Emsallerine faiktir

Şubat 25, 2015

Kadıköy V / Rüknettin Güney

Kadıköy Halkevi | Mimarın Plaketi
Genelde yazı yazmaya bu kadar ara vermiyorum. Kafamda yazacak şeyler, beyan edecek fikirler filan, hep  oluyor. Zaten edecek bir ki çift lafımız olduğu için soyunmuyor muyuz bu işlere? Ama bu defa ne olduysa oldu Neymiş, 3 dil biliyormuş bu monşer aday, biz tercüman aramıyoruz, ülkeyi yönetecek adam arıyoruz” denildiğini duyunca aslında kimsenin benim akıllarıma fikirlerime ihtiyacı olmadığı, hemen herkesin cehaleti ve “akıllı telefon”u ile mutlu olduğu gerçeğini fark ettim.  Ulan; üç dil biliyor olmak, ülkenin dışında ciddiye alınmak, saygı görmek  önemsenmiyordu bu ülkede, Titan II roketinde oksidizer için azot tetroksit, yakıt olarak da Aerozine50 kullanılmış olduğunu anlatmak isteyen birinin söyledikleri kimin umurunda olacak-tı ?

Kadıköy Halkevi  | Proje Maketi | Arkitekt 1938

Sonra… Sonra,   üç dil bilmesem de mesela Kadıköy ile ilgili anlatacaklarımın bitmediğini, edecek epey lafımın olduğunu hatırladım.  Mesela en son, hayatını Rubiaceae  familyasından bir bitkinin kavrulmuş tohumlarının satarak idame ettiren  adamcağız ve onun -muhtemelen- yapacak daha iyi işleri olmadığı için babalarının yanında işe girmiş erkek çocuklarından bahsediyordum.  Bu kadar anlatınca da, yapıldığı tarihte büyük ihtimalle epey sıradan, mütevazi  olan ve çevresi genişçe bir bok yığınına  dönüştükçe  bu işlere meraklı olanlar gözünde değer kazanan o yapıdan yukarı, şu meşhur boğa heykelinin oralara  çıkmak lazımdı. Ancak; maalesef anlatacaklarım bırak  yedi düvele nam salmış Osmanlı “medeniyyeti” ile ilgili olmayı, Selçuklu bilmemnesi  ile ilgili bile değil. Yani,  karar sizin.
Sol boynuz yönü halen araç trafiğine açık ve bu pis keşmekeş hayvanın kıçına doğu kıvrılıp, tepenin öbür tarafına devam ediyor.  Sağ taraf ise içten yanmalı motorlara memnu, ve fakat homo sapiens’e açık. Tahmin edileceği gibi bu da başka bir pis keşmekeş.  Ancaaak, sıkıntıya yeterince göğüs gerilirse ilginç bir şeyler görme olasılığı da var elbette .  Hem,  [çokafedersiniz Latince] boşuna mı Magna  Labores , Magna Premia”  denilmiş?

Süreyya sinemasından yukarı, yakın geçmişin o acayip ve pejmürde “Makdonalds Parkı”na  doğru çıkarken, öndeki bahçeye benzeyen bakımsız boşluğun ardına dikkatle bakılırsa uzun yıllar önce eli yüzü çok düzgün olduğu her halinden belli bir kütle göze çarpar. Şimdilerde pudra renkli cephesi ve ucuz ruj pembesi söveleri ile çaresiz bir orospuya benzeyen bu güzel yapı bir zamanların görkemli Kadıköy Halkevi’dir.
Kadıköy Halkevi | 2012
İstanbul Halkevi’nin 1935’de lağvedilmesiyle Eminönü, Şehremini, Beşiktaş, Beyoğlu, Üsküdar ve Şişli ile birlikte kurulur [1].  Önceleri Bahariye, Gül sokakta kiralanan konakta faaliyettedir (Malkoç:99). Anlaşılan Kadıköy ahalisinin Halkevlerine hücum edip , tıklımbasa doldurmaklığından mütevellit kısa süre içinde  yeni bir yapıya ihtiyaç duyulmuştur ki,  projeleri Ocak 1938’de teslim edilmek üzere bir proje yarışması düzenlenir. Aralarında Arif Hikmet (Holtay), Bruno Taut ve Halkevi Başkanı Celal Esat Arseven gibi ağır beyefendilerin bulunduğu jüri incelikli düşünülmüş ve ödül alan diğer iki projenin  “mimari cihetinden ve diğer evsaftan aldıkları not mecmuunun birinci gelen projeden aşağı derecede bulunması[2] nedeniyle gerçekten göz alıcı, zarif  bu  projeyi seçer.  Hah, işte onu tasarlayan zat, 1970’de bu dünyadan göçen (çok merak eden için, 3 Ekim 1970 cumartesi) muhterem Bay Rüknettin Güney.
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten sonra Fransa’ya giden ve mimarlık eğitimini Ecole National de Beaux Arts’da tamamlayan Güney okulu bitirdikten sonra iki yıl kadar  Fransa’da Auguste Perret’in yanında çalışıp, otuzların başında Türkiye’ye dönmüş olmalı. O dönem mesleki eğitimin yurtdışında “ikmal etmiş” her gelecek vaat eden mimar gibi bir süre Maarif Vekaleti Yapı İşleri Bürosu’nda bulunur. Ne kadar sürdüğü bilinemeyen (ne tuhaf değil mi, bir sürü yapısı olan, yaşamının en az on iki yılını Belediye İmar Müdürlüğü’nde geçirmiş  önemli bir mimarın hayat hikayesinde bile bir sürü bilinmez var) süre sonunda  İstanbul Belediyesinde işe başlar.   İkinci Dünya Savaşı sırasında ikinci kez yapılan askerlikle kesintiye uğrayan, görev 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelip,  vali ve belediye başkanı olan Lütfi Kırdar’ın görevden ayrılışı ile 1951’de sona erer.  Şevki Vanlı’ya göre çok duyarlı ve yetenekli olduğu kesin R. Güney’in şansı, kamu mimarisinde tutucu rüzgarlar eserken, çağdaş  görüşlü  Kırdar’ın İstanbul’unda olmak. Talihsizliği ise 1950 ve 1960 yıllarında politikacıların değişmesidir [3] (Vanlı:189). “Çağdaş görüşlü Kırdar’ın İstanbul’u” tamlamasına pek inanmıyor olsam da, sebep-sonuç kronolojisi açısından doğru bir saptama. Hayat hikayesini [4] burada kesip, Kadıköy Halkevi ile devam edeyim: 
Kadıköy Halkevi | 2012
Projenin belirlenmesinden sonra 1939 baharında yapı inşaatı ile ilgili Vali Lütfi Kırdar başkanlığında bir toplantı yapılır. İnşaat işleri ile daha sonra yakında ilgilenen, hatta 10 Temmuz 1939’daki törende temele ilk harcı koyan Kırdar’ın R. Güney ile tanışıklığı bu dönemde artmış olmalı. Lütfi Kırdar bizim mimarın meslek yaşamında çok önemli bir yer tutuyor. Buraya daha sonra tekrar geleceğim.
Yarışma maketinde insanın gözünü alan kütle çeşitliliğinin sunduğu zengin görüntü halen bir ölçüye kadar seziliyor. Düz çatıları, arkadaki kütüphane ve sahne arkasını oluşturan  yarı silindirik  kütle ve diğer basit formlar (benzer geometrik atraksiyonu Holzmeister’in Genel Kurmay Başkanlığında,  Şevki Balmumcu’nun talihsizce iğdiş edilmiş Ankara’daki Sergievi Binasında da, üzerindeki tüm soytarılığa rağmen halen sezmek olası. Ayrıca o dönem yapılan apartmanlarda da sevilen bir motif bu, ana kütleye eklenen silindirik şeyler),  pencere form ve ritmine bakılınca kolayca akla gelen Türkiye’de otuzların önemli modern mimarlık örneklerindendir” yorumu biraz kısa kalıyor gibi. Hani kübist, mübist modern mimarlık ama, bir Enst Egli’nin İsmet Paşa Kız Enstitüsü gibi ders kitabı modern mimarlığı değil. [5] Ne edilse, nasıl tanımlansa diye kıvranırken; imdada dünya durdukça durası Uğur Tanyeli yetişip,  o çok akla yatan ve Güney’in 30’lar 40’lar boyu devam eden mimari retoriğini Fransa’daki eğitimiyle  ilişkilendiren “En başarılı işleri olan Florya Tesisleri, Taksim Belediye Gazinosu ve Kadıköy Halkevi de yine gerçek anlamıyla Modern olmaktan çok, bezemeden arındırılmış klasisist eğilimli yapılardır” saptamasını yapıştırıyor [6] (Tanyeli:86).
Bina 2012 yılına kadar yarısı Mili Eğitim Bakanlığı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi diğer yarısı da Kadıköy  Adliyesi olarak kullanılıyordu. Ben gidip baktığımda adliye henüz taburcu olmuş, “Halk” eğitimi ise artık kimsenin skinde değildi. Mimarın adı yazılı mezarlık mermeri plaket de öyle.
Kadıköy Halkevi | 1940'lar |Orijinal Fotoğraftan Tarama
Oysa, 23 Aralık 1943’de Abidin Daver “Hemşerilik Adabı” , 17 Şubat 1944’de Ercüment Ekrem Talu “Tanzimat’tan  Sonra Osmanlı Sosyetesi”, 18 Ocak 1945’de Ramiz Gökçe “Karikatürcü Gözüyle Dünya” , 30 Nisan 1945’de Ord. Prof. Dr. Fritz Neumark “Harpten Sonra Milletlerarası Ekonomik Münasebetler” , 14 Ocak 1946’da ise A. Davenport “Shakespare” konulu konferanslar vermiş, 26 Ocak 1944 tarihindeki oda müziği konserinde A. Emine Arel, Cemal Reşit Rey, Muhittin Sadak ve Dr. Bülent Tarcan çalmıştı.  Hemen arkasından, 3 Şubat 1944’de Amerikan Deniz Piyadesi  Pasifikteki Kwajalein Atolünü  ele geçirmek için Japonlarla  itişip kakışırken Viyolonist Şef Josef Zirkin  de  Halkevinde konser veriyordu [7]. Dil ve Edebiyat Şubesinden ayrılan Tarih kolu, Müze ile birleştirilmiş, 1943 yılı başlarından itibaren Tarih ve Müze şubesi adı altında faaliyet göstermişti. Şubenin başkanlığına 1948’de getirilen Reşat Ekrem Koçu burada tarih dersleri vermişti. Halkevinin 1945’in ilk altı ayında  21.341 okuyucu tarafından ziyaret edilen Kütüphanesinin de  4.163 kitabı vardı.
Bir Pazar sabahı, ortalıkta dolaşıp kapının önündeki, binayı  “koruyan” polis’e, neden gidip saatlerce “serpme kahvaltı” etmek yerine oranın fotoğraflarını çektiğimi anlatmam gerekti. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ama en azından, mimarın çok önemseyip açıklama notuna yazdığı “avluda şenlik günleri bir kısım halk da (“halk” kelimesini ince “a” ile okuyun bence) toplanarak fuaye balkonunda söylenecek nutukları dinleyebilir, Parti Başkanı odasındaki balkondan da sokakdan geçen halk kitlesine hitap edebilir” dediği balkon,  biçare görüntüsüne rağmen öndeki avlu halen duruyordu.  Fakat düz çatılar gayet iyi bildiğimiz ve sevimsiz Marsilya kiremidi ile kaplıydı. Bizim Halkevi çatı lanetinden inşaatın bittiği günden beri kurtulamamış anlaşılan.  Malkoç Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’ndan aktararak “Kadıköy Halkevinin akan çatısının onarılması için Halkevi Başkanlığı emrine 1500 lira tahsis”  edildiğinden söz ediyor (Malkoç: 107). Velidedeoğlu 1943 ortalarında CHP il yönetim kuruluna girdiğine göre, çatı akıntısı yapı tamamlandıktan çok kısa süre sonra başlamış olmalı.
Caddeden görülen kütlenin arkasında, ona dik olarak konumlu ve eğimli araziye ustaca oturtulmuş,  çok  amaçlı salon ve spor salonu ( 6 Nisan 1946’daki Beykoz ile Kente gelen  Missouri  zırhlısı arasındaki basketbol karşılaşması bu salonda yapılıyor)  barındıran  büyük bir kanat var. Çok amaçlı salon lafını ciddiye alın;  tiyatro, konferans, sinema gösterileri düzenlenebilecek, tüm yardımcı üniteleri tamam, galerili, fuayeli filan sekiz yüz kişilik kocaman bir yer burası.  Ve tüm kompleks sokaklardan bakıldığında, etrafındaki sevimsizliğe rağmen halen farklı ve  etkileyici.  
1953’de “Kadıköy Halk Eğitim Merkezi” adı altında yeniden açılışın ardından  artık iyice kullanılamaz hale geldiği 1980'e kadar ite kaka kullanılmış. Yapı 1992’de onarılıp,  kütüphanenin önemli bir kısmı da dijital ortama aktarılmış. Peki Cehape’ye ne mi oluyor?  Halkevi Ekim 1951’de hazineye devredilip parti buradan taburcu edilince, onlar da ilçe merkezi de Muvakkithane caddesindeki Şekerci Hacı Bekir’in üzerine taşıyorlar!
Madem en başarılı işler listesinde – doğal olarak-  Taksim Belediye Gazinosu da var. Onunla  da ilgili  bir iki laf etmeden olmaz: Temmuz 1939’da başlanan ve çok kısa sürede bitirilip, aynı yılın 29 Ekiminde açılan gazino Halkevi ile birlikte Güney’in en başarılı yapısı (Florya Tesisleri de işin içine katılıyor olsa da, bu yazıyı yazdığım tarih itibarıyla fazla bir bilgim yok). Daha önce kullanılan “klasik” deyimi yapıları arasında en çok buna uyuyor ve gerçek anlamda modern denebilecek ne varsa burada taşlaşmış işte.  Olağanüstü zarif kolonların arasından geçilerek çıkılan iki kanatlı merdiven ve ana salonun yalın görkemi  anlatılır gibi değil. Girişte azıcık oyalandıktan sonra salona geçip, kalın beyaz keten örtülü bir masada bir bardak soğuk bira içmek için neler vermezdim. Şu fotoğraftaki genç adama gıpta etmemek mümkün değil.
Taksim Belediye Gazinosu | 1939 | Orijinal Fotoğraftan Tarama
Kütle plastiğindeki tek geometrik marifet girişin yanındaki dairesel salon. Basit (gibi görünen) bu usta işi ek, cephe bölümlemesi ve oranları ile birleşince belediyenin genç bir mimara yaptırdığı “inşaat” dönemin en dikkate değer yapılarından biri haline geliyor. Lafı uzatmaya gerek yok, Başka bir uzay zaman boyutunda, bulunduğu  ülkenin değerli mimari miraslarından sayılacak gazino yer yüzünde geçirdiği 26 yılın sonunda, 1965’de Sheraton Oteli yapılmak üzere yıkılmış işte. Ama en azından projesi ve belediye dönemindeki yapılarına ait bazıları (Florya Tesisleri de dahil)  İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı Harita Arşivi’inde saklanıyor. Siz de, “ulan oraya AVM yapmak niye akıllarına gelmemiş, hem de  kışla olsa şöyle ” dediniz  değil mi? Sıkın dişinizi,  az kaldı. O civardan bahsetmişken; Hemen karşıdaki Divan Oteli ’de Beyefendi tarafından yapılmış.

Gazino’yu tanıtan Arkitekt nüshasında (1943, 7-8)  Güney’in adı altında “İstanbul Belediyesi İmar Müdür Vekili” yazıyor. Mimarlık yaşamının önemli bir bölümünde  Lütfi Kırdar’ın desteği ve koruması altında neredeyse “Kentin Başmimarı” (Tanyeli: 2007) olarak 1949’a dek İstanbul Belediyesi eliyle yürütülen hemen her mimari girişimde onun katkısı  ve etkisi kesin.  Sonraki onyılın Menderes imarlarının yolunu açan Kırdar döneminde, yapıların önemli bir bölümünü de doğrudan kendisi tasarlamış. Bu durum bahsedilen döneme ait ve bir kısmı halen ayakta  duran işlerinin çokluğunu da açıklıyor. Belediyedeki üretimin yoğunluğu 40’ların sonunda mevcut ithal (ama iyi ürünler verilmiş) modern mimarlık tarzına tepki olarak güçlenen ve temelini geleneksel Türk evi cephe ve mekan düşüncesinden alan “2. Milli Mimarlık” akımı ile çakışınca; bana sorarsanız  ilk döneminden daha az parlak ürünler vermesine neden oluyor.
Beyoğlu Evlendirme Dairesi - Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi | 40'lar |  2014


Bursa Yapı Ve Kredi Şubesi Emin Onat | 40'lar | 2012
Bu dönemden, kırkların sonunda yaptığı, bugün Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi olarak kullanılan Beyoğlu Evlendirme Dairesi halen ayakta ve kullanılıyor.  Eli yüzü düzgün olmakla birlikte, Emin Onat’ın Yapı Kredi Bankası Bursa şubesi ile karşılaştırılınca... İnsan Halkevi’ni ve Gazino’yu özlüyor işin açığı.  Şimdi –doğal olarak – yıkılmış Hyatt Regency arazisindeki 1945 tarihli  Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü de aynı kategoriden.  Ama daha ilginç başka bir işi var: Galatasaray Lisesi Kapısı. Sağır yan duvarın üzerindeki klasik çıkma ile birkaç yüzyıl geriye ışınlanmış olsa da itiraf edeyim ki, seviyorum onu ben. Yine Kırkların başından Taşlık’taki İnönü Evi ‘de uzun yıllar boyu cephesini bir hastalık gibi kaplayan sarmaşıklardan kurtulabilse, şık ve ferah, sevilebilecek bir yapı belki de.
Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü | 1945 | Mimarlığın Aktörleri
Bindokuzyüzelli başlarında İmar Müdürlüğünden ayrılıp serbest çalışmaya başlayan Mimarımız o dönem için büyük ve lüks apartmanlar, hanlar (Galatasaray’daki Santral Han) tasarlıyor. Bunlardan mimarının kim olduğunu bilmeden pek sevdiğim, Şişli’deki Çukurova Apartmanı’ydı. Yıkıldı tabii. Bu  yıllardan diğer bir yapı da yukarıda söz ettiğim 1956 tarihli Divan Oteli.  Sakin ve verimli, ama kayda değer projeler yapmadan 50’ler böyle geçiyor.  Eline geçen büyük bir iş fırsatı olan “Hiltonvari”  Kalamış Oteli projesi 1960’da iktidar devrilip rafa kalkınca, bu iş için yapmış olduğu yatırımların altından kalkamayarak iflas eder. 1960’dan sonra yine kısa bir süre Belediye İmar Müdürlüğü’ne getirilir. İkinci kez belediyeden ayrılış ve yine özel mimarlık pratiği. Bazı büyük  ölçekli işler yapmış olsa da (Şişli’deki Kent Sineması ve Apartmanı) bunlar kayda değer ürünler değil. Son işi Fatin Uran ile Taksim İntercontinental Oteli (Şimdinin The Marmara’sı) tasarımı. Tasarım aşamasının bitimini göremeden ölür.

Galatasaray Lisesi Girişi | 40'lar | 2014
Adamcağızın bir kısmı külliyen yıkılıp gitmiş, bir kısmı da heder olmuş epey yapısı olduğunu yazıyı buraya kadar okuyabilmişseniz anlamışsınızdır. Bunlardan biri de Valikonağı caddesi üzerinde Askeri Müze’nin karşısında büyük güzel bir apartmanın altından geçilerek girilen Konak Sineması idi.  Çocukluğumun geçtiği yetmişlerde değil kentin geri kalanının; Elmadağ, Nişantaşı, Şişli civarına konuşlu  kentli elit ve şürekasının bile  boş vakit geçirmek, sosyalleşmek, görmek/görünmek için kullanacağı mekanlar yoktu.  Harbiye’de Dame De Sion sırasındaki As’dan başlayarak, yukarı Osmanbey’e doğru, yetmişlerin ortalarında açılmış  (75 veya 76 olmalı) Gazi,  girişinin önünde tahta tezgahlarda satılan bin bir türlü kaçak çiklet, tıraş losyonu, tütün ve bok püsür ile içerinin muhtevası hakkında bilgi veren meşhur pasajlı Site sineması. Alt ve üst kattaki dükkanlarda benim yaşımda bir çocuğun rüyasına bile giremeyecek  pahalılık ve güzellikte   plastik maketler, beyaz topuksuz spor çorapları, fanilalar, aspirin, ani kahve,  blucin vs.,büyük ihtimalle PX’den alınmış ıvır zıvır satılırdı. Ve biraz yukarıda  karşı sırada Yine R. Güney tarafından yapılmış pasajı, üstündeki kocaman apartman grubu ile Kent. Halaskargazi caddesi üzerindeki işlek pasajlı bu kocaman üç sinemanın müşterisi daha bir karışık ve “halk” olurdu ve  biz temiz aile çocuğu bebelerin yalnız başlarına ilk ve ortaokul arkadaşları ile gönül rahatlığı ile gönderilebildiği tek yer Konak Sineması’ydı.  Cumartesi öğlen matinelerinde bin kişilik salon tümüyle dolar, bir parça geç kalınırsa bilet filan bulunmazdı.
Konak Sineması Üst Fuaye | 1960-61 | Arkitekt

Salonla ilgili fazla bir şey hatırlamıyorum (zaten hep yarı karanlık olurdu ve film arasında da aklım fikrim büfenin önündeki mahşeri kalabalığı yarıp, frigo veya kokolara ulaşmak-tı. Unutmayalım, dokuz, on yaşlarında bir oğlandan bahsediyoruz)  ama, cadde seviyesinden epey aşağıya genişçe bir merdivenle inilen iki katlı çok güzel ve görkemli fuaye tümüyle aklımda.Ana girişten önce balkon fuayesine ulaşılır, buradan merdiven  boşluğun büyük bir bölümünü çevreleyen çok güzel pirinç aksamlı korkuluğu  ile  muhteşem bir merdiven sizi   aşağı indirirdi. Tavandaki indirekt aydınlatma duvarlardaki güzel barölyefleri aydınlatır; yetmişlerin o ekonomik, sosyal ve kültürel komasındaki insana “ulan nerdeyim ben” dedirtirdi. O güzelim duvarın Şadi Çalık tarafından yapılmış olduğunu yıllar sonra öğrendiğimde içim daha da burkuldu. Yetmişlerin ikinci yarısından sonra Konak ve diğerlerinin yıldızı söndü, kocaman salonları dolduramaz olup teker teker kapandılar. Bizim sinema da seksenlerin başlarında banker vebasının kurbanı oldu.  Banker Kastelli  kim bilir hangi kof hevesle orayı satın aldı. İstanbul’a gelişlerimde yolum düştükçe, girişin iki yanında boktan iyon kolonları üzerine oturtulmuş alçı üçgen alınlığın üzerine pirinç harflerle iliştirilmiş  “Kastelli Çarşısı ve Lüzumsuzluğu” yazısını,  sürekli kapalı kapıyı görüp efkarlanırdım. Birkaç merdivenle inilen kapının önündeki  sahanlık  zamanla çep çöp doldu. Pirinç harflerin bir kısmı düştü, alçılar kabarıp, sarardı filan, sonra ne oldu bilmiyorum. Şadi Çalık’lara, fuayenin güzel ahşap tezgahına, etraftaki şık, sinema için özel olarak tasarlanıp yaptırılmış koltuklara ne olduğunu da bilmiyorum. Şimdilerde (Şubat 2014) çok şükür yine onun yaptığı, önündeki  apartman da dahil, komple yıkılıyor.
Kof heveslere kurban giden tek iş bu değil tabii. Zincirlikuyu Mezarlığının; kentin bu en  önemli ve göz önündeki mezarlığın kırk yıldır kimseye bir zararı olmadan güzel, vakur oranlarıyla duran beyaz mermer girişini  hatırlıyor musunuz? Kimseye zararı yok dedim ama, dönemin belediye başkanı Ali Müfit Gürtuna’nın [8] tavuğuna “kış” demiş olmalı ki, belediye başkanlığı döneminde durup dururken yıkılıp yerine Club Alibey Mimari Üslubunda bir nesne kondu. Sonraki yıllarda sıkça göreceğimiz bir hezeyanın; nefret edilen, önceki politik dönemin ve  bıraktıklarının niteliği, kalibresi ne olursa olsun tehditkar politik simgeler olarak okuyup, bir klişeler revivalizmi ile ikame  refleksinin ilk kurbanlarından olmak şerefi de ne yazık ki bizim güzel kapı girişine nasip oldu.
Hızlı ve parlak başlayıp, bir parça hazin biten bir öykü değil mi? Nur içinde yat Rüknettin Güney. Aslında Kadıköy’ü anlatacaktım. 

BvP, Aralık 2014 - Şubat 2015
Fotoğraflar  Bvp. Benim olmayanların kaynaklarını fotoğraf altlarında belirttim. Merak edilirse, Dipnotlarda bir parça bibliyografya da var.

………………………

[1] Halkevi... İtalyan dopolavoro’larından devşirme, (Cumhuriyetin yönetici kadroları Şubat 1932’de kurulup, Ağustos 1952’de kapanan bu kurumlar için  Sovyet, Alman ve  İtalyan örneklerinden epey yararlanırlar.  Halkevleri tüzüğünde de bu ülkelerle ilgili incelenen - Sovyetler dışında. Herhalde komünizmle özdeşleştirilme paranoyasından dolayı- pek çok örnekten söz edilir.) bir parça faşizm kokan bu laf/kavram  artık  “Yeni Türkiye”nin kalemşörleri tarafından enine boyuna taşak geçilen gülünçlü bir kavrama dönüşmüş durumda.  Kemalistlerin  ülkeye getirdikleri yeni rejimle uyumlu bir toplum yaratma zorunluluğu ile karşı karşıya kalışlarının, Kemalist doktrinin pratiğe dökülmesi  çözümlerinden biri olarak ortaya çıkan (Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu da diğerleri) ve yıllarca inatla sürdürülen bu heves  günümüzün toplumsal ikliminde pek revaçta olmasa da   sanırım daha dikkatli incelenmeyi hak eden ilginç bir konu. Bazı akıl sahipleri de incelemişler gerçekten.
Halkevleri deneyimine mesafeli, kapsamlı ve ipe sapa gelir bir bakış; Şimşek, Sefa. “Bir İdeolojik Seferberlik Deneyimi”, Halkevleri 1932-1951. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2002,  Kuruma bakış yönü adından kolayca anlaşılabilen başka bir  çalışma; Malkoç, Eminalp. “Devrimin Kültür Fidanlığı”, Halkevleri ve Kadıköy Halkevi. Derlem Yayınları, 2009. İlk bakışta hikayeyi değerlendiriş sıkleti itibarıyla (tabii benim küçücük aklımla) ilki kadar yüksek kalibreli görünmese de , Belki de özel olarak Kadıköy Halkevini inceleyen tek kitap. Yapının fiziksel özellikleri de bu türden bir çalışmadan beklenmeyecek detayda. Halkevlerinin tasfiye süreci de yine detaylı ve objektif anlatılmış. 1939 Şubatından itibaren verilen konferanslar ve diğer kültürel çalışmalarla ilgili detaylı liste de caba. Metindeki  malumatfuruşluklar için  buradan yararlandım. Bulunur, denk gelirse almakta yarar var .

[2] İncelikle düşünülmüş ve zarif lafı klişe değil.  Diğer proje maketlerine  dikkatle bakıldığında (A. Sabri ? ve Emin Onat  2.,  Leman Tomsu 3. ödüle  layık görülür) ne  demek istediğimi  kolayca anlayabilirsiniz.

İlgili Arkitekt Sayısı için : http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/54/468.pdf

[3] Vanlı, Şevki. Mimariden Konuşmak, Bilinmek İstenmeyen 20.Yüzyıl Türk Mimarlığı, Eleştirel Bakış. Cilt I "Başlarken ve 1920'lerden 1980'lere Türk Mimarisi. Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları. 2006.

[4] Sonraki yayınlara da kaynak oluşturan genişçe hayat hikayesi ölümünden sonra Arkitekt’in 1970-4 sayısında İhsan Bingüler tarafında yazılmış. Ben de buradan yararlandım. Özellikle son yıllarındaki  “piyasa işi” denebilecek yapılarının bile özenli, fark edilir olduğu, uzunca ve üretken bir meslek yaşamına dair çeşitli ipuçları da veren bu yazıyı ancak konuya ciddi şekilde kafa yoran mimarlık tarihçileri tam manasıyla tefsir edebilir sanırım. “Ona Layunti  (hatasız,yanılmaz) demek mürailik (ikiyüzlülük; bvp) ve cahillik olur, fakat hataları asla kasti değildir. Zamanla hatasını görmüş ve itiraf edecek kadar mertlik göstermiştir”. İnsan merak ediyor değil mi? Hangi yapısında ne tür yanlışlar, kime nasıl itiraf etmiş… Filan.

[5] Dönem Yapılarının mimari özelliklerine  dair kapsamlı açıklama  ve yapı kataloğu için: Aslanoğlu, İnci.  Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı 1923-1938. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları.2001.
[6] Tanyeli, Uğur. Mimarlığın Aktörleri “Türkiye 1900-2000”. Garanti Galeri. Haziran 2007.

 [7] Malkoç 1939 – Mart 1950 aralığında  dönemin gazetelerini ve Halkevi konser davetiyelerini tarayarak 68 adet konser saptamış. Konser davetiyelerine basit bir göz gezdiriş bile  program zenginliği hakkında bir fikir veriyor. Mesela, Şef Eşref Antikacı yönetiminde verilen Yaylı Sazlar (çalgılar)   9 Ocak 1944 tarihli konserde Hery Purcell, Willam Boyce ve Edward Elgar’dan (Çello Konçertosu adamın aklını alır, aman haaa)  parçalar çalınmış.  Yine aynı yöntemle taranıp çıkarılmış konferanslar listesi de ürkütücü bir çeşitlilik gösteriyor. Bu listeler Malkoç’un  “Devrimin Kültür Fidanlığı” kitabından.
[8] Karaman, Ermenek  doğumlu, 1998 – 2004 yılları arasında İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı  bulunan zat.  Kendisi ile ilgili fazla bir şey anımsamıyorum ama aklımda kalan iki şey var: Biri bu; Zincirlikuyu Mezarlığı girişine yaptığı “uygulama”,  diğeri de oldukça sert geçen 2003-2004 kışında İstanbul’un kardan felç olduğu bir gece  çıktığı televizyon programında  giydiği boğazı fermuarlı kazak! Biliyorum gülünç ama, - nedense -  çenesininin altına kadar çektiği fermuarın, ağzını her açışında küçük küçük sallanışı,  bu resim zihnimden çıkmıyor bir türlü.