Emsallerine faiktir

Aralık 27, 2011

Eski Fotoğraflar Bize Neyi Anlatır ? II "Birlikte Yenen Yemekler" I

100. Yazı
Bir kaç arkadaşın keyifle bir araya gelip yiyip içmesinden, iki kadeh çakıştırmasından daha keyifli ne olabilir şu dünyada ? Televizyon adlı cihazın değil plazmalı yassı olanı; hiç bir türlüsünün bilinmediği, milyonlarca homo sapiensin “sosyal medya” illetine kurban verilmediği, mutlu ve kutlu bir dünyada elbette. Öyle bir çağ düşünün ki; Steve Jobs nam kefere daha ya doğmamış ya da, kısa pantolonlu çocuk...

Birlikteliğin keyfini kasaba ya da kentin biraz dışındaki kırlıkta, açık havada çıkaran şu iki dosta bakalım: Saatler bindokuzyüz kırkların bir bahar gününü gösteriyor olmalı. Sağdaki kısa gömlekli beyefendinin arkasındaki yamaçta otlayan koyunlar , keçiler seçilebiliyor. Çok kısa düşen gölgelerden güneşin epey tepede olduğunu anlıyoruz. Öğle vakti. Buna rağmen keyifle oturabiliyorlar, demek ki hava çok sıcak değil. Çıkarılıp bir parça uzağa, terbiyeyle konmuş iki renkli ayakkaplar, koyu renkli pantololon üzerindeki güzelce ceket, beyaz gömlek ve kravat, diğerinin askıları, beyaz temiz gömleği bu insanların memur veya eşraftan hali vakti yerinde insanlar olduklarını düşündürüyor. Ağacın gövdesine dayanmış iki adet bisiklet onlara ait olabilir mi? Fakat beyaz gömlekli, sanki bisiklete atlayıp, yakındaki kırlığa pikniğe gidecek birine benzemiyor pek, bu işler için fazla oturaklı. Sigara tiryakisi olduğunu da biliyoruz.
 
Karton Yenice kutusunu çıkarıp önüne koymuş! (1930’lardan üretimi durdurulana dek bu paketlerin tasarımı fazla değişiklik göstermedi. Otuzlarda “Yenice” altındaki “İnhisarlar İdaresi” yerini Altmışlarda “T.C. Tekel İdaresi”ne bıraktı. Tabii üstteki yuvarlak içinde kırmız amblem de baş harflere göre düzenlenip bir parça değiştirildi. ) Hem fazla teferruatlı olmasa da (birinin içindeki üzümler seçilebiliyor) yiyeceklerin durduğu, önlerindeki en az dört kalaylı kap, bir tabak, bir kase, kalaylı testi ve müskiratın konduğu çay bardaklarını nasıl taşıyacaklar? Müskirat deyince: altta, resmin sağına doğru üst kısmı görünen ve boynundaki etiket gevşemiş şişenin içinde ne olduğunu görmek mümkün değil. Ama, birinin bardağındaki sıvının rengi öğle vakti ve böyle bir ortamda ne içiyor olabileceklerini net olarak söylüyor bize. Ceketli sulandırmış, ama diğeri sek içiyor namussuzu. Bardağındaki sıvı renksiz.

Açık havada demlenme aktivitesine başka bir örnek: Bir tarafı onu sokaktan ayıran çitle çevrili alanda, yere rahatça oturup demlenen dostlar. Arkasında “Gülnar, Ağustos 1936” yazıyor. Fotoğrafın çekildiği yer Mersin’in Gülnar ilçesi olabilir. Sanki köylük bir yer içindeki kır lokantası gibi. Ama, birinin cannotier’e benzeyen şapkası, öbürünün gelişigüzel konmuş, vücudunun bir parçası olamamış kasketi, diğerinin açık başı bize köylü olmadıklarını söylüyor. Etraflarındakiler köylü ama. Solda, kulaklarına kadar geçirdiği kasketi ve şalvarı ile Kemal Tahir deyimi ile “it oturumunda”ki vatandaş sağdakiler kadar ilgi ile bakıyor fotoğraf çekme ameliyesine.

Fotoğraf karesinde sandalye ve beyaz örtüsü ile tam teşekkülü bir masa da olmasına rağmen nedense herkes yerde oturmayı tercih etmiş. Bizim üç dostun önündeki alet edevattan, insan sanki sofrada yemek bitmiş te ihvanlar “o son bardak rakıları daha pastoral bir ortamda içelim, olay biraz eglog olsun” demişler gibi. Önlerinde peşkir falan yok, sadece tas içinde biraz üzüm, otların üzerinde çay bardakları ve şişe var. Keyifle cigaralarını tüttürüyorlar. İnsan 1936 yazının sıcağını, toprağın serinliğini ve rakının dumanlı serhoşluğunu hissediyor. Hayat ne kadar dingin, uysal ve basit bu karede değil mi?

Halbuki, o yaz İspanya’da iç savaş başlayacak, Gabriel Garcia Lorca öldürülecek, İtalyanlar Etiyopya’yı, Almanlar Rheinland’ı işgal edecekler, Berlinde düzenlenen olimpiyatlarda Jesse Owens dört altın madalya kazanarak Adolf’un canını epey sıkacak, Amerikalılar Hoover Barajını bitirecekler, Henry Luce “Life” dergisini çıkaracak, yıl bitmeden de; Charlie Chaplin Modern Zamanlar’ı çekecek, İngiltere Kralı Edward VIII’de Amerikalı Bayan Wallis Simpson için tahttan çekilecekti.

 
 
Hep açık havada, börtü böcek arasında içilecek diye bir kural yok. Şu üç arkadaş oldukça izbe, köhne bir yerde demleniyorlar mesela. Masaların ayakları, örtülerin deseni, örtülüşleri ve zemin epey süfli bir yeri işaret ediyor. Bindokuzyüzyüz kırkların sonları veya elliler olmalı. Maalesef duvardaki takvimden tarihi tesbit etmek imkansız. Subayın üzerinde (göğsündeki bröve, omuzlarındaki tek yıldız ve duvara asılı şapkası ile yaşlıca bir pilot binbaşı bu) o dönemde Amerikan Hava Kuvvetlerinde de giyilen türden, kısa 
bir üniforma ceketi var. 1947’den sonra Amerikan Yardımı ve ordunun modernizasyonu kapsamında Türk Ordusu’da benimsiyor bu kılığı. II. Dünya savaşı sırasında İngiliz Üniforma ceketlerinden türetilmiş ve General Eisenhower’e atıfla “Ike Jacket” de deniyor. Ceketi iyi dikilmiş, ayakkabıları yeni ve boyalı. Bir parça uzun olan pantolonun kat yeri ütülene ütülene azıcık iz yapmış o kadar. Üniforması ile bir meyhanede içki içmekte sakınca görmüyor. Oysa Ocak 1961 tarihli; 211 sayılı Türk Silahlı Kuvvetleri İç Hizmet Kanunu madde 34, “Barlar, genelevler, meyhaneler ile bunlara benzer yerlere askerler üniforma ile giremezler” diyor. (Bir sonraki, o meşhur 35. Madde) Belli ki önceki iç hizmet kanunu bu konuda bir kısıtlama getirmiyordu ki, komtan keyifle içkisini yudumluyor. Halinden epey memnun bakıyor bizlere. Diğer iki kişinin yüzlerinde bir parça umursamazlık var. Fotoğraf çekilirken kameraya bakmamışlar, bıyıksız olan bir parça poz vermiş, ama diğeri kendi dünyasında. Kim bilir neler düşünüyor. İki sivil masaya daha “solid” yerleşmişler gibi. Bizim binbaşı bir parça eğreti. Tesadüfen karşılaşmışlar ve fotoğraf çekilecek diye masaya gelmiş diye düşünebilirdim ama, şapkası masanın üstünde asılı. Demek ki birlikte oturulmuş sofraya. Biraz kederli bir fotoğraf bence.

Televizyonlarda şimdilerde bir reklam var, çook mahir bir kadıncağız dostlarına fırından bir şey çıkarıyor da, sofradaki güzel hanımlar ve beyler şallak mallak olup bu işleri nasıl becerdiğini sorguluyorlar. Şıpınişi “eski bir saray yemeği” kıvırmış olan teyze, içinde “yaşanmışlıklar” olduğundan dem vuruyor bilgiççe. “Yaşanmışlık” lafı veya kavramı; her ne boksa, böyle sarf edildiğinde gülünç geliyor da, bu üç adamın fotoğrafında var işte ondan...Hem de çok.

Bazen daha şık, şakrak ortamlarda da bir araya gelinir. İşte bunlardan biri. duvardaki “İsmet Paşa”lı takvim ve yaprağında seçilen “1” rakamı yüzünden Otuzların sonları, belki de kırk başlarından yılbaşında yendiğini düşündüğüm bir yemek bu. Ortam nezih, beyler şık, ama çok kalantor değiller. En az iki çeşit içki bulunan (en önde rakı kadehi görünüyor ve masanın arka ucunda iki adet bira şişesi var) uzunca masaya çiçekler de konmuş . Fotoğraftaki çeşitli yaştan insanlar sanki bir iş yerinin çalışanları olduklarını düşündürüyor. Duvarda, muhtemelen konu mankeni “cazip” hanımefendinin yüzü suyu hürmetine oraya asılma hakkını elde eden ağrı kesici reklamı ve Türkiye haritasına benzeyen bir şekil üzerinde ayaklarını açmış duran bir figür insanın dikkatini çekiyor. Uzakta arkada çerçeveli ve yansımaları yüzünden camlı olduğu anlaşılan en az üç resim daha var. İsmet Paşalı takvimin tam üzerinde duvar saatinin alt kısmı görünüyor. Ne olur ne olmaz diye bir de idare lambası da bu temiz ve düzgün duvarlara asılı. Özenli, şık çok da lüks olmayan tertipli bir mekan burası. İnsanın bu masada, bu insanlarla birlikte oturup birşeyler içesi geliyor hakkaten.

Birlikte yenen yemeklerdeki keyif sadece alkol veya güzel yiyeceklerde değil galiba. Fotoğrafta bir grup üniformalı genç adam tek süsü saksı bitkilerinden ibaret, örtüsüz bir tahta masa etrafında neşeyle yemek yiyip su dolu metal bardaklarını tokuşturuyorlar. Saç kesimleri, en az iki tanesinin gözlüğü ve çevrelerinde onlara hizmet edenlerin saygılı duruşları, masadaki bıçaklar türü detaylar bindokuzyüz otuz sonları veya kırklardan bir grup yedek subay okulu öğrencisi olmaları gerektiğini söylüyor. Rütbeleri yok, yakalarında sınıf işaretleri var ama ne yazık ki seçilemiyor. . İki adet gençten, (celp eri olmalılar) iki tane de sivil (bıyıklı) garson etrafta. Biri bardağa su koyuyor. (Okul, fabrika yemekhelerinde o kalın ve genişçe dipli ağır sürahilerden su içmemiş olanımız var mı acaba?) Masanın bir parça uzağında daha kıdemliye benzeyen başka biri bu gençlere hizmette bir aksaklık olmamasını denetliyor gibi. Garsonlar da dahil herkesin yüzü gülüyor. Genel bir rahatlık, keyif yayılıyor bu fotoğraftan. Çok güzel, baktıkça insan kendini iyi hissetiren bir fotoğraf bu.

Yeme içme bahane. Maksat, muhabbet olsun...

Devam edeceğim.

BvP,
Edited By  Miki

Fotoğraflar: BvP, Yenice Sigarası pakedi ve Eisenhower : internet.

Aralık 11, 2011

Türk'ün Mullus surmuletus'la İmtihanı


Üstte, Mullus surmuletus (Tekir), max. 40 cm.
 Geçen gün TERETEBİR “Karadeniz insanının hamsisizlikten kırılışı”nı irdeleyen muazzam bir gazetecilik şölenine imza atıyordu (hayvanlar kışı daha soğuk olan derin sularda geçirmeyi tercih etmişler bu yıl. İşin özü bu...). Karadeniz kıyılarında mukim bir takım vatandaşlar yana yakıla bu yıl nasıl doyasıya balık yiyemeyip ziyan zebil olduklarını, yöre insanının zaten tüm yediğinin “kara lahana” adlı sebze ve Engraulis encrasicolus olduğunu anlatıyorlardı. İş bu gazetecilik başarısının görsel malzeme ile de süslenmesi gerektiğinden, maalesef Yeni Yüce Türk İnsanı’nın önemli kültürel tökez tellerinden biri “bakın ekranlara nasıl yansıdı”!

Çevresel öğelerle ilişkilendirildiğinde, geçimini suda yaşayan omurgalı hayvanları satarak sürdürdüğü anlaşılan bir görsel malzeme (canlı), arkasındaki tezgahta suda yaşayan pek az omurgalı çeşidi (ölü) ve üzerine “Barbon” yazılı bir karton iliştirilmiş başka canlılar (ölü) vardı… Görsel malzeme (canlı) elinde mikrofon olanın: “peki; vatandaşlar ne yiyebilirler, hangi balığı öneririsiniz?” pasına,  tezgahtaki zarganaları işaret ederek; hamsinin yokluğunda yenebilecek balıklar içinde birinci sırada olduğunu, şifalı ve fosfor yönünden olağanüstü zengin bu canlıyı yiyen vatandaşlarımızın farkı görüp, fevkalade şaşıracaklarını, özellikle ve üstelik kılçığını yemeye kuvvet verseler daha bile iyi olacağını haykırdı…  Deklarasyona devam edecekti ya,  mikrofonu ona uzatan bile sıkılmıştı anlaşılan. Teşekkür edip; yüzünü kameraya, kıçını da görsel malzemeye döndü. O, söylemekle pek gurur duyduğumuz, “Üç tarafı denizlerle çevrili” ülkenin balık satıcılarının bir demet maydanoz kadar zekaya (belki) sahip olduklarını bizlere bu açıklıkla anlatan, üstelik devletin televizyon kanalında yayınlanan program için mesela, bir Su Ürünleri Kooperatifleri Merkez Birliği kınama mesajı yayınladı mı bilmiyorum.

143. Diplodus annularis (İsparoz)
144. Diplodus cervinus (Çizgili isparoz)
145.Diplodus sargus (Sargoz)
146. Diplodus vulgaris (Karagöz)
147. Lithognatmus mormyrus (Mırmır)
Zargananın (Belone vulgaris?) pişirilirken orta kılçığı ve diğer kılçıklarının dönüştüğü güzel yeşil renk, bu hayvanı ve kılçıklarını gözünde başka bir yere oturtuyor elbette. “Şifa” [1] ve “şifalı” bok püsür bizler için fevkalade ehemmiyete haiz. Aloe veralı el kremini “şifa niyetine” çoluğuna çocuğuna yedirenlerden bahisle, budalalık ne kadar artarsa bu bok püsürün de bir o kadar şifabahş olduğu saptanabilir. Ama bu coğrafyanın en büyük sıkıntılardan biri, “balıkçı”ların şu tekir-barbunya sorunsalı ki, çözümünü insanoğlu halen bulabilmiş değil. Küçücük ve kurnaz kafalar niyeyse barbunyadan biraz daha ufak, daha az lezzetli, ama mevsiminde güzel yağlı etinin tavası akılları baştan alıcı tekiri daha nadir ve kıymetli (bence o kadar da şey değildir. Bir parça çamur ve bok kokar, gevşek eti de hemen tüketilmezse çabuk bozulur) barbunya diye satar. Bu konuda pek hassastırlar nedense. Tekir balığı satmak yakışık almaz! Daha kıymetli bir şey satıyormuş kurnazlığından mı; yoksa basitçe, sattıkları şey hakkında bir bok bilmediklerinden mi kaynaklandığını, berlamla mezgiti, istrongilozla izmariti, karagöz (Diplodus vulgaris) ile ispariyi (Diplodus annularis) ayırt edip edemeyeceklerini bilmeme rağmen merak eder dururum.

Batı nasıl borç içinde ve hak etmediği yapay bir refah içinde yaşıyor ise; bizler de anlamını bilmeden/bilemeden/umursamadan okuyup yazmak zorunda olduğumuz kelimelerle, kavramlarla uğraşıyoruz hep… [2] Yediğimiz, ya da satarak “ekmek parası” kazandığımız canlıların adını bile yalan yanlış biliyoruz. Etrafımızdaki dünyaya karşı umursamazlığın cehalete doyduğu o sertleşme anı ise, tekire barbunya deyip, şu yanlış tanımlamayı bile doğru dürüst yazamamak olmalı. Yürrrü koçum, kim tutar seni?

……

Merak ediyorsanız, yanımız yöremizdeki balıkları tanımanın, öğrenmenin avandalığı olabilecek bazı kitaplar da var tabii:
- Genişçe bir katalog ve Akdeniz’deki balık ve diğer deniz ürünlerine ilişkin tarifleri içeren eğlenceli bir dille yazılmış Alan Davidson’un 1972 tarihli “Mediteranean Seafood” kitabı. Bu çok ünlü bir kaynağı Dost Kitabevi 2000 ve 2002 yılında “Akdeniz Balık Yemekleri” adlı ile iki defa bastı. Almaya değer, işe yarar bir şey.

 - Bir zamanlar kitap müzayedelerinde paralı pseudo entelektüellerin acayip fiyatlara aldığı  Bay Karekin Deveciyan’ın (Bu bey İstanbul Balıkhanesi Merkez Müdürlüğü de yapmış, pek bilgili bir zat) 1915 tarihli bir kitabı vardı. “Türkiye’de Balık ve Balıkçılık”. Aras Yayıncılık tarafından 2006 yılında Türkçe olarak basıldı.







- Türkiye denizlerinde yaşayan balık türleri hakkında daha düz bir katalog: Ege Üniversitesi Fen Fakültesi tarafından basılan 1989 tarihli “Türkiye Deniz Balıkları Atlası”. Mater, S., Uçal, O., Kaya, M., Tür sistematiği ve resimler içeren yaklaşık 100 sayfalık faideli bir eser. Denizlerimizde yaşadığı düşünülen yaklaşık 350-400 türün (Akşıray F., 1954 tarihli “Türkiye Deniz Balıkları Tayin Anahtarı” isimli kitabında 363 tür listeler.) iyi bilinen karakteristik örneklerini kapsıyor.

Balıkçı tezgahlarındaki çeşitlerin azlığı sizi yanıltmasın, “Marmara’da Ege’de balık mı kaldı beaaabi” salaklığı yapmayın hemen [3] . Çoğu balık çeşidi tanınıp bilinmediği, nasıl yeneceğine akıl ermediği için artık ortada yok. Kozyatağındaki Carrefour ilk açıldığı yıllarda epey çeşitli balık satılıyordu. Vatoz (gövdesi iki yanlardan kesilip fırınlanırsa kanatları pek güzel olur), mıngri (derisi soyulup dilimlenir ve bir gece sirkede tutulursa, hafif bir yağda yapılan kızartması ipe sapa gelir bir lezzettir.), tirsi ve taze kupez hatırladıklarım. Maalesef artık vongole bile bulunmuyor.

BvP,
Edited By Miki,



- Tekir (Mullus surmuletus) çizimi: BvP.
- Diploduslar: Türkiye Deniz Balıkları Atlasından Tarama, BvP.
- Kitap kapağı taramaları: BvP.
........................
[1] “İnan, Haluk, ezeli bir şifadır aldanmak” . Tevfik Fikret. Haluk'un Defteri.

[2] “Son İmparator” yazmak ne kadar zor olabilir? “Karoser”, veya “sandviç” ? Kamyon arkalarında görmüşsünüzdür mutlak: “Son iprator”, “son imprator”. Ulan, telaffuz bile edemediğin boku neden yazman gerekir? Biliyor musun kelimenin kökünü? “Empera” ne demek? Romalılar neden “divida et empera” diyor? Bunun ne olduğunu bilsen bir şeyler çıkarabilirsin belki. Hadi madem ukalalık edeceksin, yerli malı ukalalık et. “Son hükümdar” yaz… Ama, onu bile yazamazsın sen. Arkaik yaşam tarzın bakış açın ve bu konudaki hevesin mevcut politik iklimin yücelttiği bir şey zaten… “Herkez” mutlu.

“Sandöviç” , “Sandaviş”, “Sandeviç” de, oldukça sık karşılaştığım kelimeler. Kim bilir daha neler vardır, “floresan”ın veya “gardırop”un yazılış biçimlerinden hiç bahsetmeyeceğim bile. Yalnız şunu söyleyeyim: Çocukluğumda Füsun Önal’ın Eurovision Şarkısı “Bigudi”nin değişik kentlerdeki halk jürileri tarafından söyleniş biçimi bende ciddi travmaya sebebiyet vermişti. Benim Anadolulum bu Frenk kelimelerini öğrenmek, doğru telaffuz etmek/yazmak zorunda mı diye de sorabiliriz elbet. Ama, beceremediklerinin doğru Türkçe karşılıkları bulup, öğrenip -en azından onları– doğru yazamaz mı yiğit Yozgatlım mesela? “Prezervatif” gibi zor bir kelimeyi “kaput” olarak çevirişteki zekayı “laboratuar” için niye göstermezsin Sincanlı?

[3] Gerçi çocukluğumda Büyükdere’den Boğazın çıkışına dek kıyı boyunca dallara gerilen iplere asılarak kurutulan ıstakoz sepetleri artık abajur olarak kullanılıyor ama yine de, sözünü ettiğim mahlukat onlar değil.