Emsallerine faiktir

Mart 23, 2014

Ankara'da Stad Oteli ve Türkiye İş Bankası Genel Müdürlük Binası

Portland Binası|Portland Oregon-ABD |
 Kartpostal |1980'ler Michael Graves
Öğrenciliğimde hepimiz şu yandaki binaya hayrandık.  Bütün proje jürilerinde duvarlar bu yapının  kötü, daha kötü, akıl almayacak derecede kötü taklitleri ile dolu olurdu. 1984-85’de hayallerimizi süsleyen bir kahraman “Woman in Red” filmindeki kırmızı elbisesi ve bacaklarıyla  Kelly Le Brock ise, diğeri de  cephenin ortasındaki  kolon – gibi görünen – şeylerin üzerindeki, plastr – gibi görünen -, yükseldikçe cepheden  ayrılan sütun başlığını andırır o  elemandı.  Öyle ki, klasik estetizmin ağırbaşlı öğelerini bu denli maskara eden, cephelerde  kes-yapıştır- kullanan yapıdan kabaca devşirilmiş ögeleri kısa bir süre sonra mimarlık okuduğum kentteki  her türden yapıda görünce hiç şaşırmamıştım. Arolat ailesinin Vakıflar Bankası Ege Bölgesi Müdürlüğü de bunlardan biriydi. Yüzyılın icadı o kare  pencereler, acayip sütun başlığı yorumları  filan, seksenler ve doksanların ortalarına kadar mimarlık okuyan herkesi bizar etti.

Her yerde; özellikle ulaşabildiğimiz, odanın dergisi “Mimarlık”ta (evet, kağıda basılı şeyleri okuyorduk, hem de çok okuyorduk o zamanlar)  “Post Modernizm” denen şey hemen her sayıda anlatılıyor, herkes aklının erdiği, dilinin döndüğünce açıklıyordu bu fenomeni.  “Her şeyden önce post modernizm Türk Mimarlığı’na tarihten  (kendi tarihsel geçmişimizden) korkusuzca yararlanabilme olanağı vermiştir. Teknolojik başarıyı baş köşeye oturtan Modern Mimarlık eylemi içinde Türk Mimarlığı’nın önemli bir rolü olamazdı. Oysa, Post-Modernizm Dönemi’nde “biçim”i ön plana çıkaran bir yaratma anlayışı mimarlığımıza daha geniş bir eylem olanağı sağlayabilir. Bu biçimleri tarihten yararlanarak bulma fırsatları Türk mimarlarının karşısına, herhalde, başka ülkelerin mimarlarından daha sık çıkacaktır (…) Malzemesi “tarih” ve “biçim” olan bir Post-Modernizm’de daha üretken olmamak için bir neden yok.” [1]  Bulunduğumuz coğrafyada bu işin feriştahını yapabilecek malzeme olup, gerçek örnekler elimizin altındaydı. İyonya’da tapınak, İç Anadolu’da Selçuklu kervansarayları, kümbetler gırlaydı da,  yine de ortaya çıkanların çoğu zaman  niye bu kadar berbat ve saçma sapan  olduğunu anlayamıyordum.  

Emekli Sandığı Stad Oteli | Ankara |Kartpostal | 1970'ler
Doğan Tekeli - Sami Sisa 

Stad Oteli |
Cephe Detay
1960'lar (*)
Tüm bunlar olur ve yeni mezun olmuşken, arada yolum Ankara’ya düşerdi ( birkaç kere de İngiliz Arkeoloji Enstitüsüne gittiğimi,  hatta orada bir parti -gibi- şeylere katıldığımı, birkaç ta hoş hamfendi olduğu kesin aklımda da, ne bk yemeye gönderilmiş olduğumu, orada ne işim olduğunu hatırlamıyorum). Başkentimizde gördüğüm bazı binalardan pek hoşlanmazdım.  Hele o brüt beton cepheleri ile yükselen iki tanesi vardı ki, yetmişlerin  Türk  filmlerinde üstü açık arabası,  merserize yarım boğazlı kazağıyla  dolaşan Önder Somer kadar demode gelirlerdi. Geçmiş, bitmişti bunların şeyi. Cephelerinde bir tane bile İyon sütunu yoktu !Biri Ayhan Böke ve Yılmaz Sargın’ın Türkiye İş Bankası Genel Müdürlük Binası  (1976-77) diğeri de Doğan Tekeli – Sami Sisa’nın Ulus’taki Stad Oteli (1970) idi.

Emekli Sandığı bir dönem büyük şehirlerde parasını değerlendirmek ve yeni kaynaklar yaratmak amacıyla oteller yaptırıyordu. Bu oteller projeleri önemli mimarlara çizdirilen prestijli yapılardı. İstanbul’daki  Skidmore  Owings ve Merril’e  (Sedad Hakkı Eldem’de var işin içinde. Muhtemelen “bendeniz dizayn ettim efendim” demiştir bütün proje için), Tarabya Oteli Kadri Erdoğan’a, İzmir Efes Oteli Paul Bonatz’a, Büyük Ankara Oteli ise İsviçreli Marc Saugey’e çizdirildi [2].  Onlar kadar lüks olmaması öngörülen bu şehir otelinin projesi de 1964’de büyük ilgi gören, çok katılımlı bir yarışmada birinciliği kazanan Doğan Tekeli, Sami Sisa ve o dönemde zaman zaman birlikte çalıştıkları Metin Hepgüler’e ait. [3]


Stad Oteli | Cephe Detay | Ekim 2010
Türkiye’de hem mimar hem de “adam” olunabileceğinin kanıtları olan bu iki beyefendinin,- Bay Sami Sisa ve Bay Doğan Tekeli’nin-  yapıları modern Türk Mimarlığının en gerçek,  en  önemli işleri arasında kanımca.  Hani var ya; gazetelerin hafta sonu eklerinde “bugün kendiniz için bir şey yapın” zevzekliği… Hah, siz de ilkeli, dürüst bir adam olmakta inat ederken bir de iyi mimarlık yapmayı kafaya koymuşun hikayesini, Doğan Tekeli’nin “Mimarlık:  Zor Sanat”  kitabını okuyun mesela. 

Yıllar geçtikçe bir zamanlar kaba (doğal olarak; kaba betonarme bırakılmış ağırlıklı cephelerin egemen olduğu, boşluk-doluluk oyunları ile yapıyı bir heykel gibi gören  bu mimari akıma “brütalizm” deniyor)  ve demode bulduğum bu yapıların dürüst, ağırbaşlı betonarme çıplaklıkları, cephelerindeki  incelikli hacimsel oyunları ve bunların yapının diline katkıları ile gerçekten “modern” kimliklere sahip olduklarını fark ettim (benim fark etmem yirmi küsur yıl sürdü, umarım sizinki daha erken olur).

Stad oteli, kent içinde çok katlı konaklama yapısı fonksiyonları ile işi daha kolaydı sanki. Balkonlar, servis alanları, oda ayrımları,on beş odalı tip kat planı yapının/kulenin kabuğunu zaten çiziyor(muş) gibi görünüyordu da,kazın ayağı öyle değildi tabii.  Sanki bu iki beyefendi oturup  planı çizmiş, sonra da hiçbir şeye dokunmadan üzerinden cepheleri taşımışlardı.  Yapıyı bu denli basit, kendi kendine oluşmuş, işlevin maddeleşmiş hali gibi göstermenin; bir bardak su içiyormuş gibi yapmanın ne denli zor bir iş olduğunu ilerleyen yıllarda öğrenecektim.


Stad Oteli | Normal Kat Planı (*)
Doğan Tekeli -Sami Sisa
Halen gelip gittikçe bakıyorum. Otel el değiştirdi, acayip paralar harcanarak yenilendi ve uluslararası bir zincir tarafından işletiliyor.  Son yıllarda beyaza boyadılar, yan duvarında kocaman, işletmecinin adı yazıyor filan ama,  güzelliğinden çok ta bir şey kaybetmedi. Halen,  kırk dört yaşındaki (1964’de tasarlanmakla birlikte yapı 1970’de bitiyor)  bu binanın cephelerindeki, - özellikle oda balkonlarına dikkatli bakalım - çatı bitimindeki ustalıkla, kente katkısı ile boy ölçüşebilecek  pek az “modern” yapı  var o  kentte.  Üst katlarından, balkona çıkınca görülebilecekler de cabası…


Stad Otel Balkondan | Gençlik Parkı ve Ankara | Etnografya Müzesi , Opera, Gar | Aralık 2010

Otel güzeldi, brüttü filan ama... İş Bankasının o ustalıklı, tek bir el hareketi ile tasarlanıp masadan kalkılmışa benzeyen bütünlüklü cephelerini, zeminden güzel bir kavisle incelerek yükselen kütlesini,  kuleye denge kazandıran o az katlı (3 kat)  yan kütleleri  görünce iş değişiyor,  bir zamanların  o demode binası  iki binlerin Ankara ziyaretlerinde artık baş köşeye oturuyordu.


Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü Ankara |Kartpostal | 1970'ler
 Ayhan Böke - Yılmaz Sargın
Epey yüksek (26 kat ve 91.00 metre yükseklik ile uzun süre Ankara'nın en yüksek yapısıydı)  ve dar kesitli bu kulenin (B Blok)  belki de aşırı vurgulanma tehlikesi içindeki dikeyliğe ve donukluğa [4] o çok güzel ayarı veren iki eleman var bence.  Bunlardan  biri  yapıyı çevreleyen  Atatürk  Bulvarı’na Bakan (A ve Kennedy Caddesi [5]  boyunca uzanan C Blok cephelerine hakim yataylık.  Diğeri de, böylesi  yüksek ve iddialı bir prestij yapısında fazla rastlanmayan balkonlar. Çıkan/çıkabilen var mı bilmiyorum ama binayı boylu boyunca kat eden dikey pencere dizilerini ustaca dengelediği kesin.  Soğuk bir iklimde, yapıyı olabildiğince kapatırken  batı güneşini alabilecek şekilde dikkatle  tasarlanmış bu açıklıklar da akıllı usturuplu tasarıma  başka bir örnek.  

Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü Ankara
B ve C Bloklar | Kennedy Caddesinden Görünüş | Ekim 2012


Genel müdürlüğü olarak kullanıldığı yıllarda, A Bloğu Banka üst yönetimi için bürolar, konferans ve sergi  salonu ile şeref holü işgal ediyor.  C Blokta ise Bankanın Başkent Şubesi,  kafeterya,  bilgisayar merkezi var. Arkitekt’teki bina tanıtım yazısında bu özellik,  “otomasyon”  olarak ve büyük harflerle yazılarak vurgulanmış. Yetmişlerin ortalarında bilgisayar filan, acayip işler. “Otomasyon” için ayrılan muhtemelen çok büyük o alanlar aynı şimdilerde ne olarak kullanılıyor acaba? Chicago’daki 1971 tarihli IBM Binasında olduğu gibi o devrin bilgisayar sistemleri için gösterilen özel ihtimam (iklimlendirme vs) burada da  önemli bir rol oynamış gibi.  

Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü Ankara 
B ve C Bloklar |  Ekim 2012
Gelişmiş yangın ve duman dedektörleri, içeriden cam yünü ile izole edilmiş brüt beton yüzeyleri ve HVAC sistemleri ile zamanında göre son derece modern bu yapının  bodrum katında telefon santrali, arşiv, başka bir sergi salonu, teknik servisler var. Zemin üzerindeki 26 katın son ikisi teknik servislere ayrılmış ve  yirmi üçüncü kat ise,  “özel resepsiyonlar için yemek imkanlı kokteyl salonu” şeklinde düzenlenmiş. Dört adet 18 kişilik yüksek hızlı asansör 24. Kattaki “Özel Davet Salonu”na  yirmi beş saniyede ulaşabiliyor.

Türkiye’deki en saygın ve güçlü banka/şirketlerinden  birinin bir zamanlar merkezi olan bu yapıya hiç girmedim. Fakat Bankanın şirket kültürünün, ritüellerinin ve  başrol oyuncularının mikro kozmosunu   oluşturduğuna eminim. Bütün o  “şeref holleri”,   “yemek imkanlı kokteyl salonları” ve özel davet salonlarında yetmişlerde, seksenlerde bulunmuş olmak için neler vermezdim. Keşke  binada çalışmış birisi çıksa da anlatsa o pas parlak cilalı  ve sessiz holleri, topuzlu memureleri, çay ocaklarındaki konuşmaları,  lambrili bürolarında sigaralarını kocaman mermer küllüklere bastırarak söndüren, 24. Katta uzun bardaklarla bir şeyler içip Ankara akşamını süzen  uzun favorili adamları…


Banka İstanbul'a taşındıktan  sonra  yapı Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’na geçti. Şimdi onlar kullanıyor. Nasıl değişiklikler yaptılar, tüm o fiyakalı mekanlar nasıl değişti, “otomasyon” merkezi  ne oldu? Epey merak ettiğim şeyler.

Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü Ankara 
B ve C Bloklar |  Ekim 2012
Meraklısına not : Türkiye İş Bankasının  şu anda kullandığı, Levent'teki bugünkü Genel Müdürlük binalarının projesi , yıllar süren değerlendirme süreci ve  kendilerine yaptırılmamış uygulama çizimleri sırasında yapılan çok çeşitli değişiklikler yüzünden  tanınmaz hale  gelmiş olsa da – özellikle ufak  kulelerin “kavuklu mezar taşlarına “benzeyen çatılarıyla – [6]   Doğan Tekeli – Sami Sisa’ya ait.   Onların hemen yanı başındaki eli yüzü düzgün Yapı Kredi Plaza (1989) ve  yolun karşısındaki Sabancı Center (1993) de Haluk Tümay’la birlikte Ayhan Böke’ye…

İki tane binanın ne çok söyleyeceği var değil mi?

BvP

Fotoğraf ve Taramalar BvP,  

(*) Otel kat planı ve brüt beton cepheye ait taramalar:  Doğan Tekeli-Sami Sisa Projeler-uygulamalar 1954-1974 Kitabından. Proje Bürosunun bu dönem çalışmalarını içeren - doğal olarak - derli toplu ve ipe sapa gelir, Türkçe ve İngilizce olarak iki dilli bu kitapla ilgili yayımcı tarih, fiyat bilgisi yok. Muhtemelen Büronun çalışmalarının sunmak için kendi imkanları ile bastırdığı bir çalışma.
…………..

[1] Kazmaoğlu Mine, Tanyeli Uğur. "1980’li Yılların Türk Mimarlık Dünyasına Bir Bakış". Mimarlık 86/2, Sayı 221 içinde (s:47),

[2] İ.T.Ü Mimarlık Fakültesi Dekanlarından Profesör Hande Suher de,  Ankara Oteli işi alınıp proje çalışmalarına başladığı sıralarda Saugey’in Bürosunda çalışıyor. Anılarda kendisinden istenen otel giriş bağlantılarına ait etütlerin 1957 sonunda Türkiye’ye dönüşünden sonra  uygulanmış olduğunu görüp ,çok memnun olduğun yazıyor. Gerçekten de, çok uzun yıllar boyunca oteller ilgili aklımda kalmış tek şey,  yolu otele bağlayan o çok güzel rampa ve giriş kanopisi idi.  Yıllar sonra tasarlayanın kim olduğunu şimdi hatırlayamadığım bir tesadüfle öğrendim. Hande Suher  İstanbul Elmadağ'daki Eski Sheraton Oteli’ni tasarlayan proje ekibinin de mimarlarından. Akademik kimliğinin yanı sıra uygulamada yönü de  olan bir mimar. Pek ortalıkta görmüyorum ama, basılmış anılarını okumakta yarar var. O dönem mimarlık hayatı ve  anıların sahibinin kalibresi hakkında aydınlatıcı, ilk elden bilgiler içeriyor.
Suher, Hande. “KAMU YARARI”nı Öncelikli Gören Bir Yaşam Öyküsü, İnsanlar Anıldıkça Yaşar. Yapı Endüstri Merkezi – TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi, Ocak 2010.

[3] Tekeli, Doğan. Mimarlık: Zor Sanat. Yapı Kredi Yayınları, Kasım 2012.

[4] Tamay Sütmen’in Ankara’daki Sabancı Kız Yurdu gibi…

[5] Başkent yöneticilerinin cadde ve sokaklara yabancı devlet adamı verme merakı ve sonuçlarından RabindranathTagore  Caddesi ve Limbo  yazısında bir parça bahsetmiştim.

[6] Tekeli, Age  (s:412) Tanımlama kendisine ait ve katılmamak mümkün değil. 

Mart 15, 2014

Zorlutepe Höyüğünde Beklenti ve Gerçek

İnanma. Kendi Kendine Değişmez O...
Bazen kadın dergilerinde dizi oyuncuları ile mankenler ile yapılmış söyleşilere rastlıyorum. “Kibar bir topuz, az önceki çekimimizden kalma yarı makyajlı porselen bir cilt 34-36 beden bir fizik, skinny jean, beyaz bir gömlek. Biblo gibi karşımda otururken…” şeklinde tanımlanıyorlar. 
Toplumun “34-36 beden” kontenjanından başarıya ulaşmış bir kısmı gerçekten pek güzel bu kadınlarının üstün fiziksel niteliklerinin tamamlayıcısı olarak akıllı uslu laflar etmeleri de lazım elbette [1]. Tüketicinin zihnindeki mükemmelliği bütünselleştirme dürtüsünün parçası, doğal bir beklenti bu. Çoğu metinde öyle laflar ediyor/ediyor-muş gibi yapıyorlar ki, çoğu (hırs çıtası daha yüksek olanlar paralı dandik üniversiteleri bitiriyor veya devam ediyor) averaj bir ortaöğretimden fazlasını görmemiş bu beybilerin aslında dizi oyunculuğunu filan boşlamış ta, üniversitede felsefe doktorası yaptıklarını düşünüyor insan. “Ulan… Kızımız yavru gibi amma, dünya ile ilişkisi ve  üzerine söyledikleri de bir o kadar derinlikli… Vay ki vay” demek lazım. Dediğim gibi; kadın güzel,  kıçı-bacağı mütenasipse (34-36 beden fizik), iyi de konuşmak zorunda.

Salakça bir yanılgı bu elbette. Belli nitelik ve özelliklerin bir araya gelişlerinde sonucun nitelikli olması için hepsinin en üst kalibrede olması gerekmiyor. Ya da, üstün (gibi görünen) niteliklerin bir aradalığı üst kalibre bir ürün meydana getirmiyor, ama öyle olsun istiyoruz. Kadın dergilerinin salak okuyucularının –belki- bu beklentisi yüzünden metne yapılan saçmalama enjeksiyonları (“Bu kibir algısı biraz da duruşumdan kaynaklanıyor” son zamanlarda duyduğum en güzellerinden biri) epey sırıtkan olmakla birlikte, zararsız ve fazla pahalıya mal olan bir durum değil. Okursun,  gülüp geçersin. Zaten okunup/bakılıp ya kapı önüne koyup kurtulmak, (çöp toplama saatinde yitip gideceğine duyulan güven) veya oturulan koltukta bırakmak suretiyle “ne halin varsa gör” diyebilmek de her zaman mümkün.

Amaa…  Üstün (gibi görünen) niteliklerin bir araya gelişiyle yeşeren nitelikli ürün beklentisi ve bundan kaynaklanan saçmalık enjeksiyonlarının bir türü var ki, işte ondan kolay kolay kurtulmak mümkün değil. Maalesef çok, ama çok para dökülmüş ve betondan mamul oluyorlar.

Bunlardan bir tanesi de  çok sevdiğim, aradan bir zaman geçince “ulan, üç beş kuruşa tamah edip niye yıktık! Bizde b.ka sürülecek akıl var mı arkadaş? “diye yırtılınacağından emin olduğum Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü’nün yerinde duruyor. Sadece arazisine sekiz yüz milyon dolar dökülmüş, yapımına yayın organlarına/organ yayınlarına inanmak gerekirse bi-buçuk milyar dolar harcanmış, üstelik asık suratlı, ciddi  - hem de çok akıllı laflar eden - pek ünlü mimara yaptırılan projeyi bu denli itici kılan ne? [2]

Var mı Akıl Hakkaten?

“Bu kibir algısı biraz da duruşumdan kaynaklanıyor”

Burada, en kibar ifadeyle oldukça çirkin ve başarısız (elbette, cehaletimden kaynaklanan şahsi görüşüm)  “şey”in pazarlama/reklam ayaklarından biri olarak kullanılan mimarın, yine benzer ama yararsız pazarlama çabasının parçası olarak basılmış Z/mag [3] isimli dergide yayınlanan söyleşideki beyanatını ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum: “Kapitalist üretim ve tüketim mekanizmalarının yönlendirdiği, sermaye egemen toplulukların hegemonyası altındaki güncel ortam; mimarlardan pek de derin anlamlar içermeyen, ama pırıltılı ve fiyakalı yapılar talep ediyor. Herhangi bir bağlamsallık içermeyen, bulunduğu yerle ilişki kurma yöneliminde olmaktansa, farklı, ekstravagan ve gösterişli olmayı tercih eden bu eksen modern dünyada tek çıkar yol gibi”Ünlü mimarın üslubu, kurduğu cümlelerle bir parça Samanyolu tv haberlerindeki o dış ses veya İspanyol zarzuelalarındaki karakterler gibi geliyorsa da kulağa, söylüyor işte namuslu bir şekilde ne yaptığını…

Esasen şöyle ufka bakıp gözlerimi kısarak, belli bir konu hakkında bi çırpıda yirmi altı kelimeden oluşan ipe sapa gelir cümleler sarf etmeyi, “bağlamsallık” ,”görüntüsellik” filan demeyi ben de çok istiyorum ama olmuyor. İşe biraz entelektüel derinlik katmak için tezgahlandığı apaçık  o , “… yolundan ilerlediğiniz usta bir mimar var mı?” ya verilen politik, -  zinhar yaşayan adamlardan örnek vermemek kaydı şartıyla -  hepsi ölmüş gitmiş Nezih Eldem, Turgut Cansever, Haluk Baysal [4]  gibi mimarlardan, özelikle Nezih beyden bir parça etkilenmiş olmasını;(Sedat Hakkı Eldem dışında) yaptığı işe onlar gibi bakmış olmasını kentte yaşayan biri olarak ben de istiyorum ama,o da olmuyor! Bazı mimarları “ilgiyle” takip ediyor usta.“Ancak”, Yunanlı Mimar Pikionis’in(doğal olarak o da ölü) Atina’da Filipapos (Filopappos dese daha doğru olacaktı ya, olur o kadar) tepesinde yaptığı düzenlemenin “eşsiz” olduğunu düşünüyor! Müteveffa Pikionis’in bizim ustanın yazıya konu binası veya binaları ile zerre kadar ilgisi olmamakla birlikte, insan “usta hazır düşünmüşken topa da gireydi bari” diyor. Ayrıca,  Uğur Tanyeli’nin tarihselcilik yönelimi üzerine bu pek az bilinen Yunanlı mimarı örnekleyerek yazdığı yazıyı da okusa sanki fena olmaz. [5]
 
Usta söyleşinin devamında, dahil olduğu “macera”nın detaylarını anlatıyor (bir şeyler almaya gelip  yolun kaybedenler, giriş kodundaki bir galeriden aradaki açık alanı kat edip- buz pisti var ama -   hemen karşıdaki  ötekine geçemeyenler, ışık almayan yüksek tavanlı yitik koridorlarda bir yer kiralayarak “paraya para dememe”  hayali kuran  biçareler için de ciddi bir macera. Doğruya doğru).


En azından Projesi Amerika'da Yaptırılmadı
Uzun uzun, nasıl kılı kırk yarar bir süreçle projenin seçilmiş olduğunu,“hatta” pek çok meslektaşının “obstrüksiyonuna rağmen” sorunsuz bir şekilde tamamlamış olmanın heyecan vericiliğini hep öğreniyoruz. Başka intim detayları da: Usta mimar başlarda Ahmet Zorlu gibi bir kişiliğin böyle alçak gönüllü, öğlenleri masada çay simit idare edilen, mütevazi ve basit  bir büroya itibar etmeyeceğini, kocaman ve ünlü Amerikan proje bürolarından birine“ortalıkta sıklıkla gördüğümüz bon pour l’orient” (bilmeyenler için deyimin Türkçesi de var) proje yaptıracağını düşünüyor. Çünkü “o günlerde Zorlu ailesi hakkında pek bilgim yoktu” (tanısan sen de seversin, diyor bir nev’i).“Tam da o günlerde”…  Bay Zorlu’nun gazetede yayınlanan bir söyleşisini okuyor. Umut verici sözler var burada, kafası biraz karışıyor bizim mimarın.  Sonra… sonra, birkaç gün içinde grubun yöneticileri “Amerika’dan kurumsal ama yavan bir mimarlık bürosu getirtmek yerine”… "Proje yaptıracağımız yavan büroyu yarışmayla seçelim" diyorlar.

Tüm bu “The Fountainhead” tadındaki “macera”da ustanın başka bir hassasiyeti, şeyi de var:  “Bir de arazinin mevcut halini getiriyordum gözümün önüne. Kamu malıydı kamu malı olmasına da, içine Karayolları Kurumu’nun turuncu kamyonlarından başka kimse giremiyordu. Kentin tam ortasında, ulaşılamaz bir ada. Kamu malı ama kamusal değil…” Ustanın duyarlılığı sizin de içinizi burktu değil mi? “Kamu malı ama kamusal değil”... Şimdi kamusal elbette. Sanırsın ki adamcağız (yok, usta değil, mal sahibi bulunan zat) sekiz yüz milyon dolara aldığı arazinin büyük bir bölümünü gezilebilir kocaman bir arboretum, kalanını  izci kampı, azını da  kimsesiz köpek barınağı filan yapmış. Kamusal bir alan elbette; dadıları ve çocukları  ile vakit öldürmeye, para harcamaya gelmiş manken eskilerinin (o markadan gördüm gerçekten) veya benzerlerinin yıllık asgari ücret karşılığı çanta almak için kullandıkları kamusal bir alan.

Belki de -gerçekten -kentin en iddialı parselinde kondurulmuş bu yer tam da o iddianın kurbanı olmuşa benziyor. E, sekiz yüz milyon dolar dökmüş kamu malına biçare; tepe tepe kullanacak, hiçbir şeyi, hiçbir metrekareyi ziyan etmeyecek, nereyi bulursa oraya “yapacak” elbet. Yani,  son derece güdük ve enli, çam kozalağı hüviyetine haiz  şu “rezidans” şeylerini  başka türlü yapmak mümkün değil.  Zavallı arazi ödenen paranın, şişirilen değerinin ağırlığını taşıyamıyor, çöküyor. İçeri fazla çekilmiş, önündeki tuhaf balkon/boşluk alanları ve uzuuun cepheleri ile, Karaköy yolcu salonunun önüne demirleyen o gökdelen bozması garabetlere benzeyişi belki de kaçınılmaz. Ama bir de iyi tarafından bakın: fazladan çıkacak her ev gariban bir teve sunucusunun, bir şarkıcının, nebleyim mankenin filan başını sokacağı bir ev demek. Bir nev'i sosyal sorumluluk projesi mevzuu bahis.

Facilis decensus Averno

Gerçekten öyle… En azından ana girişin oradan. Tatlı bir eğimle, yarı açık maden ocağına iner gibi  “Averno”ya inmeye başlıyoruz. Fakat sonra işin rengi değişiyor. Garajdan çıkıp oraya ulaşmaya çalışırken renk değişimi daha da çabuk oluyor aslında. Yürüyen şeylerle çıkılan yer açık, tanımlı bir başlangıç noktası değil, sıradan bir mağazanın önü! Buradan yüz seksen derece geriye dönüp kendimizi alışveriş deneyimine bırakacağız. Hava ve ışık alan  bir boşluk var sadece ve camla çevrili bu alandan kahvecinin  cigara içmekten hoşlanan müşterileri  - akvaryum içindeymişçesine - istifade ediyor.

Bu merdiven çıkış noktası garabetini müellifin söyleşide de vurguladığı o “kişisel olarak neredeyse tüm ayrıntıların içinde birebir bulunmak yönündeki takıntı”sına bağlıyorum. Sanki ayrıntılar incelenirken aceleden, yorgunluktan çizimler ters tutulmuş da, uygulama o şekilde yapılmış gibi… Ama buna rağmen bir alışveriş merkezi için oldukça basık  alçak tavanları, tanımsız ve yönlendiricilikten, akıştan uzak genel plan şemasını şu ters tutma işi ile açıklamak mümkün değil. Bunlar “iksa çalışmalarında kullanılan çelik halatlar uç uca eklendiğinde yaklaşık olarak 515 kilometre uzunluğa denk” gelen yapıya pek yakışmıyor açıkçası. [6]

 Zemin katlara çörek her biri birer züppelik abidesi olduğu su götürmez lokantaların (buralı yeme-içme uzmanlarının uzun zamandır hasretini çektiği tatlar sunan, şu türlü görgüsüzlüğün), saraciye dükkanlarının, üst katlardaki yedi yüz metre karelik dairelerin ortalama kentli için nasıl “yeni bir kentsel tarif getireceğini, kamusal alan bağlamından önemli bir işlev üstleneceğini” halen anlayamadım. Anlayamadığım başka bir şey de, tescil edilmiş; önemli, temsil ettiği/etmeye soyunduğu mimari duyarlılığın simgesi yapılardan birinin kolayca yıkılmasına ses çıkarmayan - hem fırsatı hem de sorumluluğu varken - itiraz etmeyen, korumayı seçmeyen müellif. 

Son söz;

Dergideki söyleşi/yazıda mevcudun ortaya çıkışında hep mal sahibinin katkısından heyecanından,    işin herkesi nasıl tatmin ettiğinden söz ediliyor. Halbuki benim aklımdaki resim hep şöyle; puslu soğuk bir İstanbul sabahında mal sahibi ve mimar yapının önünde, onu görecek şekilde kaldırımda oturmuş höyüğe bakıyorlar.   Vakit çok erken, yanlarında yarısı içilmiş çaylar tabaklarındaki ucuz alüminyum kaşıklarıyla duruyor. Mal sahibi her zamanki gibi vücuduna sıkıca oturan çift yırtmaçlı ceketi ve parlak kravatı ile çok şık. Etekleri dışarıda koyu renk gömlekli mimarın canı sıkkın, dönüp ; “abi  kusura bakmayın, sizi de mağdur ettik” diyor.  “Olsun be koçum n’apalım, arada olur öyle”

“Kalıplar içinde algılanmaya baştan itirazı olan” bu şeye selamlarımla;

BvP

İlim- İrfan peşindeki hanım kızımızın resmi ( o internetten) dışındakiler BvP.
.....................
[1] Bunlardan bir tanesi, gerçekten kendi aklı ile bir laf etti diye(Bu ne biçim demokrasi? Benim verdiğim oy ile ayaktakımının, dağdaki çobanın oyu eşit olabilir mi?) popülizm okyanusunun derinliklerinde boğduk beybiyi. Erzurum Mandıracılar Derneği Başkanı bile fikir beyan etti. O da kızdı, terk etti  buraları. Konu ile ilgili derin tartışmaları merak ediyorsanız ve boş vaktiniz varsa : http://www.hukuki.net/archive/index.php?t-36309.html

[2] Birbirinden tamamen habersiz, bambaşka işler yapan rahatsız edici (benim için değil; usta mimar ve mal sahibi zat için rahatsız edici!) miktarda tanıdık, eş dost bu binayı bir kerre ziyaret edip, “daha da gelmem” demiş kişiler. Bir yapıyı bu denli antipatik bulmak gerçekten pek sık rastlanan bir durum değil. Hatta bir tanesinin karayolları binası, mimari olarak neler ifade ettiği, yıkımındaki katakulli vs. haberi bile yok-tu (Barış; 39 yaşında, bekar, çok uluslu bir şirkette üst düzey yönetici).

[3] Z/mag: Zorlu Center’ın ücretsiz yayınıdır. 3 aylık dergi. İmtiyaz sahibi Mehmet Emre Zorlu. Yıl :1, Sayı:1, Sonbahar 2013. Tahmin edeceğiniz gibi, koyu renk ve tırnak içindeki alıntılar bu yayından. Metin ve fotoğraflar Z/mag adı anılarak kullanılabiliyor.

[4] Anlaşılmaz bir şekilde Haluk Baysal’ın çok uzun süre ortağı ve yapılan tüm önemli, literatüre geçmiş işlerde birlikte olduğu Melih Birsel’i unutmuş görünüyor. Hiç yakıştıramadım doğrusu…

[5]Dimitri Pikionis Neden Önemli? Ya da İki Karşıt Tarihselcilik”. Tanyeli, Uğur. Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri içinde 109-112. Boyut, 2. Baskı. Kasım 2013.


[6] Politikacıların parasal büyüklükleri  filan  hacimli gösterme çabaları kapsamında olumlu harcamaları, değerleri vs  eski Türk Lirası ile okumaları gibi, burada da; çelik halatlar “515 kilometre” olarak verilirken,  küpeştelerin toplam uzunluğuna  “yaklaşık 17.000 metre” denmiş. 17.000 metre, kilometre olarak okunursa (17 km) daha kısa ve az etkileyici değil mi?