. Hepimiz bilirdik ki, dünyanın en iyi tütünleri Türkiye’de bir de haritada yerini gösteremiyebilir olsak da, Vircinya’da yetişir.

İyiydi bu reklamlar. Erkek dergilerinin içlerinde, haftalık haber dergilerinin arka dış kapaklarında, her yerdeydiler. Zaten, yetmişlerde Türkiye’ye ne dergisi gelecek ki? Almanya’dan gelenlerin elinde Bol resimli “Stern”, biraz entelektüel geçiniyorlarsa, “Der Spiegel”. Amerikan pazarlarında, lüks erkek berberlerinde, zengin bebelerin zulalarında bolca bulunan “Playboy”, “Penthouse”, “Oui” gibi erkek dergileri. Bunların içinde en düzenbaz, puşt olanı Playboy’du. Ulan göstereceksen adam gibi göster işte. Ama hayır. Riyakar bir rafinelik poşetine sokacaksın illa. Orta yaşlı Abazalar “çok güzel interviular var, ondan alıyorum. Vallahi Aşağı Misisipi Devlet Üniversitesi öğrencisi Bobbi Sue Coleen’in götü için değil” desinler diyeydi her hal.

Rothmans ve Dunhill size rafine, kentli ve kalburüstü bir dünya sunarlardı. Rothmans reklamlarında karı kız pek olmaz ama illa bir pilot, kaptan, kaptan pilot (her ne boksa) centilmenin, hah; onun sırmalı kol yenleri görünürdü. Bir de tabii cigara. Bu kol yenlerini kah bir jet uçağının gaz kollarını iterken, kah üniforma ile kontrast oluşturacak renkte bir –illa spor– arabanın pencerelerini tutar vaziyette görürdük. Bir liderdi o, dünyayı dolaştığını bilirdik. Bangkok’ta ossurur, daha koku geçmeden Karaçi’de olurdu. Karı kız olmazdı dedim ama, sanırım yine de örtük mesaj, “Bi Rothmans bi de ticari jetlerde yirmi yıl… (yenlerde genellikle dört şerit olurdu çünkü) Gör bak, Saygon’dan Montevideo’ya vurulmadık mal kalıyor mu?” idi.


Dunhill’de durum başkaydı. Dunhill erkeği öyle maymun gibi ordan oraya koşturmaz, Birleşik Krallık’ta geçirirdi günlerini. Arada seyahat etse bile, en lüks otellerde uzun kahvaltılar ettiğinden, hamamından olsun, oda servisinden olsun bolca yararlandığını bilirdik. Kahvaltı sonrası cigarasını yakmış olurdu. Fakat o kahvaltının ve cigaranın sevişme öncesinde mi yer aldığı ya da, hemen sonrasında mı gerçekleştiğinden emin olmazdık. Fakat emin olduğunuz, aynı karede yer alan hamfendinin tavrındaki “verdi verecek”likti. Sonra, seksenlerde doğru rahatı kaçtı bu İngiliz züppenin. Yok mentollüsü, yok layt olanı, mavisi, yeşili. Deri çantaydı, parfümdü derken bokunu çıkardılar o mücevher gibi güzelim kutunun. Zaten, o da yaşlanıp prostat ameliyatı oldu herhal.

Mücevher gibi kutu deyince akla hep JPS “John Player Special” cigarası gelirdi. Araba meraklıları arasında bir efsane olup, öyle reklamı falan da olmazdı ortalıkta. En büyük Formula 1 ekibi sponsorlarından biriydi. Siyah yarış arabaları üzerindeki altın yaldızlı “JPS” amblemi dumur eder, bu dumurun hasadı da yeterdi bay John Player’e. Züppeliğin, avamlığın esamesi okunmazdı bu markada, gıcır gıcır parlak siyah ve altın yaldızlı JPS uçağında Formula 1 pilotları karıları toplayıp alem falan yapıyorlarsa; eh, o da onların bileceği işti. Bugün Pakistan’da hala çok tutulan bir sigara imiş. Ben Türkiye’de yetmişlerde ortalıkta satıldığını hatırlamıyorum. Belki bayram ziyaretlerinde misafirlere tutulan kristal şekerliklerdeki yabancı sigaralar arasında görmüşlüğüm vardır.

Ama, beyaz ve uzun Kent epey yaygın şekilde satılırdı. Ya da sokaklarda mebzul miktarda bulunan ve adlarına “tombalacı” denen eşhasla muhatap olurdun. Yok, bunlar hakkaten tombalacı. Tavşana niyet çektirenler gibi onlar da ayrı bir meslek erbabıydı. Tombala kartonuna benzer fişlerden bir tane alır, sonra da yallah, daldırırdın elini torbaya. Bir yada birkaç tane –pazarlığa tabiydi- numaranın tutturulması halinde isteksizce toka ederdi paketi. Bu tayfanın devrin modasına uygun bol paçalı pantolonları ve ince naylon çorapları olurdu ki, sigaralar çorap ile ten arasında bölgede, çorabın genişleme kabiliyeti ile orantılı miktarda zulalanırdı.
Kent erkeği de, karıya kıza meraklı olduğu gibi değişik hobileri de olan, amaca ulaşmak için her yolun mübah olduğunu düşünen biriydi. Bazen model gemi  olayına giriyor, kah rap’çı, kah zenci bir pezevenk kılığında. Fransa’ya zıplıyor, velhasıl; neticede o da kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Bu markada özel vurgu sürekli olarak uydurma bir “micronite” filtre olayıydı. Muhtevası bildiğimiz mangal kömürü olan bu dehşetli özellik için 1952 – 1956 arası kanserojen mavi asbest kullanılmış olduğunu belirtmeyi hep unutuyordu puşt.
Bilimsellik olayının bokunun çıkarıldığı reklamlar gördüğümü hatırlamıyorum yetmişlerde. Bu furya, yani: Hekimlerin hususen tavsiye ettiği belli markalar, ağzında sigara ile mikroskopla araştırma yapıp ahkam kesen bilim adamları falan maalesef ellilerin sonunda kalmıştı. Benim zamanında ceket yırtılmış, sağlık falan pek kimsenin umurunda değildi. Hemen herkes, “yıllardır köpek gibi içiyoruz bu boku, şunun şurasında üç günlük ömrümüz kaldı, köşeden bir paket cigara alalım da, körpe ceylan etine katık edelim hele emmi” derdindeydi. Kantarın topuzu iyice kaçmış; öyle ki, “Bi üfleyin ağzına yüzüne, nah şuraya yazıyorum. Sizi köpek gibi takip etmezse…” türü reklamlar almış yürümüştü. Zamanın kadın dernekleri doğal olarak tepki göstermemiş. Bu reklamda, aşağılanan, ezilen erkekler elbette. Her duyduklarına inanan amsalaklar olarak gösteriliyorlardı.

Fakat arkadaş, iki cigara kahramanı vardı ki, bunlar karıya kıza zerre kadar ehemmiyet vermiyorlar; günleri dağda çayırda at üstünde sığır götü seyrederek, cip, motor üstünde dere bayır geçerek değerlendiriyorlardı. Marlboro adamı daha bir tutucuydu. O Kuzey Amerika’nın geniş düzlüklerinden dışarıya çıkmıyor, bunaldıkça vuruyordu cigaraya. Herhalde köyünde karı kız dalgasından gurbete düşmüştü. Ama, işin içinde bir ibnelik oduğunu daha o zamanlar hissetmiştim ben.

Diğeri ise Camel adamı. Onun da karşı cinsle ilişkilerinde yaşam boyu bir başarısızlık seziliyordu. Ama, belli ki daha bir mürekkep yalamış ve paralı olduğundan oraya buraya gidiyor, Piramitler, Amazon ormanları falan hep arşınlıyordu. Deniz kıyısında karılar bakıp iç geçirirler ama takılmazdı o. Zekiydi de namussuz. Deve olayı ile bağlantılı, hoş sevimli şakaları vardı. Taa çok sonraları, Mısır’daki deve çobanları, Amazon’lardaki pigmelerle bir yere varılamayacağını anlamakla, motoru neyi satıp bıyıkları kesti, insan içine çıkılabilecek hale geldi de cinsel hayatı düzene girdi fukaranın.



Parliament erkeğini de incelemeyi düşünüyordum ama yazı çok uzuyor. Zaten, akşamüstleri, tam karanlık basarken faytonla New York sokaklarında avlanan bu hıyarın yöntemleri o kadar yapay ki, içimden gelmiyor. Onu da siz yapıverin.

Artık sigara reklamları yapılmıyor elbette. Onun yerine ellerinde mikrofon süpermarket rafları arasında dolaşarak şarkı söyleyen orta yaşlı teyzeler (Tansaş), çamaşır yumuşatıcısının kokusuna tav olmuş, oturup şişesini koklayan oğlanlar (Vernel) falan var. Allah’ıma şükürler olsun beden sağlığımız garanti altında. Akıl sağlığının mı? Koy onun götüne. Yalnız; arada sırada bay ve bayanların filmlerde ağızlarına bi şey aldıklarını görüyorum, ona bir mana veremiyorum.


Edited By Miki,