Emsallerine faiktir

Aralık 30, 2012

Didymaion

Helenistik Didymaion  | Apollo Tapınağı | M.Ö. 300 - M.S. 200
2011


Helenistik Didymaion  | Apollo Tapınağı | Kanatlı Griffon |  M.Ö. İkinci Yüzyılın İlk Yarısı
2011

2013 yılının yazılacaklar listesinde... 


Fotoğraflar: BvP

Aralık 16, 2012

Tunalı Hilmi II

Sheraton Ankara
von Gerkan Marg und Partner | 1991 
Kuğulu parkın yanından Tunus Caddesi boyunca ilerleyelim.  Bir parça yukarıda Von Gerkan nam kefere mimarın bina ettiği Sheraton oteli de sırıtıyor, göz kırpıyor filan ya, şimdilik ona bulaşmıyoruz. Zaten o hep gıcır gıcır, saçları taralı efendi  çocuk gibi. Ne doğramaları çürür, ne de bahçesinde gereksiz ot bürür. Üstelik 143 metre boyunda. 
Bu yol hem Atatürk Bulvarı boyunca dizili çoğu iddialı yapıyı ana cephelerinden değil de, arka cephelerinden ve yoğun yapı dokusu içinden seçmek,  hem de, özel kişi ve kurumlara ait nispeten mütevazi yapı örneklerini fark etmek için daha uygun. Çevre verileri göz önünde tutulmaksızın biçimlenmiş  çalışan, çoğu ilginç bu yapıların “tek başına” duruşları  onlara ilginçliklerinden pek bir şey kaybettirmiyor. 
Fakat bulvar üzerindeki güzel bir yapıdan  söz etmesem, bir iki fotoğrafını yazıya sokuşturmasam olmaz. Maalesef Emek İş Hanı’nın  arkasından -afedersiniz- bir bok görmek mümkün değil. 1960 tarihli Emekli Sandığı Mimarlık Ofisi tasarımı Emek iş Hanı. Alçak kütlenin cephesindeki güzel açık/kapalı oyunları,  yerden yükselen sağır betonarme yüzeylerin (plakların diyelim) birbiri ile açısal ilişkileri ve cephedeki şık güneş kırıcılar filan, ancak ön cepheden izlenebiliyor. Çok Katlı büro kütlesi ile de usturuplu,  dönem rasyonalizmine iyi bir örnek bence.  Bu yapı da pek çokları gibi,  çağdaş mimarlığımız içinde önemli bir yere sahip değil  (ama civarda  önemli, ipe sapa gelir örnekler de var hakkaten).  Eh, doğru ama, benzer ve çok bilinen, tekrarlanan birkaç örnek dışında, çağına benzemeye çalışan ve kıvırabilmiş bir yapıyı övmekte de sakınca yok. 
Civarda altmışların güzel ve alçakgönüllü stereotip  konut mimarisi örneklerinden bol miktarda var, nispeten de  iyi korunmuşlar. Bu yapıları zerafetleri yüzünden hep çok beğeniyorum ama, özellikle yapıldıkları dönemde kötü ahşap doğramalarla kaplı tek ve incecik cam geniş yüzeylerin Ankara gibi bir iklimde içindekineler neler yaşatmış olduğunu tahmin etmek beni üzüyor. İnsanlar belki de kış uykusuna yatıyor-du, kim bilir? Yapıldıkları dönemin modern anlayışı özellikle balkonlara vurgu yapıyor,  farklılığı oralarda arıyor. Miki'yle durup durup insanların balkonlarına dik dik bakıyoruz.  Bakmakla kalmayıp fotoğraflarını da çekiyoruz. Bi pencere açılsa aniden; bağırıp çağırmaya başlasa birileri, ne deriz? Günün pek erken bir saati de, bizim bilimsel dikiz işi sarpa sarmıyor.


Biraz ilerde dikkati ilk çeken şey Gündüz Özdeş’in 1992 tarihli  Tübitak Binası. Kulenin üzerinde, havada asılı bir çekmece saplanmış gibi!  Kalın, abartılı  konsolları, yan cephelerde  bu konsolun içine açılı otobüs yazıhanesi pencereleri ile gerçekten tuhaf. Kim oturuyor orada acaba? Esiyordur pencereleri açınca, masa üstünde kaat, maat kalmaz. Yapının mimarının “Tübitak bilimin anahtarı” anlayışı ile, yapıyı  o kabulün bir simgesine dönüştürdüğü, ama biçimi toplum tarafından ne kadar algılandığı sorulduğunda  “söylenmeyince anlaşılmıyor” dediği biliniyor. Yani, o kule uç kısmı göğü işaret eden bir anahtar (ya da, “anaktar”içinizden nası gelirse)! Bulvar tarafı bana hep çocukların şu üstüne bindiği sallanır tahta atları hatırlatmıştır ama neyse. Müellifi "anahtardır" diyor.  Mimarlığa anlamın bir göstergesi olarak bakmak fena bir iş değil, ama öz-biçim ilişkisi tam kurulamazsa… Kurulamazsa,  o vakit iş kof bir dekora dönüşüyor olabilir. 
Tübitak | Gündüz Özdeş | 1992
Tunus Caddesinden Görünüş 
Tübitak | Gündüz Özdeş | 1992
Bulvar'dan Görünüş 




















Şu pek beğenilmeyen (ah evet, epey tatsız örnekleri var da, mimar milleti neyi beğenir ki zaten ?) ikinci milli mimari akımı aromalı, pek  özenli “Derya Ap.” Dikkat çekici. Tümüyle yeni, yerel ve özgün dil yaratma çabalarının,  -hiç olmazsa bir dönem- yaygın, uygulanabilir türde mimari stile dönüştüğü farklı yapılar üzerinde görmek hoşuma gidiyor. Bu dili okuyabilmek, şifrelerini çözebilmek için mimarlık eğitimi gerekmiyor. Zaten yapılar da yalnızca mimarlar için üretilen nesneler değil. Balkon çıkmaları altındaki destekleri, saçakları ve alt kottaki girişe uzanan merdiveni ile gerçekten hoş. Bu terk edilmiş haliyle kısa süre sonra yok olacağını bilmek de o kadar  iç burkucu. 

Derya Apartmanı | Tunus Cad. | 1940'lar

Devam Edeceğim, 

BvP 



Aralık 13, 2012

SALT



 
Bu çok güzel  tavan   Karaköy  Voyvoda caddesindeki Osmanlı Bankası Binası kat merdivenlerinin üstünü süslüyor. Mimar Alexandre Vallaury   (veya Osmanlı Türkçesi  söylenişi ile  “Valluri”)   tasarımı  kocaman göz alıcı yapı yarı yarıya Osmanlı Bankası ile  Merkez Bankasına ait. Merkez Bankası kendi bölümünü paracılık  faaliyetlerinde kullanmaya devam ediyor.  Halen Osmanlı Bankası Binası olarak anılan diğer yarı ise,   içinde bulunmanın insan evladına çok iyi geleceği;  sergi alanı, kütüphane ve kamuya açık geniş bir arşiv, kütüphane ve Banka'nın müzesine dönüştürülmüş. Geçen hafta sonu MKD’yi Miki’ye sepetleyip buradaki Atatürk Kültür Merkezi sergisini gezeyim, iki satır şey  öğrenip, adam olayım diye düştüm yollara. Evcek sabahın köründe uyandığımız için binanın önüne vardığımda güvenlik görevlisi kahvaltı ediyordu.  Doğal olarak böyle entelektüel aktivitelerin meraklısı o saatte uyanamadığından, saat  12:00 de açılıyormuş! Neyse, orada burada biraz  sürttük te vakit geçti.


Bu Manzaraya Karşı Simit mi Yesinler?
Evet, maalesef günümüzde  içine sanat, sergi mergi türü yeni işlevler  giydirilmiş her yapı gibi, bunda  da işemenin ve el yıkamanın çok zor olduğu  modern ötesi tasarıma haiz  tuvaletler, zengin, rafine entelektüel taifesi çoluk çombalak (Aleyna, Ceylin) [1]  pazar sabahları kahvaltı etsin, akşamları da baş başa  sofistike tadlara koşsun diye  kazık ve züppe bir lokanta, kafe mevcut.  Fakat  var ya, o manzarayı da beleşe gazlamazlar adama. Ne olacaktı yani, simit sarayı mı? Eskiden pek ucuza Osmanlı Bankası yayınlarının satıldığı alt kattaki kitap satış girintisinin yerine üst katta şimdi pahalı,fiyakalı kitapların satıldığı genişçe bir alan semirmiş.  (indirim filan yapmıyorlar, gidip Beyoğlu’ndaki robenson kitapçısından  internet marifeti ile alınırsa, onlar indirim yapar-mış, ama orada; membaında, etiket fiyatı neyse o!). Her şeyin bi şeyi var işte. 

Lakin, kitapçıdaki nazik delikanlı "Osmanlı Başkentinden Küreselleşen İstanbul'a: Mimarlık ve Kent, 1910-2010" kitabındaki tek bir makaleyi okuyacağım diye otuz kaat vermekten fazla hazzetmediğimi ossat anlayıp,  kütüphaneye gitmemi, orada okumak için deli gibi kıvrandığım yazının fokopisini çektirebileceğimi, üstelikte beş para almayacaklarını “ekmek musaf çarpsın” diyerekten deklare etti. Hemen seyirttim tabii. Yapının merkezini oluşturan iç avluda çok ustaca üstesinden gelinmiş bir işlev bu kütüphane. Aşağı kata inen kasa dairesinin kocaman kapısı, pleksiglas la korunmaya alınmış nadir kitap rafları, şık masaları, kocaman bilgisayar ekranları ve ortaklıkta ilim irfan , feyz peşinde koşan beybileriyle cennet gibi bir yer. Bankodaki çok nazik hamfendiye (şişmanca bi hamfendi daha vardı, o da nazikti belki ama, konuşamadık. Bişeyler atıştırıyordu)  maruzatımı bildirdim, sağolsun “kılığını kıyafetini gören adam zanneder amma  otuz kaatlık kitap pahalı geldi herhal  yiğenim” diyip aşağılamadı, hemen seyirtip mevzuubahis kitabı elime tutuşturdu. Benden önce fotokopi makinasının önündeki deyyus  tuğla kadar bir kitabın bir yerlerini kopyalamakla meşguldü ama, sevabına sırasını bana verdi. Çok şükür kaat kopyalama  işini hallettikten sonra, burada daha önce gezdiğim  iki serginin [2] gazı ile, yine çok sıkı olacağını düşündüğüm şeye doğru  davrandım yukarı.


Boyuna Kesit Maket | Atatürk Kültür Merkezi | Hayati Tabanlıoğlu |1969
Niyet iyi, malzeme iyi amma, netice nakıs şeklinde özetlenebilecek; bir odaya hapsolmuş karanlık ve izlemesi zor, kulağa mimarlık açısından heyecan verici şeyler üflemeyecek bir sergiydi karşımdaki  maalesef. Tek öğretici yanı Hayati Tabanlıoğlu’nun gerçekleşen projesinin öncesinde tasarlanmışları görmek oldu. Paul Bonatz’ın ve yapılarını çok sevmeme rağmen, Rüknettin Güney’in çizdiklerinin mevcut usta işi modern yapı ile boy ölçüşebilecek kalibrede olmadığını gördüm içim burkularak. Mimarlık adına kulağa bir şeyler üflemiyor dedim ya, her dediğime inanmayın.  Serginin dışında, holde yapının  bir maketi var. Kesit halindeki bu maket son derece öğretici ve etkileyici. Üstelik, oraların mülk sahibiymiş gibi görünen bir bey “fotoğrafını çekebilir miyim” şeklinde  yönelttiğim soruya,  yüreğimin yağlarını eriten “binadaki her şeyin fotoğrafını çekebilirsiniz” cevabını verdi! Genellikle bu tür müze sergi, bok püsürde ne ske hizmet ettiğini anlamadığım bir  fotoğraf çektirmeme modası çıktı kaç zamandır (Sabancı Müzesi pek meraklı mesela, sergilerde fotoğraf çektirmemeye). Kitapçıdaki nazik delikanlıyı, Kütüphanedeki hoş hamfendiyi ve aşağı yukarı süratle hareket eden o cam şeyin bir asansör olduğu konusunda beni aydınlatan güvenlik insanlarını aklıma getirip, “Tuvaletleri bir parça tuhaf  buranın ama, çalışanlarının nezaketi, yardım severlikleri on numara” diye düşünerek güzelce çektim fotoğrafları.

Binadan çıkarken  duvarda güzel, öğretici bir yazı gördüm.  "EXTRA  FORTUNAM EST QUIDQID DONATUR AMICIS; QUAS DEDERIS, SOLAS SEMPER HABEBIS OPES" demiş bilge bir kişi.  Elbette benim aklım ermez böyle şeylere de, sanki serbest çevirisi   "harcadığı ve bağışladığı kişinin kazancı, biriktirdikleri ise kaybettikleridir" olabilir gibi geldi.
Özetle, sergi beklentileri karşılamasa da, yapı ve insanlar itibarı  ile her zaman gidilesi bir yer. SALT’ın internet sitesinin fevkalade sofistike  tasarımı yüzünden belki bulamazsınız, anlayamazsınız diye yazayım :  "Modernin İcrası: ATATÜRK KÜLTÜR MERKEZİ, 1946-1977" sergisi 6 ocak 2013’e kadar açık.

Aslında amacım yapıdan ve Vallaury’de genişçe bahsetmekti ya, laf çok uzadı. Ama bir ara  kessin yazacağım, Osmanlı Bankası Binasını da, Voyvoda Caddesini de.

Entelektüalitenin aydınlığı sizlen olsun.

BvP
Fotoğraflar: BvP
............
[1] Bu şık isimler şu güzel blog'dan

[2]  Bunlar 2006 ‘dan “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” Türkiye’de Hayat Tarzı Temsilleri 1980-2005 ile  2009 Tarihli,  Sedad hakkı Eldem ile Retrospektif  sergileriydi. Özellikle “Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor”un sergi kataloğunu, ki halen satıyorlar, hararetle tavsiye ederim.

Aralık 02, 2012

Tunalı Hilmi



Büyük Şefler, Camiler, "Rezidans"lar.
Dolu Dolu On Yıl 
Ankara’ya her gidişte  gaza gelip, kentin müthiş yapı stoğu ile ilgili bir şeyler yazmaya kalkıyorum ama, sonu araya giren bin bir türlü başka şey ve –hadi, açığını söyleyeyim- tembellik yüzünden hüsran oluyor. “Müthiş yapı stoğu” ile  kastım,  hangi saiklerle tercih edildiği ve  yapılaşma kararlarının  ne türlü şekillendiği benim için tümüyle anlaşılmaz alanları kaplayan, Orta Anadolu insanının yanıp tutuştuğu türlü özlemin  yâresine melhem çok katlı konut yığınları değil tabii. Bu yığınlar için  esas anahtar türlü geometrik formların yapının orasına burasına – tercihan tepesine – akla ilk nasıl gelirse öyle yerleştirilmesi sanırım. Cephe için de bu yaklaşımın iki boyutlu olanı fazlasıyla yeterli. Son on yılın fazlasıyla zenginleşen/zenginleştirilen başkentinde farklı olma dürtüsü genellikle  postmodern mimarlığın zaten tüketilmiş klişelerinin iç bayıcı bir sığlıkta ve sıklıkta tekrarı ile   ete kemiğe bürünüyor. 
Herkesin kazandığı veya kazanmayı hayal ettiği paraya göre bir şeyler var burada. Yapımı alengirli, dolayısıyla pahalı betonarme tuhaflıklardan, çocuk kakası rengi plastik yüzeylerle kaplı,  bir zamanların btb ile halı deseni sıvalı alçak yol kenarı apartmanlarına  kadar. Yapıları üreten ve tüketenler arasındaki bu zevksizlik ittifakı gerçekten göz alıcı. İş eksen değiştirip, daha iddialı, daha ciddi bürolar tarafından tasarlanmış  ve  kentin her yerinde ossuruk ağacının süratini yine aynı ağacın sefaleti ile birleştiren,  bok sineği gözü tonlarında yeşilden maviye çalan camlarıyla  “plaza”lara gelince şaka olmaktan çıkıp, düpedüz korkutucu  bir hal alıyor.  Ama esas ürkütücü olan; bu yapıların bir kısmının yeryüzünün en acayip, işlevleri en anlaşılmaz hükümet ajansları tarafından işgal ediliyor oluşu.  

Pis hastalıktır haaaa. 
Yıllarca “Şap Enstitüsü”, “Toprak Reformu Genel Müdürlüğü”, “Gübre Sanayii T.A.Ş.”, hıyar adlı bitkinin  standardı ile uğraşan “Türk Standartları Enstitüsü”  gibi devlet kurumlarına güldüm durdum (Toprak Reformu Genel Müdürlüğü  hala güldürüyor). 70’lerden kalma büro mobilyası donatılı, bol paça pantolon, geniş  yakalı gömlek, ceket giyip  kocaman şal desenli kravat takan,  uzun favorili, tozlu ayakkabıları ile  bir grup insanın sürekli sigara içerek, sigaralarını kocaman cam küllüklere söndürerek çalıştığı kurum fikri ne  güzel değil mi?  Zamansal bir kabızlık içinde debeleniyorlar... Takvimler hep bin dokuz yüz yetmiş beş. Yıl bitiyor, 31 Aralık 1975. Yeni yıl geliyor takvimin ilk yaprağını bi koparıyorlar,  “cart”… 1 Ocak 1975! 


Enver Tokay, Teoman Doruk,Behruz Çinici
DSİ Genel Müdürlüğü, Ankara | 1959-1967
Zemin katına  bir hazır giyim mağazası konuşlu,  ana girişine otopark bariyeri monte, hepten cam cepheli  “Yurtdışındaki Akrabalar ve  Eş Dost  Başkanlığı” binası ile  bi parça aşağıdaki Avrupa Birliği Birşeyi Başkanlığı"nı görünce, 60’lardan kalma btb kaplı cepheleri, zarif cephe bölümlemeleri, harikulade girişleri ile  Elektrik İşleri Etüt İdaresi,  Toprak Reformu Genel Müdürlüğü gibi kurumlar, Doğu Kıyısı Üniversite Kampüslerini andırır peyzaj içerisindeki 50'li, 60'lı yılların diğer devlet yapıları başarılarının devamını son Türk devleti durdukça  durasıya var olmalarını arzuladığım kadim dostlara dönüştüler. Sanırım son yıllarda kamu kurumlarının sakil ve zevksiz yapı ihtiyacı teşebbüs-i şahsi tarafından karşılanıyor. Çeşitli renk ve tonlarda cam rengine haiz  bir plaza arzı var devamlı. Ama arzın da talebi oluyor  demek ki... 

Altı  Kaval Üstü Daire Başkanlıkları, Konya Yolu, Ankara 

Hemen moral bozmaya gerek yok. Ankara’da bunların dışında miktarda özel kesime ait hatırı sayılır miktarda ilginç yapı da var. Mesela, Tunalı Hilmi civarında, Tunus caddesinden  aşağıya, Kızılay’a doğru inerken, insanın dikkatini çeken (“insan” kelimesi  burada akil, çevresine duyarlı, dikkatle bakan memeli manasında alın) bir grup yapıdan söz etmeli.

Emin Onat | Hayat Yapı Kooperatifi | 1956
Ama, aşağıya inmeden, kuğulu parktan bir parça yukarıda Emin Onat’ın [1] son yapılarından 1956 tarihli Hayat Yapı Kooperatifi’ni ıskalamayalım.

Ankara Lisesi mezunları ve dönemin ileri gelen bürokratları için 1956’da yaptığı projeye 1958’de başlanmakla birlikte mali olanakların kısıtlılığı nedeniyle 1967’de anca bitirilebiliyor (O zaman Ankara gerçekten bir memur kentiymiş). Orijinali dokuz katlı olan ve  “kendine yeten bir konut birimi” olarak yapı programında yer alan toplantı/sinema salonu, teras katındaki kulüp, çatı bahçeleri, pastane gibi ortak kullanım birimleri yine parasızlıktan programdan çıkarılması gerekiyor. Bu haliyle sıradan bir kent apartmanına dönüşmüş olsa da yine de dikkat çekiyor ve çok bakımlı. Modern yaşamın konut kavramına eklemlediği farklı ihtiyaçları, karmaşık fonksiyonları bir arada sunmayı amaçlayan  bu tür hırslı  konut grupları  İsviçre doğumlu Fransız mimar  Le Corbusier’in savunuculuğunu yaptığı bir fikir.  En önemli örneği ise 1947-1952 arasında Marsilya’da  inşa edilmiş   Cité radieuse. Yapı büyük beğeni topluyor ve dönemin konut tasarımlarını büyük ölçüde etkiliyor [2]  Uygulanmamış olsa da konut grubunun fonksiyon zenginliği, zemin katı topraktan koparan kolonlar (piloti) üzerindeki yatay kütle, önemli bir görsel işaret olarak balkonlara yapılan vurgu türü öğeleri ile Hayat Yapı Kooperatifinde de aynı etkiyi görmek olası. 


Haluk Baysal-Melih Birsel | Hukukçular Sitesi | 1960
Bir dönem üretilmiş ve ciddi, özenli  tasarım süreçleri sonunda şekillenmiş oldukları her hallerinden belli bu yapılardan Haluk Baysal-Melih Birsel tasarımı, 1960 tarihli İstanbul, Mecidiyeköy'deki Hukukçular Sitesini atlamayalım. Faklı nitelik ve nicelikteki dublex, yarı dublex ve normal daireleri  tek blokta toplayan ve bunları cepheye yansıtan plan oyunları,  sağır cephelerindeki usta işi açıklıkları ile, atlanabilir bir şey değil zaten. Yanı başındaki çirkin alışveriş merkezi yüzünden bir parça cüceleşmiş, bakımsız ve şiir gibi cephelerinin bir kısmı cep telefonu sapıklığına kurban gitmişse de, halen dikkat çekici. 


Nejat Ersin | Meydanlar Yapı Kooperatifi | 1957 
Ankara’da, aynı tarz ile baş edebilecek tek bina, yukarıda Cinnah Caddesi 19 numaradaki 1957 tarihli Meydanlar Yapı Kooperatifi. Mimarı Bay Nejat Ersin.  Maalesef şimdilerde bakımsız ve yorgun, çevresindeki yeşil örtü yüzünden anlaşılabilir fotoğrafları bile çekilemiyor.  Ama güzelliğinden ve çarpıcılığından eksilen hiçbir şey yok.  Nejat Ersin Ankara’lı bir mimar ve S.H. Eldem bu kentteki diplomatik yapılarının uygulamalarını onunla yapmış. Söğütözü’ndeki Renault-Mais servis istasyonu da onun 1973 tarihli bir yapısı. Maalesef başka projelerini bilmiyorum [3].

Devam edeceğim.
BvP

Edited By Miki 

Fotoğraflar BvP, 2010-2012

[1] Anıt Kabir’in mimarı olarak ünlenen ve erken bir yaşta hayatını kaybeden bu çok parlak mimari kişiliğin tasarımları hep söz konusu yapının gölgesinde kalmış gibi. Oysa, Ankara’da da dikkat çekici yapıları var. İ.Ü. Fen ve Edebiyat Fakülteleri 1944 (Sedad Hakkı Eldem ile) Yarışma ile  projelendirilen  İstanbul Adalet Sarayı 1951-1955 (Sedad Hakkı Eldem ile) Anıtkabir dışında en bilinen yapıları.

[2] Fakat daha eskisi ve acayibi var. Moskova’daki Narkomfin Binası! 1932’de tamamlanan ve  “kolektif yaşam” ütopyasını kulaklara üfleyen yapı bugün Unesco’nun “tehlikedeki binalar” listesinde.

[3] Mimarlar Odası Ankara şubesi “Bina Kimlikleri” Söyleşileri” kapsamında, Aralık 2010’da bu yapıyı konu almış. Oda’nın sitesinden bu söyleşinin basılıp yayınlandığını öğreniyoruz. Belki özel olarak yapıyı konu alan bir yazmalı.




Kasım 17, 2012

Karaköy'deki Ziraat Bankası


Ziraat Bankası Güneydoğu-Güneybatı Cepheler
Nisan 2011 
Galata Köprüsü'nün Karaköy tarafında, alüminyum kapısına nakşedilmiş kobrasal buğday başaklarının ışınlar saçtığı bir yapı var [1]. Hafifçe kararmış ve yıpranmış olmakla birlikte [2], denize bakan ikinci kat terası kenarlarına yerleşik ve anlamları halen tartışma konusu heykelleri, üst kat duvar köşelerindeki ilginç kabartmalarıyla adamın aklını başından alır Ziraat Bankası Karaköy Şubesi [3].

Ne yapım tarihi ne de mimarı –doğal olarak-  bilinen bu eklektik, tuhaf yapının en azından 1910-1912 arasında ve Avusturya Bankası olarak inşa edildiği kesin.  Avusturyalıların bankacılık serüveni hüsranla neticelenince (aslında 1918’de Avusturyalılar açısından hüsranla neticelenen sadece bankacılık hevesleri değil),  yapı bir süre “Banque Française Des Pays D’Orient” tarafından kullanılıp,  1944’de de Ziraat Bankası’na geçiyor. Geçmeden önce de Tütün Rejisi olarak kullanılıyor. Eski resimlerde  son kat pencerelerin altındaki, bu gün tuhaf bir şekilde boş duran  silmede  WIENER BANK  WEREIN  yazısını rahatlıkla okumak mümkün. Bu alanı değerlendirmek  yerine yapının yeni sahibi yakın zamana kadar çatıda eşşek kadar, pleksiglas harflerle T.C. ZİRAAT BANKASI yazmayı mühasip görmüş. Şimdilerde ne hikmetse bu gülünçlükten vazgeçilmiş de, kaldırmışlar.  

Yeri gelmişken; genişçe bahsedeceğim şu heykellerle ilgili olarak internette filan o sıkça tekrarlanan “Ziraat Bankası’nı kuran Mithat Paşa zaten masondu. Heykeller de bu yüzden dikildi oraya” akılsızlığının manası yok. Zavallı adamcağız kurucusu olarak geçiyorsa da, kurduğu mütevazi yardım sandıkları 1888’de resmen bankaya dönüştürülmeden dört yıl önce boğularak öldürülmüştü! Banka’nın yapıyı kullanmaya başlayış tarihini de 1944 olarak düşünürsek… Eh, internette okunan her şeye inanmamak lazım galiba.  
 
Nicholas V. Artamonoff Collection
Resimlerde yapının solunda aynı rahatlıkla  görünen başka bir şey daha var: Raimondo d’Aronco tarafından yenilenmiş Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Mescidi! Bu güzelim yapı Karaköy Meydanı’nın 1958’deki genişletme çalışmaları, başka bir deyişle kentin genel “imar” heyecanlarından payına düşeni almış. Anlaşılamaz bir şekilde, yapının yok edilişinin genişleme ile falan bir ilgisi yok. Çünkü yapı zaten Ziraat Bankası ile hemen hemen aynı hizada ve yeri şu anda anlamsız, sıradan bir yapı grubu  ile doldurulmuş durumda.  İnsan “yahu yıkılmasa olmuyor muydu, başka türlü çözülemez miydi? Ne istediniz canım yapıdan? Kime sordunuz? Bu “düzenleme” hakkaten neye hizmet etti?”  diye sormadan edemiyor. Hiram Usta Ziraat Bankasının terasından elinde çekici Halici muzaferrane seyrederken, yanı başında bir dini yapının anlamsız yere tarumar oluşu garip gerçekten [4].

Bu ve benzeri soruların cevabını, merak edene Taha Akyol’un Aydın Menderes ile yaptığı uzun söyleşinin “ilk baskısı 100.000 adet” kitabında “O’nun buğulu gözlerle İstanbul’u nasıl seyrettiğini eksilmez bir hasretle hatırlayan” Aydın Menderes veriyor [5]:
Bir gün Aydın’a Haydarpaşa mendireğinin floresan lambaları ile aydınlatılmasını kast ederek, “gördün mü bak ne kadar güzel olmuş” der. “O vakit cıvalı ampul ve beton direklerin yeni çıktığı zamanlar” dır [6]!  Aydın’da pek beğenir doğal olarak. Amma, başvekil ilk şeklin güzel olmadığını, direklerin sıra ve istikametlerini değiştirterek İstanbul’u bir gerdanlık gibi süslemesini sağladığını anlatır. Hem Merhum Başvekil’in İstanbul sevgisi Yahya Kemal’inkine benzemektedir. “Şehrin tabii güzellikleri ile sınırlı değil” dir. Burası onun için milletimizin meydana getirdiği “en büyük medeniyetin başkenti”dir. İslam dünyasında Mekke-i Mükerreme ve  Medine-i Münevvere’den sonra üçüncü büyük şehri olarak gördüğü kentin ne yapılıp edilip; “çeşitli binalarla, duvarlarla” islami cephesinin örtülmesi “adeta bir İslam şehri olmaktan gizlenmesi” onu sürekli hayrete düşürür. Vatan ve Millet caddelerini boşuna açmamıştır O. İstanbul’un Osmanlı devletinin payitahtı olduğunu açığa çıkarmak, terk edilmiş fakir ve ücra İstanbul’u “bir kere daha Pera’ya karşı parlatmak” tır esas amacı. Eh, parlatırken Mimarı Müslüman bile olmayan Art Nouveau ahşap minaresi ile birlikte bu ufak tefek yapı da  gümbürtüye gitmiş olabilir. Hem zaten orası Galata!
 
Neyse, bu yazının esas konusu Ziraat Bankası Karaköy Hizmet binası. Ona dönelim: Yapının mimari özellikleri hakkında pek fazla söylenecek bir şey yok. Roma, Yunan ve Rönesans bezemelerini, mimari ögelerini kullanmaya çalışan (giriş cephesindeki altı adet korint sütunçe, üzerindeki bitkisel bezemeli saçak ve bant, birinci katın yuvarlak kemerli pencereleri üzerindeki  triglifler, pencere üstü ve altlarındaki  kullanılan  bukranion ve sarkofajlarda görünenlere benzer defne yaprak çelenkleri, Rönesans yapılarını andırır enine derzli alt kat yüzeyleri vs.) ve  tam da ne istediğini anlatamayan bir yapı.
 
Karaköy Ziraat Bankası ve Uygulanmış   Ek
Nezih Eldem Etüdü
Ama, dikkat çekici ve onu  aynı döneme ait diğer eklektik yapılardan ayıran  iki özelliği var: Biri, sözünü ettiğim şu hangi amaçlar doğrultusunda yerleştirildiği, neyi simgelediği tam olarak bilinmeyen heykel ve kabartmalar, diğeri de Mimar Nezih Eldem tarafından 1971’de yapılan ek…
Bay Şevki Vanlı’nın yerine saptamasıyla, “çok çeşitli yaklaşımlarda üst düzeyde tasarım yapabilen İstanbullu Virtüöz” [7]  tarafından yapılmış olduğunu, “Virtüoz” le  uzun yıllar önce tesadüfen yaptığım bir yolculuk sırasında kendisinden öğrenmiştim. Harbiye’deki Askeri Müzenin olağanüstü sade, özenli ve hiç kimsenin yaptığına benzemeyen yol cephelerinden tanıdığım ve Anıtkabir’de, mozolenin üzerindeki mozaikleri  de tasarlamış  bu zarif beyefendinin cepheleri, oranları bir acayip binayı hizaya sokar  kalibrede gerçek anlamda  “modern”  ve özgün  eki yapan kişi olması şaşırtıcı değildi zaten. Bu ek  birlikte olduğuna saygılı fakat kendi kimliğini arayan yapılara çok güzel bir örnek [8]. Yolunuz oralara düştüğünde binanın gerisine de bakıverin bi zahmet (belki de esas ona bakın).  
Çekinmeyin, Yakından Bakın.
Esas Yapıdan Daha İyi Olduğunu Göreceksiniz! 
Gelelim heykellere [9]: yapının  güneydoğu (deniz) cephesindeki terasın üzerinde, batı tarafında bir kadın, doğu tarafında da bir erkek heykeli bulunur.  Sağ ve sollarında tek dizleri üzerine çömelmiş iki adet çocuk heykeli ile birliktedir ve oldukça çirkin bu çocukların omuzlarında kadın ve erkeği arkadan çevreleyen çiçek sarmallı bir çelenk bulunur! (Yeterince ürkütücü ve garip mi? Durun, daha bitirmedim…)
İfadesizce ufka bakan, uzun elbiseli kadın sağ elinde üzerinde art arda iki adet halka geçilmiş kısa bir çubuk tutar.  
Dul Kadın?
Ağustos 2012
Yine,rahiplerin giydiği türden uzun bir elbise giymiş uzun ve gür sakallı, kısa saçlı  adamın ise çatık kaşları ile başı hafifçe öne eğiktir. Ellerini göğüs hizasına kadar kaldırmış, sağ elinde çekiç, sol elinde ise keski tutmaktadır.

Hiram Usta?
Ağustos 2012
Mustafa Cezar’a göre heykeller sanayi ve ticareti simgeler [10]. Açıklama yapmadan geçtiği bu oldukça anlamsız saptama muhtemelen Arkitekt dergisindeki,  konu ile ilgili makaleye dayanıyor (Arkitekt 1975-03). Söz konusu makalenin yazarının da bu fikre nasıl ulaşmış olabileceği meçhul.
Daha ipe sapa gelir bir açıklama bunların masonik simgeler “Hiram Usta” ve “Dul Kadın” olduğu. Evet,masonik göz bizi her yerde dikizler, Hiram Usta  çekici ile ordan oraya koşar durur hakkaten ama,  bu heykeli Hiram ustaya benzetmek o kadar da anlamsız ve garip değil. Ama garip olan, masonik imgelere yapılan göndermenin burada bitmiş olması. Belki de Avusturya’lı bankerler işin bokunu fazla çıkarmak, kedinin kuyruğunu çokça çekmek istemediler.

Ayrıca  (güneybatı) giriş ve deniz cephelerinin üst köşelerinde toplam dört adet arma yer alır ki bunlar da tuhaflıkta heykellerden aşağı kalır değildir. 

Tekneli Arma
Ağustos 2012

Reich Kartalı.
Küçük ama Sevimsiz.
İnternetten
Giriş cephesi ile deniz cephesinin sağında, birbirinin aynısı iki armada, iki yanındaki martılarla dalgalı bir denizi çağrıştıran akantus yapraklarından bir zemine oturan ve  küpeşte kuşağı, kaplama çivileri, ejderha başlı pruva bastonu ile  oldukça detaylı bir ahşap tekne bulunur. Pruvası üzerine  tüneyenin Reich kartalına benzerliği dikkat çekicidir ama, o hayvan zaten Hohenzollern’in, Habsburg’un sevdiği bir canlı türü. Avusturyalıların inşa ettiği bir yapıda karşılaşmak şaşırtmamalı aşağıdan yukarı bakanı…
 
Bu armaların karşısında yine benzer motiflerle süslü (püsküllü kurdeleler, akantus yaprakları, gerekli, gereksiz diğer bok püsür) iki  adet armadan da kısaca söz edeyim oldu olacak: Gemi pruvasının yerini burada enlemli, boylamlı bir küre-i arz almıştır. Küreyi ekvator boyunca çevreleyen kuşağın üzerine eşit aralıkla dizili yedi adet hexagram (bildiğimiz altı köşeli yıldız, “Davut yıldızı” işte) da insanın aklına masonik işler getiriliyor.


Yerküreli Arma
Ağustos 2012
Ama Avusturya’da – özellikle Viyana’da – Yahudi yerleşiminin oldukça eski, nüfusun da  20. yy. başlarına kadar  epey olduğunu da unutmayalım.  Yahudi mahallesini sınırlayan ve üzerinde Davut Yıldızı işli  taşın 1650 civarında dikilmiş mesela. Üstelik, yedi tane yıldızın yedi kollu şamdan, “menorah”ı simgeliyor olması da muhtemel.
Kürenin üstünde, tam ortaya saplı bir çubuk, çubuğa ve birbirlerine sarılı, kafaları birbirlerine bakan iki adet yılan ve onlara yanlardan eşik eden iki adet çubuk bulunur. Bunlar porselen izolatörleriyle filan bal gibi iki adet telgraf direği olup, insanoğlunun aklını iyiden iyiye karıştırırlar! Yılanların gerisinde rhesus maymunu kafasına  benzer şekil de görünüyor olsa da,  daha fazla kurcalamayıp, “tüm bu çorbanın üzerinde bir de  kanatlı  savaş başlığı var” demek sureti ile bitireceğim bu işi.
...
Cephesindeki heykel ve armaların ne amaçla konduğu, ne anlatmak istediği belli olmayan bu tuhaf yapı sanırım İstanbul'un en ilginç ama en önemsenmeyen yapılarından. Önünden bir daha geçtiğinizde umarım bu defa daha dikkatli bakarsınız.


Hadi Hayırlı Bakışlar.
BvP

Edited By Miki, Batur
Fotoğraflar: nereden oldukları yazılmayanlar  BvP
 
..................

[1] Bilir bilmez dalga geçmeyelim. Kobrasal, mobrasal ! O özenli  kapı Mimar Nezih Eldem ve Heykeltıraş Şadi Çalık tarafından yapının 1975’deki genişletilme ve esaslı elden geçirişi  sırasında ekleniyor. Çevredeki herc-ü merc yüzünden pek dikkati çekmese de, yapının ilginç ve görkemli bir detayı.
 
Şadi Çalık kim mi ? Aman diyeyim… Galatasaray’da Yapı Kredi Binasının önündeki 50. Yıl Heykeli’ni, ODTÜ’deki muhteşem Atatürk Anıtı’nı yapan, yetenekli insanoğlu.

[2] Ağustos 2012’de cephesi yenileniyordu.
 
[3] Her türlü tasvirin, heykelin yasak olduğu bu coğrafyada Türk İnsanına –en azından-  19. yy’da heykelle süslenmiş  yapılar çok da garip gelmiyordu anlaşılan.  Örneğin Karaköy Meydanı’nın ucundaki Minerva Han’da aşağıya tükürecekmiş gibi bakan; tombul, çirkin çocuklar, boru üfleyenler gırla.  Yukarda Pera’da bu türden heykeller var. 
 
[4] Yazıyı yazarken internette Hiram Usta’nın heykeli dururken bir mescidi yıkmanın içerdiği ironiye takılmış ve hemen hemen aynı kelimelerle ifade eden  başkaları da olduğunu fark ettim. Bu hepten benzer bakış açısı beni şaşırttı.  İlginç ve özgün bir yazı. Okumakta fayda var.
 
[5] Bu bölümü kitaptan dümdüz alıntı edecekken, tesadüfen ilk sayfada “Eser”in tüm haklarının saklı olduğunu, Yayınevinden yazılı izin alınmadan kısmen veya tamamen alıntı yapılamayacağını okudum. Yalçın bey kısmen de olsa alıntıya izin vermemiş. Şimdi durup dururken adamcağızın canını sıkmaya gerek yok. Yüz bin basmış, boru mu ?  Bastır parayı, al değerli “eser”i diyor.
Yine de, metni merak  ediyorsanız: MENDERES Aydın, AKYOL Taha. Demokrasiden Darbeye “Babam Adnan Menderes”. (s:112-113). Doğan Egmont Yayıncılık ve Yapımcılık Tic. A.Ş.  İstanbul, Eylül 2011.
 
[6] Cıva Buharlı lamba patentini 1901’de Bay Peter CooperHewitt  Birleşik Devletler Patent Bürosu’ndan 682,692 numara ile alır.  Bu tür lambalar 1930’larda geliştirilip modern anlamda kullanıma girer. Yukarıdaki konuşmanın 1950’lerin ortalarında yapıldığını düşünürsek, arada yirmibeş-otuz yıl var! Ama matbaanın 272, günlük gazetenin 129, kağıt paranın 125,  asma köprünün 90, çelik sanayinin 83 yıl sonra gelmiş olduğunu düşünce... Eeh, fena da değil hakkaten !
 
[7] 20. Yüzyıl Türk mimarlığının gerçek ustalarından sayılan bu alçakgönüllü, son derece yetenekli, bilgili insanın maalesef 2005’de göçüp gittikten sonra da saygınlığında hiçbir şey yitirmemiş olduğunu hakkında yazılanlardan okuyup seviniyorum. Öğrencisi olmadan tanıdığım, tanımaktan gurur duyduğum nur içinde yatası bilge bir kişi.
 
[8] T.C. Ziraat Bankası Karaköy Şubesi Yenileme, Değiştirme ve Ek Bina İnşaatı. ARKİTEKT Cilt: 1975  Sayı: 1975-03 (359)  Sayfa: 100-103. 

[9] Genel olarak yapıyı, özellikle de cephedeki bezemeleri ve  heykelleri inceleyen; kurgusuna, çıkarımların tümüne katılamasam, anlam veremesem de, özellikle heykeller ve armalar için yararlı bir kaynak. Kısmen buradan yararlandım (örneğin Yrd. Doç. Dr. Ali Murat AKTEMUR ‘un “önemli bir temsilcisi” olarak gördüğü art nouveau üslubu ben yapıda göremiyor, hele Raimondo D’Aronco’nun floral/geometrik tarzını işin içine bir türlü katamıyorum). Ben olsam, “historisist hırslarla tasarlanmış eklektik bir yapı” der geçerdim.

Art Nouveau Üslubunun Önemli Bir Temsilcisi : Ziraat Bankası İstanbul Karaköy Şubesi Hizmet Binası.  Yrd. Doç. Dr. Ali Murat AKTEMUR

[10] Cezar, Mustafa. XIX. YÜZYIL BEYOĞLUSU. Ak Yayınları Kültür ve Sanat Kitapları:55 Yeni Dizi 9/1991. İstanbul 1991.  

Kasım 13, 2012

Kasım 11, 2012

Moda | 2012 Kasım, 5

O Şimdi Faaliyette.
Moda | İstanbul | Kasım 2012
Toplum Düşmanına Tavsiyeler.
Moda | İstanbul | Kasım 2012
Tamam!
Moda | İstanbul | Kasım 2012



Kasım 10, 2012

Moda | 2012 Kasım, 4

Kulübe Hoş Geldiniz!
Moda | İstanbul | Kasım 2012
Michel mi sanki ?
Moda | İstanbul | Kasım 2012

Taylor Durden.
Moda | İstanbul | Kasım 2012
Kedi.
Moda | İstanbul | Kasım 2012

Lucifer...De, Birileri sonradan takmış gibi boynuzları .
Moda | İstanbul | Kasım 2012




Moda | İstanbul | Kasım 2012


Kasım 03, 2012

Moda | 2012 Kasım, 3

Ekim 29, 2012

Helal mi Hakkaten ?

Ben de Merak Ettim Şimdi.
Kadıköy | Istanbul | Temmuz 2012

Karaköy | Istanbul | Haziran 2012



Ankara Şehreminine fevkalade Benziyor.
Benziyor da, elindeki şeyi tefrik edemiyorum bir türlü.
Tunus Cad | Ankara | Ekim 2012

O da olur.
Maltepe | Istanbul | Mayıs 2012



Ekim 27, 2012

Nicholas V. Artamonoff Collection




Description:  Boats with city view in background   Photographer:  Nicholas V. Artamonoff
Date: [not dated]  Format: Print (Black and White)
Negative Number: RM21   Reaccession Number: Artamonoff P289
Repository: Myron Bement Smith Collection,
Freer Gallery of Art and Arthur M. Sackler Gallery Archives,
Smithsonian Institution

Bu çok güzel fotoğraf  ve diğerleri Dumbarton Oaks Arşivlerinde yer alan Nicholas V. Artamonoff Koleksiyonundan.

Nikolas Bey Askeri Ateşe olan babası sayesinde bu coğrafyaya yabancı değil. İngiltere’deki eğitimden sonra, 1922’de Robert Kolej’in Erkek Bölümüne kapağı atıyor, okulu 1930’da elektrik mühendisi olarak bitirip, uzun süre de okulun yapıları ve arazisinden sorumlu yönetici sıfatı ile çalışıyor. Arkeoloji ve tarihe ilgisi büyük, yetenekli bir amatör fotoğrafçı olan zat Türkiye’de bulunduğu süre içerisinde başta İstanbul olmak üzere Batı Anadolu’daki Antik kentlerin fotoğraflarını çekiyor (Priene, Hierapolis ve Bergama fotoğrafları özellikle nefis, hala bir şeyler öğrenmek için yararlı birer kaynak). 1935-1945 arası çekilmiş 543 fotoğraf yapılar ve arkeolojik alanlar için gerçek birer belge niteliğinde. Bir çoğu halen konu ile ilgili bilimsel yayınlarda kullanılıyor. 1960’larda Dumbarton Oaks Arşivlerine geçen bu önemli koleksiyonu sevabına internete yüklemişler de, bilgi görgü sahibi oluyoruz (Aslında yar ya; alsa, getirtse Sayın Kültür Bakanımız bir mübarek günde. Şunları armağan etse, şanıynan töreniynen Türk Ulusuna… Reyim dünya durasıya zat-ı devletlilerinindir!)

Eylül 21, 2012

Vedat Tek ve Hobyar Mescidi ve Vlora Han

Sirkeci’den Cağaloğlu’na doğru İstasyon’un karşı sırasından yukarıya doğru yürürken, süfli yiyecek içecek çok katlı mağazaları, ucuz lastik ayakkabı, gereksiz cep telefonu mağazaları, camış sürüleri gibi ve ırgalanarak yürüyen lüzumsuz Arap turistleri, şalvarımsı incecik  pantolonu içinde  pembe, yıpranmış pamuklu donu  rahatça okunabilir, çatlak topuklarına yıpranmış sandalet donatılı Avrupalı  beş parasız zibidileri atladıktan sonra yukarılara doğru  yürek ve akıl bir parça rahatlamaya başlar. Geriye dönüşü ve karşıya geçişi olmayan bir yola girilmiştir artık. Nedense "Ankara Caddesi” denilmiş, giderek sertleşen  bu yokuşa birbirinden ilginç - az çok - paralel caddeler  açılır.
Bu caddelerden biri, şimdilerde  pek yaratıcı bir şekilde otele dönüştürülerek yine  yaratıcı şekilde “Legacy Ottoman” ismi verilmiş  Mimar Kemalettin Bey’in eseri IV. Vakıf Han’ın [1]  bulunduğu  “Mimar Kemaleddin Sokağı”, nedense tam da bu  yapının bittiği yerden Ankara Caddesi’ne kadar olan bölümün adıdır. Hanın üzerinde yer aldığı bölüm “Hamidiye Caddesi” olarak bilinir. Hoş şimdilerde Kemalettin Bey’i filan pek skine takan yok ya,  tümüne Hamidiye Caddesi denip geçilmekte. 
 Hamidiye Caddesine paralel, bir parça yukarıda, o zamanki adıyla “Yeni Postahane”, şimdiki adıyla “Büyük Postane” caddesi vardır ki, bu iki caddeyi birbirine başka bir mimar sokağı bağlar: Büyük Postahane’yi tasarlamış Mimar Vedat Tek Bey’e matuf “Mimar Vedat Sokağı”.  Sokak –cadde diye okuyun- Ankara Caddesine açılmadan az önce çatallanır. İşte o üçgen alanda floral  Art Nouveau stilin İstanbul’daki en ilginç ve mükemmel örneklerinden birini görürsünüz: Bugün harap, bakımsız ve kapkara  “Vlora Han”.Ne tasarlayanı bellidir ne de yapım tarihi. Balkon ve balkon elemanlarının kıvrımlı çiçeksi tarzı merdivenlerinde de devam eden bu muhteşem şeyle  taşaksal olarak ancak Tünel’deki Botter Apartmanı [2]  boy ölçüşebilir. Ama o da zavallı Vlora Han gibi bakımsız harap ve kararıktır.   “Nancy Okulu” denen bu stil etkisinde İstanbul’da başka yapılar var mı bilmiyorum. Ama bildiğim ikisinin de geleceğinin fazla parlak olmadığı. O civara her gidişimde Vlora Han’ın fotoğraflarını çekiyorum ama Botter Apartmanı’nın adam gibi bir tane fotoğrafını çekemedim yıllardır. Her geçişte bir parça daha yıprandığını görüyorum ve  içim burkuluyor. 
Vlora Han, Kapkara ve Yıpranmış
Mimar Vedat’a dönelim: bizi bu yazıda özellikle o ilgilendiriyor. Bay Vedat Tek Türkiye’nin formel eğitim görmüş [3] , bugünün meslek anlayışı içinde “mimarlık tasarımı ve uygulaması” yapmış ilk Türk mimarı olması rağmen yapıtları fazla önemsenmeyen bir gariban.  Bu saçmalığın bir veya birkaç nedenini Bay Süha Özkan Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş döneminde yaşamış olmasına,  Osmanlı devrinde mimarlığın yalnız Müslüman olmayanlara özgü bir meslek sayılması, dolayısı ile bir Türk olarak pek adam hesabına alınmamasına bağlıyor ki, çok inandırıcı değil. Daha inandırıcı olarak öne sürdüğü; 1923 sonrasının ilk süreli mimarlık yayınının 1931’de çıkışına bağlı olarak bu yayının batı dünyasındaki gelişimi, Cumhuriyet ortamının yarattığı “yeniden doğuş” heyecanı. Bu heyecanın etkin öğesi de Cumhuriyet mimarlığının  oldukça etkin biçimdeki yenilik arayışları[4]. Bauhaus, kübizm, de stijl, konstrüktivizm vs…. Eh, bizim Vedat Bey’in bu taraklarda bezi olmadığı yaptıklarına bakınca kolayca anlaşılabiliyor. 1905 tarihli Büyük Postane Binası en çok bilinen eseri [5]. 


İnsana sanki Kardeşlerinden biri, Yusuf Razi Demirbel’in Posta ve Telgraf Nazırlığı, Nafia Nazırlığı yapmış olmasının bu bina işini  almasında etkisi var-mış gibi geliyorsa da,  mimarlık ve güzel sanatlar alanındaki becerisi ve gördüğü eğitimin kalibresi kimsenin yardımına, eski deyişle “tavassut”una ihtiyacı olmadığının göstergesi.  Hem zaten, imparatorluktaki pek az sayıda seçkin [6] de hep birbiriyle hısım akraba zaten. Örneğin İttihat ve Terakki hükümeti tarafından atanan ilk şehremini Halil Edhem Bey’de  Arkeoloji Müzesi’yle Sanayi Nefise Mektebi’nin kurucusu Osman Hamdi Bey’in kardeşi… Doğal olarak tüm bu insanlar,  Sirkeci Garı’nın yapımında çalışmış ve Jachmund’un öğrencisi Mimar Kemalettin Bey’de dahil yurtdışında eğitim görmüşler. Kemalettin bey Berlin’de, Vedat Bey Paris’te eğitim görmüş.
 Osmanlı Klasik Mimarisinden esinlenen, Osmanlı milliyetçilerinin resmi üslubu olmuş ve Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar pek çok resmi yapı tasarımını belirlemiş, adına “Birinci Ulusal” denen bu akımın önemli iki  öncüsünün de yurtdışında eğitim almış kişiler oluşu dönemin Batılılaşma çabalarının tuhaf görüntülerinden biri. 19. Yüzyılda köhne bir  tarım toplumu olan  Osmanlı İmparatorluğu içinde başkentin   sürekli olarak ileri ülke standartlarını kollayan bir toplum kesimini barındırdığını düşününce belki de o kadar tuhaf değil.  Yirminci yüzyıl başında İstanbul’daki resmi görevlilerin batıyı çok iyi tanıdıkları, bir veya birkaç batı dilini akıcı bir şekilde konuşan bu beyefendilerin Batı Dünyasına  21. Yüzyıl başında Anadolu taşrasının sivil görevlilerinden çok daha  entegre oldukları söylenebilir.
Ancak, Eminönü sokaklarına adları verilmiş bu iki mimarın da sorunu sanki burada: Berlin veya Paris’teki entegrasyon Osmanlı mülkünde sökmüş mü, bakalım?  Üslup çabaları çoğu kez “kubbeli, ojiv kemerli, saçaklı ve çini panolu” bir akım ve “mimarlığımızda  geç kalmış bir Türk revival” denemesi [7]  tanımlarıyla  güdükleştirilmeye çalışılsalar da, Batıdan aldıkları eğitimin sonucu olarak edindikleri yabancı kökenli bilgi ve değerler sistemi ile Türkiye geleceğini ve koşullarını uzlaştırmak gibi güç bir durumda kaldıkları düşünülmeli. “Bizdenliği” sağlam temellere oturulamamış, bu eklektik çabalar, sonunda bol miktarda yabancı mimar ithalinin  nedenlerinden sayılarak suçlanmalarına da sebep olmuştur [Özkan, Agm].
Al Sana "ojiv" Kemer !, Peki n'oldu ?
Büyük Postahane, Arka Cephe Pencere Detay
 Evet, farkındayım laf uzadı epey ama, bu da bir blog yazısı nihayetinde. Hobyar Mescidine geliyoruz.  Vlora Han’ın olduğu caddeden, Ankara caddesinde yukarıya doğru  bir parça yüründü mü sağda, köşesi köhne görünüşlü ama vitrini pek şık çerçevelerle dolu gözlükçü bulunan  bir cadde açılır: Aşir Efendi Caddesi [8].  Tam büyük postanenin arka cephesine paralel bu genişçe alana hafta içi günlerde  kırmızı Fargo/DeSoto/Chrysler kamyonet, hamal, bağırış çağırış, küfür kıyamet  ve  kumaş topu yığınları yüzünden biz insanların girmesi pek mümkün değildir. Başka bir yer kalmamış gibi İstanbul’un bu son ve en iyi korunmuş 19. Yüzyıl   bölgesinde nişan bohçası, tüylü metres terliği, nişan  tuvaletleri için kumaş toptancılığı yapılır  sabahtan akşama, haftanın beş günü… İş bu caddenin ortalarına doğru ve tam postanenin arkasındadır bizim Mescid.
Fatih Belediye Başkanlığını yapının duvarında yer alan  ve sayfaları yıpranmış eski kitap aromalı plaketine göre (üstünde, adını gösterir plaketin tam ortasından doğal gaz borusu iniyor aşağıya doğru, dolayısıyla  okumak  o kadar da kolay değil!) Yapının aslı 1473 yılında yapılmış, anlaşılan ilerleyen yıllarda da tümüyle harap olmuş. Yeni postane inşaatı  (1905-1909) sırasında da  Vedat  ve Mimar Muzaffer Bey’ler [9]  tarafından yeniden yapılmış.
Osmanlı Neoklasizmi ile  inşa edilen bu yapının eski yapı ile hiçbir benzerliği yok doğal olarak. Dikkat çekici olan, egzotik, oryantalist ve  klasik Osmanlı yapı  detaylarının, yenilikler üretmeye açık  akademik bir klasisizmle yeniden üretilmesi.  Bunun da baş dönmesi, mide bulantısına neden olmayacak tarzda kotarılmış oluşu.  
Ampir tarza göndermeler yapan çatı formu, Osmanlı klasik saçak dikmeleri, mukarnaslar ve dış cephedeki çinileri, Arap, Hint Mimarisi kokulu minaresi ile ilginç,  zengin ve özenli  bir yapı. Bütün bu eklektik form ve biçim yakışıklığına tek uymayan, yapının doğu bölümüne 1987’de yapılmış ek! Açık renk ahşap kapısı, acemice saçak-dikme tekrarı ile yapının zarafetini bozmaya and içmiş bir görünümü var.  Moraliniz bozulmasın diye fotoğrafını basmayacağım.

Mimar Kemalettin Bey’in Kamer Hatun, Yeşilköy, Bostancı, Bebek  camilerinin  aksine, Hobyar Mescidi Vedat Bey’in projelendirdiği tek cami.  Halen rahatsız edilmeden (yapılan o eki, o eke çakılı “plaketi”, o ekin duvarından inen doğal gaz borusunu saymazsak) durup dururken, gidip keyfine varmakta yarar var.

Nur içinde yat Vedat Bey.
BvP

Edited by Miki

Fotograflar: BvP
…………………………….

[1] Bu IV. Vakıf Hanı  İstanbul'a beyaz bir atla girme heveslisi Mareşal Franchet d'Espérey'nam pezevenk'te  pek beğenmiş olmalı ki,  İstanbul'un işgali sırasınca Fransız Kuvvetlerince karargah olarak kullanılıyor.

[2] Raimondo d'Aronco' tarafından tasarlanan bu muazzam apartmanın sahibi Bay Botter II. Abülhamid  Han Hazretleri Efendimizin hususi terzisi! Ne kadar süre ile hükümdar’a o sıkıcı siyah paltoları dikti bilmiyorum ama,  ısmarlama elbise işinde -en azından- bir zamanlar iyi para  olduğunu söylüyor yapının her tarafı.
 [3] Vedat Bey’in eğitimi gerçekten pek fena... Galatasaray Lisesi’nin ikinci sınıfından Paris’e gider, “Ecole Monge”den sonra “Academie Julien”de resim, “Ecole Centrale”de mühendislik okur.  Yüzlerce kişinin katıldığı yarışma Sınavını kazanıp “Ecole National de Beaux Arts”a seçilen dokuz kişi arasında yer alır. Mimarlık öğrenimini tamamladıktan sonra Roma Ödülü’ne (Prix de Rome)  çalışmak ister ama yabancı olduğu için kendisine izin verilmez.  Hocasının Fransız Cumhurbaşkanı’na başvurması sonucu izin alınır ve buradaki çalışması sonucu kazandığı “Legion d’honeur” nişanı kendisine sonraları yurda döndükten sonra verilir.
 [4] ÖZKAN, Süha: Mimar Vedat Tek. Mimarlık . Sayı 11-12. S. 45-51 Aralık 1973.

 [5] Geç dönem Osmanlı Mimarlığının bu çok karakteristik ve görkemli örneği hem Posta ve Telgraf Nezareti’nin yönetim merkezi hem de, merkez postane olarak tasarlanmıştır. Yapının biçimlenişinde bu ikili programın etkilerini görmek mümkün.  Detaylara gösterilen önem ve  ileri bir yapı teknolojisi ile (putrelli döşemeleri, orta holü örten strüktür, merkezi ısıtma ve havalandırma sistemleri)  yapılmış göz alıcı bir yapıdır. Genişçe yazmak pek anlamlı değil, hakkında epey malumat var. Bakalım o ne zaman otel olacak!
[6] Seçkin demişken...Unutmayalım;  Vedat Beyimizin babası Giritli Sırrı Paşa, Annesi Leyla Saz Hanım!  Kız kardeşi Piyanist Nezihe Beler. Yusuf Razi Demirel’den başka elektrik Mühendisi bir erkek kardeşi daha var.

[7] Zeki Sayar’ın Mimarlık Dergisinin “Mimarlığımız 1923-1950” araştırmasına verdiği cevaptan alıntı. “Milli karakteri ifade eden mimari üslup için düşünülen temel özellikler neler idi?” Mimarlığımız 1923-1950.  Mimarlık. Sayı 2. S.19-62 1973.
Cumhuriyetin Ellinci yıl hazırlıkları kapsamında Cumhuriyet Döneminin başından beri mimarlık alanında teorik ve uygulamaya dönük girişimlere katılmış kişilerin görüşlerini, değerlendirmelerini herhangi bir yorum yapmadan yansıtmaya yönelik bu araştırma muhtemelen halen konu ile ilgili en zengin makale.

Görüşleri istenen Zeki Sayar, H. Kemali Söylemezoğlu, Behçet Ünsal, Rebii Gorbon, Naci Meltem, S. Sonad, S.H. Eldem, Leman Tomsu, Şevki Balmumcu, Bedri Tümay, Şekip Akalın, Mahmut Bilen’den Sadece Sayar, Söylemezoğlu, Gorbon, Ünsal, Sonad, Meltem cevap vermiş.

[8] Yok, o mimar değil, bir din görevlisi:  18. Yüzyılda yaşamış ve  adına kurduğu kütüphane ile meşhur Şeyhüislam Reiszade Mustafa Aşir Efendi.


[9] Ağabey Yusuf Razi Demirbel’in öğrencisi olan  Mimar Muzaffer, Vedat Bey’in bürosunda çalışmaya başlıyor. Çeşitli projelerde, özellikle de Büyük Postane işinde yardımcı mimar.  En önemli eseri de,  proje yarışmasını kazanıp projelendirdiği Hürriyet Şehitleri Anıtı.