Emsallerine faiktir

Ocak 30, 2011

Hain Pusu Kurulup Telef Olan Seviyeli Baklavamız


ATO Başkanı Aygün:
"Baklava Türklerindir"

Akıl ibresi sıfıra yakın seyreden zihinlere seslenen onlarca televizyon kanalının haber iletim biçimlerinde pek çok salaklık ve yavşaklık var. “Bakın ekranlara nasıl yansıdı” klişelerinden başlarsam işin sonu nereye varır bilemediğimden, bunların en içimi acıtanı ile sınırlı bir çift laf edeyim.

Ölümlü kazalarda homo sapiens için kullanılan hayatını kaybetmek deyimi iş hayvanlara [1] gelince “telef” olmaya dönüşüyor. Ancak bu coğrafyada rastlanabilecek ve fakat "dünya başkenti" metropolun işlek otoyollarından birini silip süpüren sel baskınında boğulanlar “hayatını kaybediyor” da, sele kapılan hayvanlar nedense telef oluyor. Aslında tanımı gereği; boş yere, pisi pisine ölen o insanlar veya hastanede hastalıklı kan verilen, açık kanalizasyona düşüp ölen insan evladı da telef olmuş değil mi? Vergi verecek, askere gidecek, üreyip en az üç çocuk yapabilecekken, benzer bir boşu boşuna harcanmışlık, bir “zayi” [2]  yok mu?

Televizyon ve radyo haberlerini yazanların da, okuyanların da bunları düşünmeye vakti yok elbette. Her şey o kadar hızlı olup bitiyor, tüketiliyor ki, neden söz ediliyorsa çarçabuk hazmedilir ve bir o kadar da anlamsız olmalı. İşler yoğun. Her akşam arada tek kaş kaldırılıp, boydan büyük laflarla yığın bilincine masaj yapılması lazım. Masaj için götten uluorta uydurulmuş (göt deyince, aslında zihne yapılan lavman demek daha doğru galiba)bu söz kalıplarının bazıları öylesine tuhaf ki, karşıtlarını bulup koymak, anlamlı cümlelerde kullanmak normal algı için imkansız. Hadi yeri gelmişken onlardan da ikisini deyivereyim.

“Hain Pusu”: Doğası gereği kötü niyet taşıyan pusu kurma işinin iyi niyetlisi olabilir mi?

“Seviyeli İlişki”: Bir ilişkide seviyenin skalası ne olabilir? Geceleri yatağa girerken; “siz buyurun”, “yok hayır rica ederim”, “müsaade buyurursanız çok fena geleceğim” mi diyor “ilişki”nin kahramanları seviye adına?  "Bi koydum kulakları oynadı" metinli seviyesiz ilişkiler de bol miktarda yaşanıyor olmalı da, bir tanesini bile haberleyemedi daha şu lavmancı takımı.

Lakin ben size bir haber örneği verebilirim. Seviyeli mi, seviyesiz mi siz karar verin: Alışveriş merkezinde hazırlanan baklavanın yufkası arasından gösterilen Türk Bayrağı… Şanlı bayrağımızın yufka ardında bile olsa bu şekilde gözlerimizi kamaştırışının bir manası var helbet: O hain Yunan gavurları öz be öz baklavamızı sahiplenmeye çalışmışlar da ondan. Ammma, ustalarımız Zorro’nun kötülerin kıçına kırbaçla “Z” harfi nakşedişi misali tepsideki baklavayı Şanlı Ay-yıldızımız şeklinde kesmek suretiyle, o yavşaklara ağızlarının paylarını vermişler. (“Ulan keşke içten yanmalı motoru icat edeydik de, böyle cansiperane çabayı onu korumaya göstereydik” diye düşünmeden edemiyor benim küçücük akıl. Fakat yüce Rabbim bize cacığı, baklavayı, şiş kebabı, döneri icat etmeyi, dış düşmanlara karşı cansiperane korumayı münasip görmüş.)

Rahat Uyuş Türkiye.

Edited By Miki.



[1] Sarhoş dalyarağın çarptığı kamyonetin arkasında çaresizce savrularak ölen ineği, yolda ezilen tavukları “telef” ediyoruz. Boş yere ve yararsızca ölüyorlar yani. Ama yemek için öldürdüğümüz hayvanlar ”kesiliyor”. Ateşli silahlarla vurulan, sonra da boktan araçların ön kaputlarına bağlanarak diğer homo sapienslere sergilenen yaban domuzları “avlanıyor”. Yaşlandığı için veterinerin iğne ile zehirleyip öldürdüğü evcil hayvanlarımız “uyutuluyor” (Burada sıkça kullanılan“vefat” fiiline yakın bir bir örtbas etme hali var). Küçücük aklımızla, formunu ürkütücü bulup yok ettiğimiz yılanlar için ise bu fiillerin en basiti, dolambaçsızını kullanıyoruz: “Öldürmek”… E ölüm Allahın emri zaten. Tüm bu kıvırtmaya ne gerek var?

[2] Telef: 1. Yok etme, öldürme. 2. Boş yere harcama, yıpratma.
Telefat: 1. Savaş, kaza ve başka sebeplerle uğranılan can kaybı. 2. ask. zaiyat.

Ocak 19, 2011

Ankara Augustus Tapınağı ve RES GESTAE

Gordion [1] kentinde mukim Frigya Kralı Midas nasıl elini sürdüğü her şeyi altına çevirme yeteneğine sahipse; belediyelerin, “belediyecilik” denen algı ve davranış yapısının da, elini sürdüğü her şeyi boka çevirme yeteneğine sahip olduğunu düşünmeye başladım ne zamandır.

Ankara, Ulus’daki Augustus Tapınağını görme teşebbüsümüz bu inancın yerleşmesine biraz daha yardımcı oldu. Önce şu “Tapınak” lafını biraz açayım. “Bilmemne Tapınağı”, “Filanca Kültü”, “Vesta Rahibeleri” falan deyince, aklınıza hemen yarı çıplak, derin yırtmaçlı ve rüzgarda uçuşan şifon elbiseler içinde, şu kadar sene kimseye vermemeye yeminli ve fakat yapacağınız en ufak maymunlukta cariyeniz olmaya hazır yavruların ayin yaptığı mistik mekanlar gelmesin. En azından şimdilerde öyle ortamlar yok! Ama günümüze kalanlar yeterince etkileyici ve güzeldir çoğu zaman…

Yapı birkaç açıdan pek önemli: kolonların ardında esas yapıyı oluşturan kütlenin sağlam kalmışlığı ve ilginç yapısı. Anadolu’daki benzer başka bir tapınağın (Aizanoi Zeus Tapınağı)  plan ve kütle yapısına modellik etmiş oluşu, hepsinden önemlisi: Roma’nın ilk İmparatoru Augustus’un ölümünden önce tamamladığı vasiyetin [2] bir bölümünün  duvarlarındaki varlığı.

Bir nev’i “icraatın içinden” yapmış, bizim doğumu Gaius Octavius Thurinus, öldüğünde adı Gaius Julius Caesar Augustus olan kutlu imparator. "İcraatın İçinden”in tunçtan levhalara Latince kopyası elbette Roma’da Tiber ırmağı kıyısındaki mezar anıtının duvarlarına da konmuş, hatta başka kopyaları çıkartılıp eyaletlere gönderilmişti. Yurttaşlar okusun, hamiyetlerinde gözleri yaşarsın “saeculum aureum” – altın çağ- yaşatan bu zata saygıları, şeyleri artsın diye.

Ama, gel zaman git zaman, bu metal plakaların akıbeti muhtemelen çinko leğenlere, okunmuş gazetelere karşılık değiştirilen mandallar hesabı buharlaşıyor ve kendilerinden bir daha haber alınamıyor (anladınız değil mi şimdi, Batı Anadolu kasabalarının girişindeki o “Hurdacı ve Seyyar Satıcı Giremez” yazılarının niye yazıldığını?). Taaa ki…Kutsal Roma – Cermen İmparatoru ı. Ferdinand’ın Sultan Süleyman’a elçi olarak gönderdiği, ancak asıl görevi Osmanlı mülkü hakkında bilgi ve historiyografik malzeme toparlamak olan Ogier Ghiselin Busbecq [3] adlı uyanık herifin 16. yüzyılda Asia Minor’un, Ancyra adlı yitik kentinde hem Yunanca hem de Latince kopyanın büyük bir bölümünü keşfedişine kadar. Bu keşif o kadar önemli ki, sonraları “Monumentum Ancyranum” desek daha iyi olur diyorlar. Bizim eski eser avcısı önemli bir yöneticinin konutu olduğundan şüphelendiği yapının duvarlarındaki, aralarda boşluklar ve alt bölümler balta ile tahrip edilmiş olsa da çoğu korunmuş yazıtı adamlarına dikkatlice kopya ettiriyor. Bu önemli arkeolojik keşfin haberi yayılınca Avrupa’dan bol miktarda ziyaretçi hem yerinde görmek hem de kopyalarını çıkarmak için koşturuyor (deli bu gavurlar. Bok var sanki, ne olacaksa).Yazıtın kopyalarına –bazı bölümlerine- Uluborlu ve Bergama’daki Augustus tapınaklarında da rastlanıyor. Bergama’daki iki dilli yazılmış olmakla beraber, çok az bir bölümün korunmuş olduğu Uluborlu’daki sadece Yunanca. Daha sonra keşfedilen Pisidia Antiochia’sı (Yalvaç) kazılarında bulunanlarla da yazıtın çok büyük bir bölümü okunabilir hale geliyor [4].

Kiliseye Dönüşüm Sırasında Açılan Pencereler
Tapınak, Romalıların Galatia’yı ele geçirip Ancyra’yı eyalet başkenti yaptıktan sonra gelişen şehrin Frig döneminden beri kutsal sayılan bir tepesinde, Augustus onuruna yaptırılmış. Anadolu’daki önemli İmparator kültü yapılarından. İmparator’a adanmış olmakla beraber aslında, Anadolu geleneğine dayalı ve Kybele kültüne adanmış bir tapınak olarak da inşa edilmiş olabileceği düşünülüyor [5]. Erken Hristiyanlar güzelim yapıyı neşeyle kiliseye çeviriyor. Cella sadece Pronaosdaki güzel, orantılı ve yüksek kapıdan ışık alıyor. Ama bu yeterli bulunmamış ki, güneydoğu duvarına üç tane pencere açmak, opisthodomosla cellayı ayıran duvarı yıkıp ortamı biraz ferahlatmak gerektiğini düşünüyorlar. Çatı, arşitrav, yapıyı kuşatan İon düzenindeki kolon dizisi falan…Tüm bunlardan da bir daha haber alınamıyor. Ankara 15. Yüzyıl başında Türklerin eline geçince onlar da Kuzeybatı duvarına bitişik olarak Hacı Bayram Camii’ni yapıyorlar. Bu duvarın bir bölümü 19. Yüzyılda yıkılmış olsa da, belki caminin yapılması koruma açısından daha iyi oluyor.

Bizim adamın yazıları Latince olarak pronaos duvarlarının iç yüzünde. Yunancası da güneybatı duvarın dış kısmında. Mermer üzerinde, özellikle yazıtın kazındığı bölümlerdeki tahribat (iklimsel etkiler, hava kirliliği, rüzgar, vs.) daha fazla. Taş yüzey, yazıt kazınırken hasara uğrayıp içe doğru doğa etkilerine daha korunmasız hale gelmiş olmalı. [6] Son zamanlarda hem İtalyanların yaptığı çalışmalar hem de Hacı Bayram Camii’ni ve Türbesini ziyarete gelmiş halk heder olmasın nedeniyle yapı oldukça fiyakalı bir uzay kafes sistemi ile emniyete alınmış.



Pronaosdaki kapının sövesi de öyle. Zaten yapıya vebalı muamelesi ediliyor. Beş altı metreden fazla yanaşmak olası değil. Yeminle, ben Batı Anadolu’da olsun, Garbi memleketlerde olsun böyle bir şuur, böyle bir hassasiyet, asar-i atikaya böyle samiymi hissiyyat görmedim arkadaş!

Tapınağın olduğu tarafta pek az insan görüyoruz. Onların da yüzlerinden umursamazlık ve “eh madem geldik buraya kadar, şuraya da bakalım bir, n’olacaksa” okunuyor. Bu bitkin, suni teneffüs cihazına bağlı ve aslında ölüme terk edilmiş yapının duvar komşusu tarafı capcanlı oysa. Büşralar, Merveler neş’e içinde koşturuyorlar. Standart metinlerin hepsinde “15.yüzyıl” sakızı çiğneniyor olsa da, Sırtı Tapınağa dayalı bu güzel cami aslında 17. Yüzyıl, hatta daha geç bir tarihte yapılmış gibi. İlk yapım tarihini gösterir bir kitabesi yok. Onarıma ilişkin bir tane var-mış (hicri 1126) fakat ben dikkat etmedim. On beşinci yüzyıldan kalma bir şey varmış gibi görünmüyor. Tuğla duvarları, kiremit çatısı, duvardaki yeşil renkli güzel kelime-i tevhid'le gerçekten göz alıcı.

Çatılı camiler hoşuma gidiyor. Daha Anadolulu, alçak gönüllü ve sıcak görünüyorlar. Hemen yanda ise Hacı Bayram Veli’nin türbesi var. Bakımlı, ufakça, sekizgen bir yapı bu. Tapınaktan devşirme malzeme kullanıldığı renginden belli. Caminin minaresi bu kütlenin yanında. İki şerefeli ve oldukça yüksek. Günümüz cami mimarlığındaki gibi kaba bir stereotip olarak algılanmadığı dönemlerde, minarenin bu iki özelliği Hacı Bayram Veli’nin ne kadar değer verilmiş, saygı duyulan bir kişi olduğunu gösteriyor.

Dışında ayakkabı çıkarılarak girilen türbenin önü kalabalık. “Türbede Cep Telefonu Kullanılmaz” yazısı sıradan dangalaklığa karşı dıştaki demir kapının üstüne iliştirilmiş. Güzel bir tedbir bu. Belediye hayatın gerçekleri ile yüzleşebiliyor, yeri geldiğinde. Hacı Bayram-ı Veli’ye saygı telefonla konuşmayarak gösterilebilir. Herkes böyle güzel bir minare yapacak diye bir kural yok. Tapınağın tanıtım levhası cami tarafında ve dikine olarak duvara dayalı. Zaten kimsenin de umurunda değil. Augustus’a veya o yapıya saygıya ne gerek var? Cep telefonu ile konuşmasalar yeterli…

"Türbe'de Cep Telefonu Kullanılmaz"
Belediyenin “düzenlediği” bu iki güzel yapının çevresi, inanılır gibi değil. Kötü bir işçilikle destroyer grisi renkte granit kaplı geniş açıklıkta bir gece önce muazzam bir açık hava konseri verilmiş gibi… Ortalık ve duvar köşeleri boş şişeler, naylon torbalar, ve gazete kağıtları dolu. Alanı nerdeyse boydan boya çevreleyen dükkan dizisinde ise esnaf dua kaseti, tespih, seccade, gül suyu ve hac yolunda lazım olabilecek türlü eşyayı satmakla meşgul. Birbiri üstüne yığılı teneke ilan panoları, tükenmez kalem, kaçak tütün, cep defteri, telefon kartı, plastik tarak satıcısı eşraf ve “bay bayan wc, bay sıcak duş” fasiliteleri ile taşra otobüs terminallerini andırıyor bulunduğumuz yer.

Bay-Bayan Yüznumara | Baylara Duş

Semerkand Yolcuları...

Post modern “düzenleme” üçüncü boyutta unutulmamış elbet. Alanı yukardan çevreleyen, “mekanı tanımlayan" kiriş dizileri var. Tabii tümü aynı destroyer grisi granitle kaplı. En azından bazı bölümleri… Kaplamadaki bazı boşlukları aydınlatma elemanları ile bezemeyi tercih etmişler.

Son birkaç bin yıldır en az üç inanç grubu için kutsal bu yerde şimdi çöpler, belediyenin post modern düzenleme anlayışı ve Selçuklu revivalizmi hakim.
 
Her şeyin bu kadar süfli olması gerekiyor muydu diye düşünmeden edemiyorum. Günün geri kalan kısmında Miki’nin beni neşelendirmek için sabırla katlandığı Ulus civarındaki Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı gezintisi, sıkça rastladığımız, trafik ışığı adlı obje ile o gün karşılaştıkları besbelli hayvanları görmek bile keyfimi yerine getiremiyor…

AVE   M.E.L.I.H.V.S. REX

Edited By. Miki,

Fotograflar: BvP


[1] Bu yerleşim alanı Ankara’ya yüz kilometreden daha yakın mesafede. Dolayısıyla Midas’ın laneti çok güçlü…

[2] Vasiyet öyle gülünç televizyon dizilerindeki gibi, “servetimin şu kadarını hizmetçimizden olma kızıma verdim”, "Güdül’deki tarlayı Gennedi Prime Gezegeni Cami Yaptırma….” falan gibi değil, fevkalade taşaklı bir şey. Üç nüsha ve üç imzalı (imzalardan ikisi azatlı köleleri Hilarion ve Polybius’un. Belgenin bir bölümünü zaten onlar hazırlıyor). Senato’da okunuyor. 1. Rulo cenaze töreninde yapılacakları, 3. Rulo İmparatorluğun Finansal ve askeri durumunu anlatıyor. 2. Rulo ise “index rerum a se gestarum” ya da “res gestae” diye adlandırılan, kendi yaptığı işlerin listesinden mamul.

[3] Bizim Busbecq ilginç ve nadir olan her şeye, ama özellikle Bizans, Roma sikkelerine, Elyazması kitaplara pek meraklı. Yolculukları sırasında Türklerin adına “gavur mangırı” dedikleri imparatorluk sikkelerinden epeyce toplamış. O dönemde Anadolu’da bol miktarda bulunan bu malzeme genellikle bakırı için eritilip bronz yapımında kullanılıyor! Hamam külhanlarında falan yakılan Latince ve Yunanca el yazmalarını saymıyorum bile. Bu durum göz önüne alındığında Herifi “yurdumuzun tarihi zenginliklerini çaldı” diye suçlamak ne kadar anlamlı bilmiyorum.

[4] Trieste Üniversitesinden bir grup 1977’den beri “Ancyra Project” adlı bir proje kapsamında epigrafik malzemeyi ve yapı ögelerinin tekrar inceliyor. 1997’de başlanan ek bir çalışma ile detaylı fotogrametrik analiz ve dijital modelleme ve animasyon teknikleri kullanılarak hem Aizanoi’deki tapınakla yapısal ilişkiler saptanmaya çalışılıyor hem de yapının restorasyonu için bilgi toplanıyor. Ama kendilerinin de itiraf ettiği gibi, yapının topyekun bir restorasyon için gerekli muazzam kaynakları bulmak olası değil. Pek yırtıcı oldukları da söylenemez. Bilimsel çalışmaları ile ilgili bildiriler çok fazla bir şey söylemiyor ve her yıl birbirinin aynı. İnternette “Ancyra Project” diye aratıp oldukça yüzeysel bu metne kolayca ulaşmak olası. Botteri, P., Fangi, G., Et al., “The Survey of Temple of Augustus and Goddess Roma in Ankara”

[5] Korunan bölümlerdeki bezemeler Erken Augustus dönemine ait gibi görünse, anta duvarlarında birindeki yazıtta Tapınağın Augustus ve Roma’ya adandığındı belirtilse de, Anadolu’daki diğer dişil kült tapınakları (Artemis) gibi batıya bakıyor oluşu, dış duvar özelliklerinin yazıtın tapınak bittikten sonra kazınmış olabileceğini gösterişi (duvar bloklarının çevresindeki anathrosislerin varlığı) mevcut sikkeler Agustus için özel olarak yapılmış olduğu tezini bir parça zayıflatıyor. Bu işlerde hiçbir şey kesin değil.

[6] Konu ile ilgili tesbit ve çalışmalar için: Caner, E., “Effects of Air Pollution on the Monuments in Ankara. Case Study: Temple of Augustus”. Bingöl, I., Augustus Tapınağındaki Tahribata İlişkin Gözlemler. Anadolu Medeniyetleri Müzesi 1986 Yıllığı. Ankara 1987.