Geçenlerde ecnebi bir meml
eketten pek sevdiğimiz dostlarımız geldi. Onlar da bizi pek seviyorlar mı bilmiyorum ama, iki yılda bir, bir hafta evlerine postu sermemize ses çıkarmıyorlar en azından. Bu çok iyi insanları kendi sahamızda kıyasıya ağırlamak lazım. Biz de öyle yapacaktık. Aşırı heyecanlanıp, “düğün salonu kiralayalım, sun’i kar gösterileri, havai fişenkler, paten kayan mini etekli kızlar, kıçından alev, ağzından bok akan belediye başkanları olsun, başbakan ağaç diksin, şahit olsun” dedimse de, Karım her zamanki gibi hevesimi kırdı ve dostlarımız Nevizade’deki süfli meyhanelere gitmek isterlerse huysuzluk etmeme konusunda uyardı beni. “Herkesin avazı çıktığı kadar bağırdığı, duman dolu tıkış tıkış bir alanda tüm bir akşamı geçirmekten keyif alan gönül adamı beyefendi” ve “ücreti mukabili bu aktivitenin ücrette dahil, tümünün kıçına girmesinden memnun insan” yüz ifadelerine çalışarak geçirdim birkaç günü.

Sonunda çok soğuk bir cumartesi gecesi münasip bir yerinden Beyoğlu ırmağının akıntısına bıraktık kendimizi. Hava soğuk mu soğuktu ama, çevredeki insan kalabalığı kalın testosteron ve östrojen paltoları içerisinde iklimsel vaziyetin tatsızlığını algılayabilecek durumda değildi. Herkeste bi heyecan, bi şey, bi “acaba verir mi?/acaba versem mi?” fikriyatı. Tabii ortalıkta dolaşan küçük, sevimli primat sürüleri de vardı. Onlar da görüş ve dokunuş alanları içindeki dişilere homurdanarak, yere tükürerek güruh içerisinde üzerlerine düşeni yapıyorlardı.
İstiklal Caddesi’nin Taksim’e kavuşmasına yakın dik sokaklardan birinde bu sözünü ettiğim, “otantik” ve çok katlı yemek mabedi! Biz girdiğimizde; mabetteki “mabude”lerden biri, adet olduğu üzere, kıç üstü vaziyette, yerde hamurdan bir şeyler açıyordu! Bu, bir şey açma aktivitesinin sevilen bir “happening” olduğunu teşhis ettim. Ama her yerde aynı tema. Şöyle, köy yaşamını farklı boyutları ile vurgulayan, “nallı fadime ve abaza köy gençleri” canlandırması falan da olmalı.

Garson bey kader arkadaşlarıma mantı, bana da metal bir disk içinde pişirilmiş ufak parça etlerden oluşan yemeğimi getiriyor. Çeperlere doğru yüksek ısıya maruz kalan domates salça ve biber karışımı bulamaç hafifçe yanıp kurumuş. Otantizm çizgisindeki tutarlılığın olmazsa olmazlarından bu yemeğin adı “saç kavurma”. Kavrulmuş saçı, metal tasa konmasını reddedip cam bardakta içmekte israr ettiğim ayranımla birlikte gövdeye indiriyorum. Oysa benim bünye bu gece beyin salatası, tekir kızartma ve birkaç şişe biraya hazırdı.
Yemek bittikten sonra otantizm beni tuvalete kadar, hatta içinde de takip ediyor. İşediğim yöndeki duvar plastik çimle kaplı! Aradaki –yine plastik- papatyaları ellemeyi çok istesem de, bulaşıcı hastalık korkusu yüzünden yapamıyorum. Görsel zenginlik açısından tavizsiz bu mekanın iki duvarı da büyük tablolarla süslenmiş. Bir tanesi Orta Avrupa’da, Belki de Alpler civarı, yemyeşil bir vadide güzel iki katlı bir köy evi! Köy evi dedimse; öyle düz beton çatıda demir filizler, plastik doğramalar, pencereden çıkan soba bacası, sıvasız çıplak briket duvar diplerinde paslı ziraat aletleri vs. bekleme sakın. Pek otantik değil anlayacağın. Evin çevresinde otlayan temiz inekler. Diğer duvarda ise, Anadolu platosunda, taşlık bir arazinin ortasındaki cılız bir akarsuyun kıyısında ot arayarak yaşamlarını beyhude geçiren keçiler ve sıkıntı ile kameraya bakan bir çoban! Bu iki resmin tuvalet duvarlarına asılışında gizli anlamlar var, var ama benim aklım yetersiz. Anlayamıyorum bir türlü.
Hesabı ödeyip boşaltıyoruz orayı. Çıkarken alt katları işgal etmiş bulunan başka insanlara rastlıyoruz. Sanırım onlar da bizim gibi yemek yemeğe gelmişler. Hadi bizim misafirimiz bebek bekliyor, ciddi ve önemli bir mazeretimiz var gelmek için. “Sizin burada ne işiniz var” deyip kurtarmak, uyarmak istiyorum onları. Kolumdan çekiştiren Karım yüzünden çabam başarıya ulaşamıyor. Soğuk Beyoğlu gecesinde çıkıyoruz yeniden.
Edited by Miki
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder