Emsallerine faiktir

Ocak 18, 2009

Bir Maniniz Yoksa Endymion Size Gelecek

"Latmos!” dedi…“Bugün Beşparmak diye anılan dağdır. Beşparmak dağının eteğinde Menderes ırmağı kendi ovasınca akarak bin bir dolanışla gümüşten yaylar çizer. Koca ırmak Bafa gölüne ve batıda Adalar denizine pırıl pırıl boşanır. Geceleri ise Bafa gölü tepsi dolusu gümüştür.” Batı Anadolu’nun şefkatli, sevecen güneşinin bir tunç heykel katılığı ve rengine dönüştürdüğü rehberimiz Halime teyzeyi dinliyorduk. Yaşını yüzünden, ellerinden okumak imkansızdı. Parlak gözlerini arkamızdaki dağa çevirdi yavaşça, kayadan kayaya hoplayarak yamacın mis kokulu kekiklerini yiyen keçilerin titrek meleyişlerine kulak kabarttığını anlaşılıyordu. Gözleri parladı, kusursuz eski Yunancası ile adeti olduğu üzere Homeros’tan içinde bulunduğumuz duygu sağanağına tam uyacak birkaç dize mırıldandı. Bütün bir öğleden sonrayı İyonyalı olmanın gururunu zarif bir pelerin gibi üzerinde taşıyan bu köylü ile geçirmiştik. Bize Athena Tapınağını, hemen yukardaki Agora’yı gezdirdi. Köyün içi pırıl pırıldı. Temiz, basit ve bakımlı yapıların arasında; güzel zeytinliklerin içinden şirin bir patika bizi Bouleterion’a götürdü. Köy halkı elbirliği ile etraftaki molozları temizlemiş, düzgün ve dikkatli bir kazı ile yapıyı ortaya çıkarmıştı. “Bunlar bize İyonyalı atalarımızın mirası, elbette onaracağız da, bakacağız da, bizi geçmişimize bağlayan çok önemli şeyler ” diye fısıldadı… Sessizce başımızı eğdik. O anın tadını çıkarıyorduk hepimiz.
…. diye yazmayı ne çok isterdim. Belki Azra Erhat’tan bile çok. Bu vıcık vıcık lise edebiyat kolu naifliği etrafta bol miktarda mevcut bulunsa da, yapamadım işte bir türlü.

İki bin sekiz yazında Batı Anadolu’da biraz dolaşmak iktiza etti. Yarı -belki de tam amatör- söylemle, “İyonya” bizi çağırmıştı işte. Şimdi doğru konuşmakta fayda var; benim esas duyduğum, kayınpeder/valide’nin yazlığındaki ve biraların ve etlerin ve kafam kadar şeftalilerin çağrısıydı. Eh, oralara kadar gidince entelektüel dağarcığa biraz yüklenmekte fazla bir zarar yok. Hem, uzmanlardan buraların, “tarih ve doğanın içi içe geçtiği, mavi ile yeşilin kucaklaştığı” yerler olduğunu da öğrenince içim daha bir rahatladı.
Bafa gölü, kıyısından onlarca kere geçmeme rağmen bir kez bile sıradan, sıkıcı gelmeyen bir doğa şeysi. Yol gölün kıyısından doğu - batı aksı boyunca devam ettiğinden, otobüsün sol tarafından bilet almaya özen gösterirdim. Hem; göl geçilip tatsızca bir süre gidildikten sonra, Milas’a yaklaşırken Euromos tapınağı ve Ekindere köyü yolu girişindeki çeşmeyi görmek garantidir ki, bu da kıyak bir şeydir. Sağda oturularak görülecek olan ise – yaklaşık tam da bu noktalarda - Iassos girişidir. Doğal olarak yoldan göremezsin ören yerini. Ama insanın içi “cız” eder, “Hassktir! Lan, insem de yürüsem alacakaranlıkta yayan yapıldak oraya kadar ” dedirtir bir yoldur o.

Yolun Milas’a doğru göl kıyısını izleyip bittiği yerde, içeri doğru bir ok var: “Kapıkırı- Heraklia”. Bu yolu izleyip kıyı boyunca yol alındığında varılıyor Latmos Eteğindeki Heraklia’ya. Dağ da dağ hani[1]. Göle doğru inen kollardan birinin üzerinde yer alıyor yerleşim. Kentin etrafını dolaşan yaklaşık 4,5 kilometrelik çok iyi korunmuş surlar ve 65 adet savunma kulesi Eski Yunan kent savunma sisteminin muhtemelen en iyi korunmuş örneği. Göle hakim bir tepenin ucunda orijinal duvar yüksekliği korunmuş güzel taş işçilikli İ.Ö.3. Yüzyıldan kalma Athena tapınağı, yanında da genişçe bir agora var. Zeki bir biçimde bu alana köyün okulu inşa edilmiş! Ama agoranın güneyindeki kot farkından yararlanarak yapılmış bir dizi dükkana nedense ilişmemişler. Bu meydanda Azra Erhat veya Cevat Şakir’in kitaplarındakilere pek uymayan “Batı Anadolu”lu köylü kadınlar kocaman at sinekleri gibi etrafınıza üşüşüp size sentetik yün veya iplikle ördükleri zevksiz şeyleri satmaya çalışıyor. Onların anlayabileceği tarzda hakaret edip yanımdan uzaklaştıramayacağımı bildiğimden, Karımı yardıma çağırdım her zamanki gibi. Fakat, bu şipşirin Batı Anadolu’lu yılmak bilmiyordu bir türlü. Bu defa da bize çevreyi gezdirmek için dayanılmaz bir istek gelmişti bünyesine. Yolda belki bir şeyler satarım hesabıyla önümüze düştü, onunla birlikte inek ve diğer toynaklı ve ayakkabılı hayvanların cömertçe sıçmış olduğu çer çöp içindeki patikalardan geçip Roma tiyatrosuna gittik. İnternet sitelerinde yüzyılın buluşu gibi söz edilen, “Kapıkırı Köylüleri Rehberlik Yapıyor” söylemi bu olmalıydı.[2] Helenistik yapılara nazaran fazla parlak bir yapı değil. Ben rehberimiz teyze’den bir şeyler öğrenebiliriz diye bekledim ama pek bilgi alamadık. “Aaah şoora, tiyatro-muşbuu!” Demekle yetindi. Zaten Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal’da “Anadolu Uygarlıkları” kitabının 473. Sayfasında bu yapıyı (7) numero ile gösterip: Tiyatro. Roma çağı’ndandır” diye kestirip atmıştı. Arada fazla bir enformatik çukurluk yoktu yani. Nedense, Ekrem Bey’in sözünü ettiğim bu fiyakalı kitabından kentle ilgili bir şeyler öğrenmek pek mümkün değil. O “bir şeyler”in de George Bean’ın altmışların ortalarında yazdığı “Aegean Turkey” kitabındakilerle garip bir benzerliği -hatta aynılığı- var. George Bean Azra Erhat’ın da pek sevdiği “Endymion” efsanesinden söz ediyor bir parça. Dr. E. Bey’in ciddi eserinde ise misyon gereği, bu tür palavralara yüz verilmemiş.[3]
Biz normallerin ulaşabileceği sayıları oldukça az muhtelif basılı kaynaklarda[4] ve birbirinden kesip kopyaladıkları aynı metinleri ezberlenmiş saçmalıklar halinde papağan gibi tekrarlayan siktirici internet sitelerinde[5] gölün körfeze bakan ucu Menderes’in getirdiği alüviyonlar ile kapanana kadar kentin denizcilikle geçindiği söyleniyor. Fakat daha batıda, körfezin ucuna doğru Priene gibi bir kent, özellikle de işlek limanları ile kocaman Milet var. Denizle bağlantısı bu saydığım yerlere göre çok daha erken bir tarihte kesilen ve büyük tarım alanlarına, başka doğal kaynaklara sahip olmayan kentin tuhaf unutulmuşluğunu, inzivaya çekilmişliğini açıklıyor sanki. Söke-Milas yolu açılana dek ulaşmanın epey zor olduğu bu ücra köşeye Bean 1946’da, Freya Stark ise 1952’de gölün batısından kayıkla ulaşabilmişler! Richard Chandler'in bölgeye 1765’deki ziyaretinde uğradığı kesin, ama o da maalesef Endymion efsanesinden bahsetmekle yetiniyor. Bildiğim kadarı ile de gözle görülebilir kalıntıların incelenmesi dışında sistemli bir kazı yapılmamış. Yapılmamış ama, sit alanı ilan edilmiş bu bölgenin içine sıçabilmek için “devlet-millet elele” elinden gelenin arda konmadığını, canla başla nasıl çalışıldığını görmemek zor. Şipşirin köylülerin aklına eşşek gibi kahvede oturmak, ördükleri abuk sabuk şeyleri kakalamaya çalışmak gelmiş de, yaşadıkları mekanı temiz tutmaya çalışmak, gerçekte bütünüyle sırt çevrilmiş, orası burası kurcalanmış, deşilmiş insanın acı ile içini burkan bu yapıları[6] toynaklı/toynaksız hayvan bokundan koruyalım demek akıllarına gelmemiş. Ama haklılar. Ortada yığınla ”mal”, mevcutla mutlu; “tarihin doğa ile iç içe geçtiği”, insanoğlunun da ikisine birden geçirdiği bu yerin durumundan memnunsa, Endymion’la Selene denizden yeni çıkmış balıklar kadar serin, diri parıltılı gövdelerini birbirlerine değdirip, hiç tatmadıkları bir tadı dudaklarında eme eme doyamıyorlarsa; eh, bana da bok yemek düşer…
Edited by Miki


----------
[1] Bu dağ işinde bir yamuk var: Latmos dağını eteğindeki keçilerin titrek meleyişlerinden haberdar olacak kadar bilen Azra teyze Homeros’un İliada II/865’de Troia’lıların müttefiklerinden bahsederken, Miletos ile Phiterion dağı çevresinde yaşayan ve kaba bir dil konuşan Karia’lılara değindiği bölümdeki Phiterion'u , açıklamalar bölümünde “Karya’da bir dağ” olarak açıklayıp geçiyor! Kaba bir dil konuşan Yunan öncesi bu halk Azra Erhat’ın “Batı-Anadolu” zerafetine pek uymuyor sanki?
[2] Doksanlarda keşfedilen kaya resimleri için de “rehberlik” heveslileri vardı, ama bir gün içinde o kadarı fazla gelecekti.
[3] Aslında, Akurgal’ın Anadolu’da yerleşik türlü medeniyetlerin mirasçısı olduğumuza dair; biyolojik atalarımız olmasalar da, kültürel olarak onların çocukları sayılmamız gerektiği tezi, Cevat Şakir ve avanesinin kökenimizi Batı Anadolu’ya (daha geniş bir coğrafyaya değil) bağlamayı münasip gören tezinden daha fazla ipe sapa gelir gibi …Seç beğen al.
[4] Yazılı kaynak derken, arkeolojiye ilgi duyan amatörlerin edinebileceği okuyup anlayabileceği yayınlardan söz ediyorum. Geoge E. Bean - Aegean Turkey, Michael Grant. - A Guide to the Ancient World, Bilge Umar - Türkiye’deki Tarihsel Adlar, Strabon - Geographika, Richard Chandler - Travels in Asia Minor gibi.
[5] Bunlar epey çeşitlilik ve hayal gücü gösteriyor. “Bizans döneminde Piskoposluk Merkezi olmuş” diyenler mi ararsın, tur düzenleyenlerin “Burada bir bakarsınız ki Athena Tapınağı yakınlarında bir çoban sürülerini otlatırken öbür yanda köylüler şenlik yapmaktadırlar. Köyün ortasındaki odeonda hayvan sürüleri dolaşmaktadır.” [Bu metni hiçbir şeye dokunmadan, olduğu gibi aldım] şekilli maymunluklar mı ararsın? Örnek mebzul.
[6] Hazine, gömü her ne boksa, bulabilmek için deşilmiş Bizans Kalesinin arkasındaki kapakla örtülü gömüt çukurlarından söz ediyorum.

Ocak 03, 2009

Otantizmin Merkezine Seyyahat

Geçenlerde ecnebi bir memleketten pek sevdiğimiz dostlarımız geldi. Onlar da bizi pek seviyorlar mı bilmiyorum ama, iki yılda bir, bir hafta evlerine postu sermemize ses çıkarmıyorlar en azından. Bu çok iyi insanları kendi sahamızda kıyasıya ağırlamak lazım. Biz de öyle yapacaktık. Aşırı heyecanlanıp, “düğün salonu kiralayalım, sun’i kar gösterileri, havai fişenkler, paten kayan mini etekli kızlar, kıçından alev, ağzından bok akan belediye başkanları olsun, başbakan ağaç diksin, şahit olsun” dedimse de, Karım her zamanki gibi hevesimi kırdı ve dostlarımız Nevizade’deki süfli meyhanelere gitmek isterlerse huysuzluk etmeme konusunda uyardı beni. “Herkesin avazı çıktığı kadar bağırdığı, duman dolu tıkış tıkış bir alanda tüm bir akşamı geçirmekten keyif alan gönül adamı beyefendi” ve “ücreti mukabili bu aktivitenin ücrette dahil, tümünün kıçına girmesinden memnun insan” yüz ifadelerine çalışarak geçirdim birkaç günü.

Sonunda çok soğuk bir cumartesi gecesi münasip bir yerinden Beyoğlu ırmağının akıntısına bıraktık kendimizi. Hava soğuk mu soğuktu ama, çevredeki insan kalabalığı kalın testosteron ve östrojen paltoları içerisinde iklimsel vaziyetin tatsızlığını algılayabilecek durumda değildi. Herkeste bi heyecan, bi şey, bi “acaba verir mi?/acaba versem mi?” fikriyatı. Tabii ortalıkta dolaşan küçük, sevimli primat sürüleri de vardı. Onlar da görüş ve dokunuş alanları içindeki dişilere homurdanarak, yere tükürerek güruh içerisinde üzerlerine düşeni yapıyorlardı.

İstiklal Caddesi’nin Taksim’e kavuşmasına yakın dik sokaklardan birinde bu sözünü ettiğim, “otantik” ve çok katlı yemek mabedi! Biz girdiğimizde; mabetteki “mabude”lerden biri, adet olduğu üzere, kıç üstü vaziyette, yerde hamurdan bir şeyler açıyordu! Bu, bir şey açma aktivitesinin sevilen bir “happening” olduğunu teşhis ettim. Ama her yerde aynı tema. Şöyle, köy yaşamını farklı boyutları ile vurgulayan, “nallı fadime ve abaza köy gençleri” canlandırması falan da olmalı.

Otantizm diz boyu. Otantizm vıcık vıcık. Var ya, nah böyle kolum kadar. Cılız akıllı muhayyilesindeki “yöre” imgesine cuk oturan ne varsa sıvamış duvarlara insanın evladı. Tavandan sarkan plastik (iki renk) biberler, patlıcanlar, duvara asılı silahlar, müzik aletleri, balkondaki biri siyah diğeri beyaz plastik laleleri otlayan keçiler, Kavanoz içlerindeki turşu türü bok püsür ve ağzı kapalı olarak plastik kutuda satılan ayranı metal maşrapaya koyma ameliyesi öylesine yöresel ki... Hemen yanı başımızda devasa bir klima cihazı üzerinde içi doldurulmuş bir kuş çalılıkta neş’e ile ciklerken başına gelen bir kaza neticesi kıçı bize dönük olarak yüzüstü devrilmiş. Hiçbir şeyin gerçek olmadığı bu kitch aleminde Anadolu’muzun bir Türk-İslam cennetine dönüşmeden önceki durumu da unutulmamış. Gövdeleri çatlak biri dizi İon sütunu yerini almış. Alemin tavanı ise epey manierist. Mekanı bu hale sokan davar büyük ihtimalle Buonarotti’nin acemi birliğinden kankası. Tavanda ahşap kirişlerin arasında gökyüzünü görüp, nebleyim, bir tür manevi rahatlama, küşayiş içine giriyoruz.
Garson bey kader arkadaşlarıma mantı, bana da metal bir disk içinde pişirilmiş ufak parça etlerden oluşan yemeğimi getiriyor. Çeperlere doğru yüksek ısıya maruz kalan domates salça ve biber karışımı bulamaç hafifçe yanıp kurumuş. Otantizm çizgisindeki tutarlılığın olmazsa olmazlarından bu yemeğin adı “saç kavurma”. Kavrulmuş saçı, metal tasa konmasını reddedip cam bardakta içmekte israr ettiğim ayranımla birlikte gövdeye indiriyorum. Oysa benim bünye bu gece beyin salatası, tekir kızartma ve birkaç şişe biraya hazırdı.
Yemek bittikten sonra otantizm beni tuvalete kadar, hatta içinde de takip ediyor. İşediğim yöndeki duvar plastik çimle kaplı! Aradaki –yine plastik- papatyaları ellemeyi çok istesem de, bulaşıcı hastalık korkusu yüzünden yapamıyorum. Görsel zenginlik açısından tavizsiz bu mekanın iki duvarı da büyük tablolarla süslenmiş. Bir tanesi Orta Avrupa’da, Belki de Alpler civarı, yemyeşil bir vadide güzel iki katlı bir köy evi! Köy evi dedimse; öyle düz beton çatıda demir filizler, plastik doğramalar, pencereden çıkan soba bacası, sıvasız çıplak briket duvar diplerinde paslı ziraat aletleri vs. bekleme sakın. Pek otantik değil anlayacağın. Evin çevresinde otlayan temiz inekler. Diğer duvarda ise, Anadolu platosunda, taşlık bir arazinin ortasındaki cılız bir akarsuyun kıyısında ot arayarak yaşamlarını beyhude geçiren keçiler ve sıkıntı ile kameraya bakan bir çoban! Bu iki resmin tuvalet duvarlarına asılışında gizli anlamlar var, var ama benim aklım yetersiz. Anlayamıyorum bir türlü.
Hesabı ödeyip boşaltıyoruz orayı. Çıkarken alt katları işgal etmiş bulunan başka insanlara rastlıyoruz. Sanırım onlar da bizim gibi yemek yemeğe gelmişler. Hadi bizim misafirimiz bebek bekliyor, ciddi ve önemli bir mazeretimiz var gelmek için. “Sizin burada ne işiniz var” deyip kurtarmak, uyarmak istiyorum onları. Kolumdan çekiştiren Karım yüzünden çabam başarıya ulaşamıyor. Soğuk Beyoğlu gecesinde çıkıyoruz yeniden.
Edited by Miki