İnanma. Kendi Kendine Değişmez O... |
Toplumun “34-36 beden” kontenjanından başarıya ulaşmış bir kısmı gerçekten pek
güzel bu kadınlarının üstün fiziksel niteliklerinin tamamlayıcısı olarak akıllı
uslu laflar etmeleri de lazım elbette [1]. Tüketicinin zihnindeki mükemmelliği
bütünselleştirme dürtüsünün parçası, doğal bir beklenti bu. Çoğu metinde öyle
laflar ediyor/ediyor-muş gibi yapıyorlar ki, çoğu (hırs çıtası daha yüksek
olanlar paralı dandik üniversiteleri bitiriyor veya devam ediyor) averaj bir
ortaöğretimden fazlasını görmemiş bu beybilerin aslında dizi oyunculuğunu filan
boşlamış ta, üniversitede felsefe doktorası yaptıklarını düşünüyor insan. “Ulan… Kızımız yavru gibi amma, dünya ile
ilişkisi ve üzerine söyledikleri de bir
o kadar derinlikli… Vay ki vay” demek lazım. Dediğim gibi; kadın güzel, kıçı-bacağı mütenasipse (34-36 beden fizik),
iyi de konuşmak zorunda.
Salakça bir yanılgı bu elbette.
Belli nitelik ve özelliklerin bir araya gelişlerinde sonucun nitelikli olması
için hepsinin en üst kalibrede olması gerekmiyor. Ya da, üstün (gibi görünen)
niteliklerin bir aradalığı üst kalibre bir ürün meydana getirmiyor, ama öyle
olsun istiyoruz. Kadın dergilerinin salak okuyucularının –belki- bu beklentisi
yüzünden metne yapılan saçmalama enjeksiyonları (“Bu kibir algısı biraz da
duruşumdan kaynaklanıyor” son zamanlarda duyduğum en güzellerinden biri) epey
sırıtkan olmakla birlikte, zararsız ve fazla pahalıya mal olan bir durum değil.
Okursun, gülüp geçersin. Zaten okunup/bakılıp
ya kapı önüne koyup kurtulmak, (çöp toplama saatinde yitip gideceğine duyulan
güven) veya oturulan koltukta bırakmak suretiyle “ne halin varsa gör”
diyebilmek de her zaman mümkün.
Amaa… Üstün (gibi görünen) niteliklerin bir araya
gelişiyle yeşeren nitelikli ürün beklentisi ve bundan kaynaklanan saçmalık
enjeksiyonlarının bir türü var ki, işte ondan kolay kolay kurtulmak mümkün
değil. Maalesef çok, ama çok para dökülmüş ve betondan mamul oluyorlar.
Bunlardan bir tanesi de çok sevdiğim, aradan bir zaman geçince “ulan, üç beş kuruşa tamah edip niye yıktık!
Bizde b.ka sürülecek akıl var mı arkadaş? “diye yırtılınacağından emin
olduğum Karayolları 17. Bölge Müdürlüğü’nün yerinde duruyor. Sadece arazisine
sekiz yüz milyon dolar dökülmüş, yapımına yayın organlarına/organ yayınlarına
inanmak gerekirse bi-buçuk milyar dolar harcanmış, üstelik asık suratlı,
ciddi - hem de çok akıllı laflar eden -
pek ünlü mimara yaptırılan projeyi bu denli itici kılan ne? [2]
“Bu kibir algısı biraz
da duruşumdan kaynaklanıyor”
Burada, en kibar ifadeyle oldukça
çirkin ve başarısız (elbette, cehaletimden kaynaklanan şahsi görüşüm) “şey”in pazarlama/reklam
ayaklarından biri olarak kullanılan mimarın, yine benzer ama yararsız pazarlama
çabasının parçası olarak basılmış Z/mag [3] isimli dergide yayınlanan söyleşideki beyanatını ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum: “Kapitalist üretim ve tüketim
mekanizmalarının yönlendirdiği, sermaye egemen toplulukların hegemonyası
altındaki güncel ortam; mimarlardan pek de derin anlamlar içermeyen, ama
pırıltılı ve fiyakalı yapılar talep ediyor. Herhangi bir bağlamsallık
içermeyen, bulunduğu yerle ilişki kurma yöneliminde olmaktansa, farklı,
ekstravagan ve gösterişli olmayı tercih eden bu eksen modern dünyada tek çıkar
yol gibi”. Ünlü mimarın üslubu, kurduğu cümlelerle bir parça Samanyolu
tv haberlerindeki o dış ses veya İspanyol zarzuelalarındaki karakterler gibi
geliyorsa da kulağa, söylüyor işte namuslu bir şekilde ne yaptığını…
Esasen şöyle ufka bakıp gözlerimi kısarak,
belli bir konu hakkında bi çırpıda yirmi altı kelimeden oluşan ipe sapa gelir cümleler
sarf etmeyi, “bağlamsallık” ,”görüntüsellik” filan
demeyi ben de çok istiyorum ama olmuyor. İşe biraz entelektüel derinlik katmak
için tezgahlandığı apaçık o , “…
yolundan ilerlediğiniz usta bir mimar var mı?” ya verilen politik, - zinhar yaşayan adamlardan örnek vermemek kaydı
şartıyla - hepsi ölmüş gitmiş Nezih
Eldem, Turgut Cansever, Haluk Baysal [4] gibi
mimarlardan, özelikle Nezih beyden bir parça etkilenmiş olmasını;(Sedat Hakkı
Eldem dışında) yaptığı işe onlar gibi bakmış olmasını kentte yaşayan biri
olarak ben de istiyorum ama,o da olmuyor! Bazı mimarları “ilgiyle” takip ediyor usta.“Ancak”, Yunanlı Mimar Pikionis’in(doğal
olarak o da ölü) Atina’da Filipapos (Filopappos dese daha doğru olacaktı ya,
olur o kadar) tepesinde yaptığı düzenlemenin “eşsiz” olduğunu düşünüyor! Müteveffa Pikionis’in bizim ustanın
yazıya konu binası veya binaları ile zerre kadar ilgisi olmamakla birlikte,
insan “usta hazır düşünmüşken topa da gireydi bari” diyor. Ayrıca, Uğur Tanyeli’nin tarihselcilik yönelimi
üzerine bu pek az bilinen Yunanlı mimarı örnekleyerek yazdığı yazıyı da okusa sanki
fena olmaz. [5]
Usta söyleşinin devamında, dahil
olduğu “macera”nın detaylarını
anlatıyor (bir şeyler almaya gelip yolun kaybedenler, giriş kodundaki bir
galeriden aradaki açık alanı kat edip- buz pisti var ama - hemen karşıdaki ötekine geçemeyenler, ışık almayan yüksek
tavanlı yitik koridorlarda bir yer kiralayarak “paraya para dememe” hayali kuran
biçareler için de ciddi bir macera. Doğruya doğru).
En azından Projesi Amerika'da Yaptırılmadı |
Uzun uzun, nasıl kılı kırk yarar bir süreçle
projenin seçilmiş olduğunu,“hatta”
pek çok meslektaşının “obstrüksiyonuna
rağmen” sorunsuz bir şekilde tamamlamış olmanın heyecan vericiliğini hep
öğreniyoruz. Başka intim detayları da: Usta mimar başlarda Ahmet Zorlu gibi bir
kişiliğin böyle alçak gönüllü, öğlenleri masada çay simit idare edilen,
mütevazi ve basit bir büroya itibar
etmeyeceğini, kocaman ve ünlü Amerikan proje bürolarından birine“ortalıkta sıklıkla gördüğümüz bon pour l’orient”
(bilmeyenler için deyimin Türkçesi de var) proje yaptıracağını düşünüyor. Çünkü
“o günlerde Zorlu ailesi hakkında pek
bilgim yoktu” (tanısan sen de seversin, diyor bir nev’i).“Tam da o günlerde”… Bay Zorlu’nun gazetede yayınlanan bir
söyleşisini okuyor. Umut verici sözler var burada, kafası biraz karışıyor
bizim mimarın. Sonra… sonra, birkaç gün
içinde grubun yöneticileri “Amerika’dan
kurumsal ama yavan bir mimarlık bürosu getirtmek yerine”… "Proje
yaptıracağımız yavan büroyu yarışmayla seçelim" diyorlar.
Tüm bu “The Fountainhead”
tadındaki “macera”da ustanın başka bir hassasiyeti, şeyi de var: “Bir
de arazinin mevcut halini getiriyordum gözümün önüne. Kamu malıydı kamu malı
olmasına da, içine Karayolları Kurumu’nun turuncu kamyonlarından başka kimse
giremiyordu. Kentin tam ortasında, ulaşılamaz bir ada. Kamu malı ama kamusal
değil…” Ustanın duyarlılığı sizin de içinizi burktu değil mi? “Kamu malı ama kamusal değil”... Şimdi
kamusal elbette. Sanırsın ki adamcağız (yok, usta değil, mal sahibi bulunan
zat) sekiz yüz milyon dolara aldığı arazinin büyük bir bölümünü gezilebilir
kocaman bir arboretum, kalanını izci
kampı, azını da kimsesiz köpek barınağı
filan yapmış. Kamusal bir alan elbette; dadıları ve çocukları ile vakit öldürmeye, para harcamaya gelmiş
manken eskilerinin (o markadan gördüm gerçekten) veya benzerlerinin yıllık
asgari ücret karşılığı çanta almak için kullandıkları kamusal bir alan.
Belki de -gerçekten -kentin en
iddialı parselinde kondurulmuş bu yer tam da o iddianın kurbanı olmuşa
benziyor. E, sekiz yüz milyon dolar dökmüş kamu malına biçare; tepe tepe kullanacak,
hiçbir şeyi, hiçbir metrekareyi ziyan etmeyecek, nereyi bulursa oraya “yapacak”
elbet. Yani, son derece güdük ve enli, çam
kozalağı hüviyetine haiz şu “rezidans”
şeylerini başka türlü yapmak mümkün
değil. Zavallı arazi ödenen paranın,
şişirilen değerinin ağırlığını taşıyamıyor, çöküyor. İçeri fazla çekilmiş,
önündeki tuhaf balkon/boşluk alanları ve uzuuun cepheleri ile, Karaköy yolcu
salonunun önüne demirleyen o gökdelen bozması garabetlere benzeyişi belki de
kaçınılmaz. Ama bir de iyi tarafından bakın: fazladan çıkacak her ev gariban bir
teve sunucusunun, bir şarkıcının, nebleyim mankenin filan başını sokacağı bir
ev demek. Bir nev'i sosyal sorumluluk projesi mevzuu bahis.
Facilis decensus Averno
Gerçekten öyle… En azından ana
girişin oradan. Tatlı bir eğimle, yarı açık maden ocağına iner gibi “Averno”ya inmeye başlıyoruz. Fakat sonra işin
rengi değişiyor. Garajdan çıkıp oraya ulaşmaya çalışırken renk değişimi daha da
çabuk oluyor aslında. Yürüyen şeylerle çıkılan yer açık, tanımlı bir başlangıç
noktası değil, sıradan bir mağazanın önü! Buradan yüz seksen derece geriye
dönüp kendimizi alışveriş deneyimine bırakacağız. Hava ve ışık alan bir boşluk var sadece ve camla çevrili bu
alandan kahvecinin cigara içmekten hoşlanan müşterileri - akvaryum içindeymişçesine - istifade ediyor.
Bu merdiven çıkış noktası
garabetini müellifin söyleşide de vurguladığı o “kişisel olarak neredeyse tüm ayrıntıların içinde birebir bulunmak
yönündeki takıntı”sına bağlıyorum. Sanki ayrıntılar incelenirken aceleden,
yorgunluktan çizimler ters tutulmuş da, uygulama o şekilde yapılmış gibi… Ama
buna rağmen bir alışveriş merkezi için oldukça basık alçak tavanları, tanımsız ve
yönlendiricilikten, akıştan uzak genel plan şemasını şu ters tutma işi ile
açıklamak mümkün değil. Bunlar “iksa
çalışmalarında kullanılan çelik halatlar uç uca eklendiğinde yaklaşık olarak
515 kilometre uzunluğa denk” gelen yapıya pek yakışmıyor açıkçası. [6]
Zemin katlara çörek her biri birer züppelik
abidesi olduğu su götürmez lokantaların (buralı yeme-içme uzmanlarının uzun
zamandır hasretini çektiği tatlar sunan, şu türlü görgüsüzlüğün), saraciye dükkanlarının,
üst katlardaki yedi yüz metre karelik dairelerin ortalama kentli için nasıl “yeni bir kentsel tarif getireceğini, kamusal
alan bağlamından önemli bir işlev üstleneceğini” halen anlayamadım. Anlayamadığım
başka bir şey de, tescil edilmiş; önemli, temsil ettiği/etmeye soyunduğu mimari duyarlılığın simgesi yapılardan birinin kolayca yıkılmasına ses
çıkarmayan - hem fırsatı hem de sorumluluğu varken - itiraz etmeyen, korumayı seçmeyen müellif.
Son söz;
Dergideki söyleşi/yazıda mevcudun ortaya
çıkışında hep mal sahibinin katkısından heyecanından, işin herkesi nasıl tatmin ettiğinden söz ediliyor. Halbuki benim
aklımdaki resim hep şöyle; puslu soğuk bir İstanbul sabahında mal sahibi ve
mimar yapının önünde, onu görecek şekilde kaldırımda oturmuş höyüğe bakıyorlar. Vakit çok
erken, yanlarında yarısı içilmiş çaylar tabaklarındaki ucuz alüminyum kaşıklarıyla
duruyor. Mal sahibi her zamanki gibi vücuduna sıkıca oturan çift yırtmaçlı ceketi ve parlak kravatı ile çok şık. Etekleri dışarıda koyu renk gömlekli
mimarın canı sıkkın, dönüp ; “abi kusura bakmayın, sizi de mağdur ettik”
diyor. “Olsun be koçum n’apalım, arada olur
öyle”
“Kalıplar içinde algılanmaya baştan itirazı olan” bu şeye selamlarımla;
BvP
İlim- İrfan peşindeki hanım kızımızın resmi ( o internetten) dışındakiler BvP.
.....................
[1] Bunlardan bir tanesi,
gerçekten kendi aklı ile bir laf etti diye(Bu ne biçim demokrasi? Benim
verdiğim oy ile ayaktakımının, dağdaki çobanın oyu eşit olabilir mi?) popülizm
okyanusunun derinliklerinde boğduk beybiyi. Erzurum Mandıracılar Derneği
Başkanı bile fikir beyan etti. O da kızdı, terk etti buraları. Konu ile ilgili derin tartışmaları
merak ediyorsanız ve boş vaktiniz varsa : http://www.hukuki.net/archive/index.php?t-36309.html
[2] Birbirinden
tamamen habersiz, bambaşka işler yapan rahatsız edici (benim için değil; usta
mimar ve mal sahibi zat için rahatsız edici!) miktarda tanıdık, eş dost bu
binayı bir kerre ziyaret edip, “daha da gelmem” demiş kişiler. Bir
yapıyı bu denli antipatik bulmak gerçekten pek sık rastlanan bir durum değil. Hatta
bir tanesinin karayolları binası, mimari olarak neler ifade ettiği, yıkımındaki
katakulli vs. haberi bile yok-tu (Barış; 39 yaşında, bekar, çok uluslu bir şirkette
üst düzey yönetici).
[3] Z/mag: Zorlu
Center’ın ücretsiz yayınıdır. 3 aylık dergi. İmtiyaz sahibi Mehmet Emre Zorlu. Yıl
:1, Sayı:1, Sonbahar 2013. Tahmin edeceğiniz gibi, koyu renk ve tırnak içindeki
alıntılar bu yayından. Metin ve fotoğraflar Z/mag adı anılarak
kullanılabiliyor.
[4] Anlaşılmaz bir
şekilde Haluk Baysal’ın çok uzun süre ortağı ve yapılan tüm önemli, literatüre
geçmiş işlerde birlikte olduğu Melih Birsel’i unutmuş görünüyor. Hiç
yakıştıramadım doğrusu…
[5] “Dimitri Pikionis Neden Önemli? Ya da İki
Karşıt Tarihselcilik”. Tanyeli,
Uğur. Rüya, İnşa, İtiraz: Mimari Eleştiri Metinleri içinde 109-112. Boyut, 2.
Baskı. Kasım 2013.
[6]
Politikacıların parasal büyüklükleri
filan hacimli gösterme çabaları
kapsamında olumlu harcamaları, değerleri vs
eski Türk Lirası ile okumaları gibi, burada da; çelik halatlar “515 kilometre” olarak verilirken, küpeştelerin toplam uzunluğuna “yaklaşık
17.000 metre” denmiş. 17.000 metre, kilometre olarak okunursa (17 km) daha
kısa ve az etkileyici değil mi?
2 yorum:
Yazınızın "Sanırsın ki adamcağız..."lı bölümüne kahkahalarla güldüğümü belirtmeden edemeyeceğim Sayın Baron.
Evet, yazarken ben de güldüm ama, oraya "yaparken" beyefendi daha çok gülmüş müdür? Diye de düşünmeden edemiyorum.
Yorum Gönder