Emsallerine faiktir

Şubat 21, 2009

Steril Kamışlı Ersu

Sanırım seksenlerin sonlarıydı. Büyük bir tekstil grubunun, Dalan dönemi talanından sebeplenmek üzere kurduğu inşaat şirketinde çalışıyordum. Doğru, seksen sekiz falan olmalı ki, beni işe alan yeni proje müdürüm-eski üniversite hocamla, şirkete ait şteyşın bir reno onkinin arkasında, kırmızı giymiş kaknem karılara bakıp “horror in red” diye maskaralıklar yapıyorduk . Kelly Le Brock’un oynadığı 84’yapımı “Woman in Red” filmi anca gelmişti yurduma.[1] Bu neş’eli yolculuklardan birinde Beşiktaş’tan Ihlamur’a çıkarken sağda, belediyenin yeni açtığı kaynak suyu satma şeyi ile burun buruna geldim. Adı ne hikmetse “ERSU” olan, proses aşamalı kaynak suyu bana baktı ben ona. Bu ersu’nun bir de, sevk-i kabil olanı vardı, şimdilerin bardak boyu içme suyu işte. Fakaaat, burada işin içine bir özellik, bir yardımcı cihaz müdahildi. Onu eğer istersen ince bir pipeti şeffaf kutunun biryerlerine saplayıp içebiliyordun. Hah; şimdi oldu mu sana ürünün adı “steril kamışlı ersu”! Sonraki birkaç haftayı epey eğlenceli geçirdik. Karılara falan bakmaya gerek kalmadı.
Araştırmacı kişiliğimle, bu olayın ışığında muhtelif tespitlerde bulundum:

1. Adın Kelly Le Brock gibi falan gibi havalı da olsa, Hollywood yıldızı da olsan, evrensel tufaya düşüp parası var diye, bir öküzle evlenebiliyordun (Bu bir refleks). O öküz de seni eşek sudan gelene kadar dövebiliyordu. (Bu da refleksin yüksek olasılıklı bir sonucu)
2. Salaklık umduğumdan daha yaygın bir şeydi. (Bu işten önce iki yılımı geçirdiğim araştırma enstitüsünde, öncesinde üniversitede pek nadir rastladığım bu özellikle ilerideki yıllarda daha sık karşılaşacak ama bir türlü alışamayacaktım.
3. Ortalıkta bu kadar dalyarak varsa, onlarla didişmek, sinirlenmek faydasızdı. Ancak dalga geçmek, onlara gülmek sağlıklı bir çıkış yolu olabilir-miydi? (Bunu her zaman başaramadım. Otuz beş yaşında, bu ibneler yüzünden iki defa kalp krizi geçirmek icap etti)
4. Nereye gidersen git, nerede olursan ol, her zaman çevreye dikkatle bakmak gerekiyordu. Detaylar ıskalanmamalıydı. Ancak bu sayede dayanabilirdin. (Mesela E-5’den Havaalanı’na gidiyorsan; Bahçelievler’e geldiğinde, kafanı sola çevir, Yolu bir Kanyonun duvarı gibi sınırlayan iş hanlarından birinin penceresi altına asılmış ufacık “Vagisan Tic. A.ş.” tabelasını görmemezlik etme…Yıllarca “Vay be plastik vagina sanayi kurmuş benim müteşebbisim ha, helal !” diye dalgamı geçtim. Bilahare kendi halinde bir tekstil firması olduğunu öğrendim maalesef).
Saygılar Sunarım.

[1] Sonra gitti Steven Seagal adlı bir ayı ile evlendi bu kaltak. Ayı’da verdi odunu, verdi odunu. (Yok, öylesi değil, dayak attı. Bildiğin “aile içi şiddet”)
Edited By Miki

Her Türk'e Lazım Güzel Sözler I

"Senin tuttuğun fare kadar benim siktiğim kedi var"
-Behzat Ç.-

Serbes, Emrah. "Her Temas İz Bırakır -Bir AnKara Polisiyesi-"
İletişim Yayınları. 2. Baskı, 2007.

Şubat 17, 2009

Bir Türk Büyüğü : Hazret-i Valentin

Her yıl Şubart ayında çok mühim kutlamamız var bir süredir. “Sevgililer Günü” günü adı altında cereyan eden bu kolektif maskaralığın önemini kavrayabilmiş değilim el’an. Damakta ne bileyim, bir “Kabotaj Bayramı” tadı bırakıyorsa da sanki daha kötüsü. Yurdumda ne olduğu bile anlaşılmadan kutlanan günlerin içine puştluk karışmış olanı.

Batının “Aziz Valentin Günü” olarak götünden uydurduğu, esasen Hristiyan Dünyası ile bile ilgisi olmayan bu pagan adetinin Roma’da her yıl on dört şubatta Faunus ve Lupercus adına kutlandığı, genç erkeklerin Faunus adına kurban ettikleri keçi ve köpeklerin yüzmüş oldukları derilerini ince şeritler halinde kesip - ki, bunlara Februa deniyor, February - Şubat ayı da oradan gelmekte - kentteki karı kıza bunlarla gelişi güzel vurduğu, bu şeritlerin denk geldiği ablalardan biri ile gelecek festivale kadar halvet olabileceği, hani şu iç gıcıklayıcı "dost hayatı"na teşne bir festival olduğunu… anlatmayı düşündüm, o Cumartesi akşamı metroda karşımızda oturan elinde bir adet gül tutan başörtülü hanım kızımıza ve yandaki koltuğu işgal eden yarra-tığa. Ama üşendim hakkaten. Bunları anlatınca, mevzuubahis adetin Roma’da en azından 325’e kadar devam ettiğini ve Hristiyanlığı kabul eden İmparator Constantine’nin durumu kökten değiştirmek yerine bazı noktaları eğip bükmekle yetindiğini (bizim Valentin tam burada bordroya alınıyor işte) falan anlatmak gerekecekti… Ben de sıkıldım. Aslında o akşam İstiklal Caddesi’ni işgal eden ve “kutlamalar”da bulunan hayvanlara anlatmalıydım belki. “Olm bak, sapına kadar abazasınız, ilacınız bende. Var ya, kesin şurdan bi köpek...yüzün derisini.... Sonrasında neler olacağını anlatıcam ben size ” desem… Ama sosyal hayata bu kadar müdahil olmayı istemedim doğrusu. Kanaat önderleri, gül satıcıları, siktirici binbir türlü ıvır zıvır esnafı, mücevherat süpermarketleri ve eğlence yeri sahipleri vs. yeterliydi. Ben bilir bilmez burnumu sokmayayım dedim.

Devrisi gün, konuyu yakinen takip eden ve ilgilenen başka bir grup olduğunu da fark edince daha bir rahatladım. Bunlar, nedense bir sabah yataktan kan ter içinde eşofman türü pijamaları ile fırlayarak sadık hizmetkarlarımız olma isteği duymuş bir grup sevimli, dürüst insandı. İşin içinde kurtlar, din, sevgi /aşk bok püsür (seks yok elbette; şöyle köppekler gibi, ter içinde, bağıra çağıra, inleyerek - o gece pek çok çiftin başardığı şekil) olunca konuyla ilgilenmişler, bizleri de teker teker şeydemeyecekleri için, münasip bir fon - mezarlık duvarı - önünde duygularını dile getirmişlerdi…

Şimdi helecanla kabotaj bayramını bekliyorum…

Edited By Miki

Şubat 08, 2009

Van Minüt

“Van minüt, van minüüüt” şeklinde haykırdı koltukta oturan bıyıklı zat. Çok öfkelendiği belliydi. Solundaki yaşlı beye gözüm takıldı bir an. Hafifçe geriye kaykılmış, olası bir darbeyi savuşturmaya hazırlanıyordu. “Hah, geliyor şanlı Osmanlı tokadı; yaşlısın maşlısın dinlemeyip, şimdi ekleyecek iki tane” dedim kendi kendime. Heyecan içinde ineceği anı bekledim. Şaaaak şuuuk. Fakat olmadı. Duyuramadık Türk’ün sesini. Bıyıklı, uzun boylu, kol düğmeli zat o meyanda yandaki yavşaa elense ile, Tevrat’tan bir şeyler okumak arasında git-gel gerilimi yaşıyordu. Elindeki enine tutulmuş adört kağıdı gördüm. Ben, “Ulan heyvah, İbranice’de biliyor: orjinalinden okuyacak sakın?” düşüncesi ile boğuşurken o, kafasını ve boynunu bir burgaç gibi saran kahpe kablolardan, zincirlerini koparan bir aslan haşmetiyle boğuşarak kurtuldu… Hemen yanında birkaç dakka öncesinin esen gürleyen İsrailli devlet adamı gitmiş, korkudan oturduğu sandalyeye büzülmüş bir iktiyar gelmişti (Bunlar böyle korkak olurlar işte). Hafif yükseltilmiş o yerden inerken esmer başka bir bey ayağa kalkıp kucaklar gibi şey yaptı. Yandaki diğer yaşlı da -çekik gözlü olan- el hareketi ile oturttu onu. Sekreter miymiş neymiş… Ne geceydi be!
Gerçekten ne geceydi. Doğu’nun Batı’yı anlamadığı, Batı’nın Doğu’yu anlamadığı, benim ise hiçbir şeyi anlamadığımı anladığım bir uyanış anı. Şükürler olsun medya var, düblüve düblüve düblüve davosfatihidotkom filan var da, aydınlanıyorum. Batı dünyası bence tüm bilgeliğine rağmen; o gece bir şeyde, hatta iki şeyde kısa kaldı.

Şey bir: Türk insanı şakır şukur öpüşür kola girmeyi mola girmeyi sever de, Konuşma sırasında el kol sürtünmesinde hoşlanmaz nedense “konuşurken elin kolun oynamasın arkadaşım” diye bir olgu vardır buralarda. Söz konusu olgu, liberaluygarvekuul radyo televizyon yorumcuları tarafından “Kimseee, Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanına…” şeklinde günler geceler boyu elektromanyetik dalgalar halinde yayılıp, maalesef ses ve görüntü olarak evlerimizde geldi buldu bizleri.
Şey iki: Hiç kimse, hiçbir kuvvet bir Türk’e sesini, bulunulan ortamda o Beyfendi’nin eşi filan varsa yükseltemez. Olmaz böyle bişey. Kendisine söz verilmiş olan ilk on dakika agresif bir tarzda fikir beyanatlarında bulunmuş olsa bile. Bu konu da üzerinde enine boyuna tartışıldı. Hepimiz aynı kanaatteydik elbette. İlk on dakikalık konuşmada yükseltilen tansiyondan, provokatif tavırdan pek söz edilmedi ama olsun. Bizim için önemli olan hanımefendinin vücut kimyasının bozuluşu oldu. Hem, o da mevzuya fevkalade hassas. Yemek düzenledi, först leydileri topladı, şiirler okundu filan.

Gümbür gümbür ses getiren, Doğu dünyasındaki yığınları plastik terliklerle sokağa döken, Batının ise pek umursamaz göründüğü ama, hesabın sonradan çıkarılıp önümüze konacağından emin olduğum bu aslanlık konusunda ortak fikir pek olumlu. Devrisi gün, muhtemelen dışişlerindeki bazı bürokratlar dışında herkes yeniden doğmuş gibi hissetti kendini. Güneş bi başka doğdu yurdumun ve Ortadoğu’nun üzerine. Havaalanında çoşkuyla karşıladık, ossat internet siteleri kuruldu, ikibinin üzerinde vatandaş “duygu ve düşünce”lerini deklare etti.
Ama, sınırları oldukça dar bir dünya görüşü ve küt iç politik hesaplarla tertiplenmiş, gururla şakşaklanan bu efeliğin ilerideki sonuçları ile yaşamak zorunda kalacak olan bu ülkedeki yegane kişiyim anlaşılan. O yüzden yanlızca benim canımı sıktı bu durum.
Edited by Miki