Emsallerine faiktir

Ekim 23, 2010

N.Y. 2009 A.D.

 
Chrysler Building  | 1930 |  William Van Alen   

Fotograf : BvP.

Ekim 11, 2010

Önünden Yol Geçmeyen Pansiyon

Bu yazın sonlarına doğru artık aşırı sıcaktan mı, yoksa erkeklerin korkulası orta yaş bunalımından mı nedir, bir pansiyon fantezisi yaşamak akla düştü. Hayatı boyunca pansiyona gitmemiş tatilini mütemadiyen nebleyim hep böyle beş yıldızlı otellerde, rezortlarda, hususi yazlıklarda şeylerde geçirmiş bizim gibiler istiyor böyle şeyleri bazen. Halkla içi içe geçme, halka geçirmece, halka halka geçirmece filan.

Miki bu masum isteğimde bi ibnelik arayıp durdu ama nafile. Güneşte uzun süre kalmak suretiyle iyice yumuşamış, hammaddesi geri dönüştürülük plastik, bok rengi bir hortumla bahçede plastik terlikli tombul/kalın (ayı ayaa) ayaklarımı yıkamak, ıslak tabanların ağırlığım altında çıkardığı ıslak “fıssssssshhsh” sesiyle huzur bulmak istiyordum. Ayaklarım maalesef ayı ayağı gibi değil, öyle terliğim de yok. Neyse, Bodrum’da eşten dosttan filan rica ettik, uydurduk bir çift. Düştük Datça yarımadasının güneyindeki, adları fiyakalı şekilde “bük” olarak biten koylarından birinin en ucuna.

Ova Bükü
Kuzeydeki limandan güneye, deniz kıyısına yapılmış yeni Datça kasabasına - hakkaten “kıyıya yapmışlar” böyle, rakı bardağı gibi… kalın kalın - varmadan ortalara doğru batıya kıvrılmak suretiyle varılıyor buralara. Zaten kavşağı türlü tabelalar keşmekeşi yüzünden ıskalamak olanaksız. Yarımadanın ortalarında batıya doğru kıvrıla kıvrıla giden, badem, zeytin ve yükseklerde çam ağaçları ile çevrili inişli çıkışlı güzelce bir yol bu . Yol boyunca rastlanan tek tük evler insanda kusma hissine sebebiyet vermeyecek nitelikte. Gideceğimiz pansiyon “Ova Bükü” denen, nispeten ufakça bir koy. İnişte virajların münasip yerlerinde evler kondurulmuş. Tuhaf ama onlar da çok kötü değil. Bu durum biraz hayal kırıklığı yarattı bende. Her yer satılık arazi dolu. Bölgede yaşayanlar için arazi satmak veya satmaya çalışmak bir tür hobi sanki. Ancak kıyı çevresindeki dar düzlük bile istedikleri gibi dolmamış daha.

Tepelerdeki Evler
Kalacağımız pansiyon bu küçük koyun en batısında ve hemen hemen son yapı. Dar ve bakımsız bahçesi denize kadar iniyor. Kıyının önünden yol geçirip denize girilecek alan bırakmama hastalığından kurtulmuş olmasına memnun oluyorum. Bu çok güzel, bir o kadar da yaratıcı planlama şablonu genellikle denizin beş, on bilemediniz onbeş metre ötesinden geçilen asfalt veya toprak bir yolda vücut buluyor. Oraya bunu sıçan yerel yönetimin parasına göre; sahil ile yol arasına banklar, skindirik çöp tenekeleri ve elektirik direklerinden oluşan zenginliklere de yer veriliyor. Hemen ötedeki biraz daha büyük Palamut Bükü [1], bu türün güzel bir örneği mesela. Evlerin, pansiyonların, lokantaların önündeki toprak yol her yıl biraz daha denize doğru genişleyip, toz toprak işin içinden çıkılamayıp eşşeğin amına iyice su kaçırır hale gelince ya asfaltlanıyor, ya da – belki de daha kötüsü - içinde pembeye kaçan kırmızıları da olan sentetik bir taş doku ile kaplanıyor. Kuvvetli bir kahvaltıdan sonra denizle aranda, ya da denizle “Kazım’s Beach Club Pension” arasında bir arpa boyu yol oluyor. Yersen... Ama yemişin zaten kol gibi.


Marmara Ereğlisinde Kabus

Durumun daha iyi örneklerine Marmara Kıyısında rast gelmek mümkün. Şarköy ve Marmara Ereğlisi - ki, oradan resmen devlet karayolu geçiyor(E-5). Tamam, deniz banyosu yalan olmuş, sen batan güneşe karşı demleneyim, şuradan iki kalem pirzola edeyim derdindesin ama, yazlığının önünden karayolu geçiyor diye de bu kadar boktan yapılar yapmalı mısın be kardeşim. Nedir bu? Tamam, konu dağılmasın da, içimde de kalsın istemedim bu husus.

Kendisi de epey mendebur bir yakın akrabamın bir kaç yıl önce gelip kaldığı ve de pek memnun ayrıldığı bir yer burası. Onlar kalırken pansiyonu işleten beyamca şimdilerde vaziyeti derbeder bahçede sebze yetiştirip, tavuk beslemek, bunları da günün belli saatlerinde yiyeceğe dönüştürmek suretiyle biz saf şehirlilerin “doğada yaşamak gibisi var mı aaağbi” dağarcığına katkıda bulunuyormuş. Hatta amcanın dandik sandalı ile -sabah erken saatte kalkılabilirse eğer- balığa bile çıkmak olasıymış. Bu içgıcıklayıcı hikayeler telefonla yer ayırtma aşamasında beyamcanın iki yıl önce gezegenden göçtüğünü öğrenmemizle biraz örselenir gibi olduysa da; önünden yol geçmeyen pansiyon, deniz ve güzel sonbahar havası bir yere göçmemiş, duruyordu durduğu yerde.

Pansiyonu artık beyamcanın altmışbeş yaşındaki eşi Primus teyze ve torun işletiyor. Üniversite öğrencisi torun da okulu açılıp İzmir’e gidince yılın bu döneminde sadece primus teyze, ben, Miki ve araziyi ilk aldıkları zaman beyamcanın denizin hemen önüne kondurduğu tek katlı salaş evde kalan gözleri görmeyen Secundus teyze, ona yardım eden Tertius teyze(hacı), Secundus'un evde kalmış kızı varız. (takım taklavat fena da değildi sanki ablada, anlamadım nedendir o evde kalma olayı?)

Deniz önündeki yapının bu şekilde işgali beni biraz üzdü ise de arkadaki evin inanılmaz temizlikteki, denizi gören kocaman odasını ve yine hastalıklı şekilde temiz ve büyük banyosunu görünce keyfim yerine geldi. Esas güzellik bizim kalacağımız bu kocaman evde gören/görmeyen, evde kalmış/kalmamış hiç bir homo sapiens olmamasıydı. Garip ama, siktir olup gitmişti işte herkes...

Kıyıdaki Yapı
Daş
Güneye açık taşlı sahilden denize girmek benim gibi ayakları hassas bi canlı için pek kolay değil. Çabucak derinleşiyor da, fazlaca ızdırap çekmek gerekmiyor taşların üzerinde. Güneye açık bu koyda denizin temizliğine diyecek yok. Fakat biz oradayken öğleden sonraları meltem ipin ucunu ve işin tadını kaçırdı hafifçe. Allahtan, kaçan tadı yerine “bira” adı verilen bir sıvı ile getirmek mümkün. Miki ile birlikte bu şeyin “tombul Efes” denen çeşidinden iki günde bir kasaya yakın miktarda tüketmek sureti ile keyfimizi her daim yerinde tuttuk.

Sahilde yatarken Primus Teyze’den bira ikmali yapma imkanı mevcut.
 Başlarda pek ciddiye almamakla birlikte, hem ortalıkta başka müşteri olmaması ve bizdeki potansiyeli sezmesi ile görevini hakkıyla yerine getirdi. Hafiften kaykılıp Teyze'ye doğru “V” işareti yapmak yeterli. Hemen tepside iki bira, iki bardak ve bir açacak beliriyor. Günün sonunda normal insanlar için yapılan stoğun biz iki hayvana yeterli olmayacağını anladığından yeni bira takviye yapması icap etti bakkaldan.

 P. Teyze çok iyi bir satıcı, belki de fazla iyi. Bize iki gün içinde,badem, akrabalarının fırınından bilmemne pidesi, zeytin yağı sabunu, zeytinyağı satış tekliflerinde bulundu. Ona karşı sürekli tetikte olmak lazım. Kazara muhabbete dalıp Bekaa Vadisi’nden, yarısı yanmış T62 tankı falan almak mümkün (Ama şanzıman ve motor iyimiş, yürürde var biraz sıkıntı diyor).
 
Pansiyon fantezim içindeki başka bir alt küme de, alüminyum çaydanlıktan çay içmek, pansiyon yemeği yemekti. Primus Teyze’nin bu konuda da doktorası var. Gerçi diplomayı asmamış duvara. Çok mütevazi bir insan. Özellikle ünlü olduğu menemen ve kabak çiçeği dolması pek fenaydı. Ayrıca köfte, patlıcan, biber, patates kızartması ve börülce salatasının hiç birinde de yamuk yoktu. Tabii, söğüş iki tane biber ve domates için de para alıp, peçeteyi de adam başı birer adetle sınırlaması (garip, tuvalette kaat sınırsız zannederim) pek iyi puvanlar değildi ama, menemenin hatrına yemiş gibi yaptık onları da.

İyi olmayan bir başka puvanı da, hesap görürken biranın şişesini beş kaattan dayanmasına verdik. Miki “Oha! ne ulan bu? Bodrum’da barlarda bile beş kaat” diyerek konuyla ilgili olumsuz görüşünü nazikçe deklare etti.Bir daha gidersek, Teyze’yi birayı kendimiz alıp odadaki buzdolabında soğutmak suretiyle tüketmekle tehdit ederek, bira fiyatını makul seviyelere çekmeyi düşünüyor. Benim umurumda değil, hem bira ne kadar bilmiyorum ki zaten. Keşke o T62’yi de alsaydık…

Tatil ne güzel bişey.

Edited By Miki
[1] Triopion Limanı?

Bütün Fotograflar BvP

Ekim 10, 2010

Kabızlığın Her Türlüsü Sıkıntı Yapar Ademoğlu/Kızında.

Ne zaman nerde ve ne şekil tebarüz edeceği de belli olmaz hakkaten. Geçenlerde bir forumda kim bilir hangi skindirik husus yüzünden didişen iki beyefendi birbirlerine küfür ediyorlardı. Gecenin bi yarısı bilgisayarın karşısında oturup,,..ipneninevladı…anannınmna…

“Sen onları al da, götüne sok” diyordu, toplumun bu hobi sahibi, eğitimli fertlerinden biri, diğerine. Birkaç yaratıcılıktan uzak küfrün ardından, hayatı boyunca ağzından kötü söz çıkmamış, babasının trafikte hiç kimseye anal seks temennisinde bulunduğunu duymamış genç kızlar gibi çaresizce “öküz”...Diye bitirmişti maruzatını. (Kaldı mı onlardan? Benim kızım bile, gerekirse bir minibüs şöförünün ellerini yüzüne kapatıp ağlamasını sağlayacak şekilde küfür edebilir)

Ne demek öküz? Öküz denince benim aklıma güneşte kulaklarını tembelce oynatarak geviş getiren güzel gözlü sevimli hayvanlar gelir. Batur’un aklına Milka ineği geliyor mesela. Çorbayı gürültüyle içen, ayakları kokan sevgilin falan “öküz”dür. Bir üst satırda ana avrat sövdüğün değil. Bu mudur yani, küfrünün, hakaretinin klimaksı?

Kişioğlunun küfür dağarcığının bu şekilde yetersiz olması nasıl bir şey? Küfür ederken bile çabucak tükenen, çaresizleşen biri yaşamın başka yüzlerinde ne kadar donanımlıdır?

Acta Turcica temmuz 2009 sayısında “Türk Kültüründe Hakaret”i incelemiş. Belki entelektüel organlarınıza katkısı olur. “Siham-ı Kaza’da Hakaret Unsuru Olarak Hayvanlar” başlıklı yazıyı da özellikle tavsiye ederim.

Hepinize bol küfürlü günler.

Edited By Miki,
 
Fotograf : BvP, Barcelona, 2008.

Benim Çocuğum Arabaya Benzetmedi Beni Hiç...

Çocukluğumda ne zaman karayolu ile İzmir’e gitsek, Ege Bölgesinde dolaşsak, düzgünce ve yoldan görünebilir her taşa, her duvara yaşamını bu işe vakfetmiş biri tarafından kotarıldığı kesin “Akçora Gömlekleri” yazısı görürdüm. Adamcağız dağlara taşlara yazmıştı hakkaten. Ama bir tane Akçora gömleği giyen, giyeni bırak; canlısını, tasvirini görmedim. Herhalde metin odaklı bir kampanya ile tüketiciye ulaşmayı hedeflemişti ajans. Kim bilir? Aynı tandansı arada sırada yine görüyorum. Mesela, Nazilli civarında veya Kapıdağ Yarımadası çevresi gibi alakasız yerlerdeki “Mersindeki (de bitişik yazılmış tabii) Optikçiniz, Tel: Şu…Şu…Şu.” yazıları gibi (Bir de “Çare Sarıgül” olayı var ama ona girersek konu tamamen dağılmaya mahküm). 
Maalesef artık  ne Mersin'deki Optikçiden ne de Sarıgül'den  aynı tadı almak mümkünsüz olmakla beraber, o yazıları yazanların, böyle bir yöntemle ürünlerinin adını akıllara yerleştirmeye çalışanların dirayetine şaşmamak, taktir etmemek elde değil. Belki epey zor, çok da sofistike değil, ama salakça gelmiyor bana. Hem de hiç.

Esas şaşılası olan radyoda, televizyonda babasını içten yanmalı bir motorla çalışan nakil vasıtasına benzeten çocuklar ve böyle maymunluklardan fayda uman götlekler sanki. Veletleri boş verip, hoş görmeye dünden razıyım. Hangi çocuk “benim babam fort gibi adam, benim babam fortçu” der ki? Elbette bu daha iyi. Doğruya doğru. Ama şu sondaki şarkıyı okuyan var ya, öyle hisli, öyle içli, öyle inleyerekten anıyor ki vasıtanın adını, o hissiyat para ile filan olacak iş değil arkadaş. Kadın gerçekten tutkun. Yanıyor alev alev. Ne dese yapacak. Öl dese ölecek. Araba dile gelip: “Ya benim bi kanka var, askerden yeni geldi, aylardır tık yok. Hani nebleyim eş dost evi olur, otel olur bi şey ayarlasan da, on beş dakka, bilemedin yarım saat binsin çocuk” dese, "eh" diyecek.

Allah muhafaza; ya çocuklar “benim annem kumbara gibi kadın”, “benim annem uygun garantili yaylı yatak gibi kadın” türküsü çağırsa ne olacak bu milletin hali?

Yuh!

Edited By Miki

Fotograf: BvP

Ekim 07, 2010

RÖNESANS İNSANI


R  E  N  A  I  S  S  A  N  C  E      M  A  N  -  2010

Ekim 03, 2010

Tatil Teyzeleri

Gezi yazısı yazmak anlamlı mı? Aslında şurayı daha ciddi konularla işgal, bir iki usturuplu laf etme, akıl adamı olma hevesindeyim d gel gör ki, tatil, gezi zart zurt yazısı yazmanın da gerçek bir cazibesi var. Belki o yüzden herkes aklı ve algısı kalınlığında tatil yazıları salgılıyor.

Bir ara Hürriyet, Sabah gibi gazetelerin ensesi kalın yazarları [1], Dini bayram dönüşlerinde “Mauritus’da denize girmedikçe adam olmayacak bir milletiz”, “Hala gidip Ougadougou’da bi zenci yarrra yemediniz mi?”  [2] başlıklı yazılar üfürürlerdi. Yok, bu kadar hayvan değiller ne zamandır. Yaşlandılar artık, gazeteleri onları finanse edemez oldu. Ama hala yazılıyor bolca “gezdik”, “tatildeydik”, “illa şuralara gidin” yazıları şeyleri. Gazete, televizyon bok püsürde bu işe ücreti mukabili, internette de sevabına soyunanlar gani. Anlaşılan ben de onlarda biriyim.

Genellikle sonbaharda, okullar açılıp günler kısalmaya başlayınca tatil yapıyoruz Miki’yle. Hava güzel, deniz mutedil, akşamlar serince. Bu dönemde tatilin önemli bir avantajı da homo sapiens ile mümkün olduğunca az interaksiyon olasılığı. Fakat, bu türün yılın aynı döneminden hoşlanan üyeleri de var maatteessüf.

Bir teyze tipi var mesela, sürekli denk geldiğim. Öyle ki, yaz sonları dolaştığımız yerlerin nüfusu sadece bunlardan oluşuyor gibi gelmeye başladı ne zamandır.

Orta Avrupa’lı ve Türk olarak kabaca ikiye ayrılıyorlar. Avrupalı olanlar genellikle o kadar şişman ki, kıtada olası bir kıtlık durumunda kesilip yenmek üzere beslendiklerinden fevkalade eminim. Böylesi kolossal götleri, yeryüzündeki atmosferik basınç ve yer çekiminde gezdirmek olanaksız olduğundan yürüyemiyor çoğu. Hemen hepsinin kalçalarından kaynaklanan problemleri var. Türkler kilo konusunda bu kadar başarılı değiller gibi geldi. [3] Ama iki türün de ortak noktası; hayal edilebilecek en kötü gözlük çerçevelerine duydukları sapıkça ilgi ve işittirememe korkusuna bağlı işitme sorunları. Hep bu yüzden bağırarak konuşuyorlar galiba. Bir de cahil, kaba saba ve görgüsüz Avrupa’lı orta yaş üstü yat sahipleri var böyle. Hollandalı ve İngiliz olanlar hususi surette orospu evladı. Hayır, nedir ulan sizdeki bu alçak enlemlerdeki littoral bölge merakı? Ben gelip gürültü ediyor muyum Amstelween’de, pezevenk!

Yurtiçi teyzesi Bodrum’daki askeri kamptan akın akın çay bahçelerine, özellikle de şimdilerde yenilenen 18. Yüzyıldan kalma güzel, zarif ve alçakgönüllü Tepecik Camii yanındakine akıyor. Yanlarında kamp kantininden alınma kuru pastalar, boncuklu gözlükleri, boncuksuz güneş gözlükleri, porno yıldızı terlikleri ile çevreye filit gibi eternal rahatsızlık sıkıyorlar. Kampta kalacak yer bol, yemekler ucuz, mevsim onların dayanabileceği bir klima sunuyor. Kısaca: her şey bu yaşam formu için çok uygun.
Avrupalı olanların zoocoğrafik dağılımı daha bir geniş. Marinadaki sofistike ve pahalı bardan (öyle bi yer ki, al cigara satan ablayı ince akşam rüzgarında uçuşan şifon elbisesiyle, bindir üstü açık spor otomobile, sürsün Roquebrune-Cap-Martin’den Monaco’ya, say ki devran 1955, karşında da Grace Kelly Şerefsizim) çarşı içindeki süfli pidecilere, dönercilere (sebzeli Bodrum Döneri...Asrın icadı, bildin mi?), taklit LüiVüton dükkanlarına kadar her yere nüfuz etmiş vaziyetteler.
Artık yarı terk edilmiş koylardaki akşam yemeklerinde bile o kırmızı çerçeveli küçük gözlüklerinden, isterik kahkahalarından kurtuluş mümkünsüz. Sezon içinde ortalıkta mevcut garson, inşaat amelesi gibi türlerin etkili bir şekilde bu sesi kesip, boşluğu da aldıklarından eminim.
Teyze morfolojisi konusunda yeterli bilgiye sahip olduğumuza iyice inandıktan sonra dümeni Datça yarımadasına kırdık. Feribot marifeti ile yaklaşık iki saatte Yarımada’nın kuzey kıyısındaki Körmen Limanında olmak mümkün. George E. Bean limanın “bugün” (1970) çok az kullanıldığını, fakat antik dönemde kuzeyde gelen gemilerin burnu dönerek [4] Eski Knidos’a giden tehlikeli yolu kullanmak yerine daha uygun olan bu limanı kullandıklarını söylüyor.
Naklettiği başka bir şey daha var: Kıyıdan 800 metre kadar içeride inşa edilmiş camide, arkaik bir sütun başının üzerine “Limanın Sınırı” yazılarak sınır taşı olarak tekrar kullanılmış olduğu. Gezimizin buraya kadar olan bölümünde uslu durduğum, sanırım özellikle de kesilmek üzere beslenen o teyzelere saldırmadığım için Miki kendisiyle birlikte bu Camiyi aramama ses çıkarmadı. Ama kıyı boyunca böyle bir yer bulamadık. “Elin gavuru güneşin anlı kabağında rakıyı, birayı fazla kaçırıp serhoşlamış; arşını, endazeyi karıştırmış olmaya sakın?” diye düşünüp, birkaç kilometre ötede, tepe yamacında kurulmuş Karaköy’deki Cami’ye bile baktım. Oldukça sevimsiz, yan duvarlarından birine muhtarlık bilmemnesi iliştirilmiş bu yapı zaten 1976 tarihli. Bizim İngiliz görmüş olamaz. Dolayısıyla tantuna gitti güzelim sınır taşı. Üstelik Miki de yol boyunca taşak geçti benimle. “Sana bişi söölicem, ama üzülme bak. Aya da gittiler sanıyorsun ya sen hani…”


Yazıyı burada kesip, daha sonra biraz pansiyon anısı, ardında da ciddi, uzun ve sıkıcı bir Knidos yazısı yazmak istiyor deli gönül.

Edited By Miki,

Fotograflar:
Bodrum Kalesi, Tepecik Camii, Körmen limanı ve Knidos Feneri BvP. Diğerleri İnternet


------------
[1] İşin gerçeği, şu “yazar” sıfatını böyle uluorta kullanmak istemiyorum. Başka bir kelime lazım. Yazar olanların anasına küfrediyormuşum gibi geliyor hep.

[2] Ama şimdi dürüst olalım. “Türk Götü” diye bi şey de var.

[3] Biliyorum, sıkıldınız bu ve benzer süfli örneklerden ama gerçek tüm bunlar. Kusturana kadar tekrar etmenin faydası olur belki. Ne bileyim?

[4] Güneybatı Anadolu’daki bu en uzun yarımadanın uç noktasında kuzey tarafa yakın İskandil Burnu var. Kıyı boyunca ilerleyen eski çağ tekneleri ve bugün bile aynı şekilde hareket etmek zorunda olan küçük tonajlı tekneler için burnu güneyden kuzeye veya kuzeyden güneye aşmak, güneyden ve dönüş anında açıktan karaya esen güçlü rüzgarlar nedeniyle oldukça tehlikeli. Bölgede hemen hemen her dönemden pek çok batık var. Bunlardan birisi de burunun yaklaşık 50 metre kuzey doğusunda, 1981 yılında bulunmuş, MS. 6. yy sonu veya 7. yy başına tarihli bir Bizans batığı. Karaya yakın seyreden çok ünlü başka bir burun kurbanı ise daha güneyde: Kaş, Uluburun’da 1984’den başlayarak 11 sezon boyunca kazılan Bronz Devri batığı.

1958’de civarda mavi yolculuk yapan Azra Erhat ve arkadaşları da ufak tekneleri ile Knidos burnunu aşıp güneye doğru indiklerinde epey rahatsız bir denize yakalanıyorlar. Tekin sular değil kısacası.

[4.1] ERHAT Azra 1969 (2. Basım), Mavi Anadolu. Ankara, Bilgi Basımevi.

[4.2] LLOYD, Manuela. F. 1984, A Byzantine Shipwreck at Iskandil Burnu, Turkey: Preliminary Report. Texas A.M. University. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

[4.3] PULAK, Cemal 1988, “The Bronze Age Shipwreck at Uluburun, Turkey: 1985 Campaign”, American Journal of Archaelogy. 92/1988.