Emsallerine faiktir

Ekim 17, 2014

Torbalı -Metropolis I



Prohedria'dan Site Girişine
Dolu Dolu İkibin Yıl
Torbalı | Ağustos 2014 |
Yazın belli bir döneminde; Eda Taşpınar’ın “objektiflere ilk pozu”nu az geçe ile kışın popüler yerli dizilerinin her gün öğle vakti gösterilmeye başlaması ortalarındaki bir zaman diliminde benim de içimi arkeoloji, eski başvekilin o çok yerinde tespiti ile “çanak çömlek” görme hevesi kaplar. Mevzuubahis  istek gelince genel olarak riske girmeyip,  Menderes deltasının ucuna doğru,  Mykale Dağı eteklerindeki güzel Priene’de dolaşır;  o da kesmez, canım daha bir hovardalık isterse, aşağıdaki Milet’e sekerim. İkisi de gezmekle, aval aval bakmakla tükenecek gibi değildir. Özellikle Priene muhtarlığı olsa kaydını yaptırıp, ikametgah ilmühaberi aldırma isteği uyandıracak kadar güzel görünür insan evladına. Bu yıl nedense yeni heyecanlar yaşama isteği oluştu. İki güzel dostu satıp, İzmir – Aydın otoyolunda önünden her  geçişte ancak çok kısa bir an göz hapsine alabildiğim,  sonra hızla akıp giden  Metropolis’i göreceğim.
Yaşamının uzunca bir bölümünü metodik öğrenme ameliyesi ile geçirmiş, bu yüzden kimi yararsız kimi yararlı reflekse sahip çoğu insan gibi ben de “görüş” öncesi donanımlı olmak adına bir şeyler öğrenme ihtiyacı hissettim.  Özgün ve derinlikli bilginin internetten sağlanamayacağını artık net olarak öğrenmiş olduğumdan, gidip kenti ve çevresini anlatan bir kitap aldım. Çok  güzel ve kapsamlı bir kılavuz bu. Belki de fazla iyi. Öyle ilginç, öyle iç gıcıklayıcı şeyler anlatıyor ki, bir gece önce okurken “Japon turist otobüsleri, güneye giderken uğrayan tatilcilerin arabaları alanı kaplamadan park yeri bulur muyum?” korkusu yüreğimi kemiriyor.
Otoyoldan Torbalı’ya girmek üzere ayrılıyorum. Niyetim bundan sonra eski yolu takip ederek Ortaklar üzerinden gitmek.  Bir anda her şey yavaşlarken motorun gürültüsü de giderek azalıyor. Hava dehşetli sıcak,  kente bağlanan uzunca yol çok sakin. Neredeyse dışarıdaki canhıraş ağustos böceği uğultusunu duyacağım. Nasıl olsa her tarafta Metropolis tabelaları vardır diye fazla umursamadan etrafa bakıyorum. Kente girişte bir tane var gerçekten, sağa, kentin içine yönlendiriyor beni. Göbeğin ortasındaki griffon’u da görünce kentte yaşayanların bu değerli kültürel mirası nasıl da içselleştirmiş olduklarını görüp seviniyorum. Dümdüz ovanın ortasında yüksek apartman dizileri, dar caddeler,  apartmanların hemen yanı başından geçen anlamsız üst geçitleri ve hemen her yerdeki trafik tıkanıklığı ile muazzam bir  “yöre” burası.  Lord Kinross’un henüz “şehir”demeye dili varmadığı için  yirmilerin Ankara’sına yöre demesi gibi, buraya da  şu “yer/yöre” kelimeleri daha uygun [1].  Yürünecek trotuar, park edecek cep olmadığından Torbalı ahalisi genel olarak sokakta, otomobillerle birlikte yürüyor. Sanki “teşekkülat-tabiiye”si yahut büyük hassasiyetle korunması gereken “abidat-i mimariye” yüzünden kent bu halde gelişmiş/geliştirilmiş gibi. Aslında; tarihi doku filan, bu türden “durum”lar pek yerel yönetimlerin, merkezin gözünü korkutacak şeyler değil. Daha çok içten yanmalı motorla mücehhez, “otomobil” adı verilen  cihazla çok geç (doksanların ortaları belki, ama kesinlikle 80’ler değil) tanışıp, boyutlarını, işlevini bir türlü kavrayamamış olmaktan kaynaklı durum sanırım.
Zor Anlarımda Hep Yanımdaydı | Torbalı Ağustos 2014
Kentin içinde bir süre anlamsızca - ama umudumu yitirmeden -  dolaşıyorum. Bu sıkıntılı yolculukta belediye reisi de hep bana eşlik ediyor. Kah yaşlı bir teyzenin elini öperken, kah çocuk severken, kah hülyalı bir şekilde sonsuzluğa bakarken, çoğunlukla da hepsi bir arada karşılaşıyorum kendisiyle. Bu icraatçı başkanın eserlerinden ve kendisinden gözünü alınca da, bazı site girişlerinde ve bir çay bahçesinin kapısında da o griffonlardan olduğunu fark ediyorum. Artık gözüne şu işeyen çocuk heykelleri gibi, boku çıkmış görünmeye başlıyorlar. Yine de fazla  sızlanmaya gerek yok. Nasıl olsa imgenin aslı Metropolis tiyatro cavea’ sının  o “en hatırlı müşteri koltuğu” yani prohedria’nın ayaklarını süslüyor ve hep birlikte İzmir Arkeoloji Müzesinde emniyetteler çok şükür.
Sentetik Uyuşturucular ve Postmodernizm
Torbalı | Ağustos 2014
Muhteşem trafik sıkışıklığından yararlanıp gözüme kestirdiğim birine “Metropolis’e nasıl gidebilirim?” diye soruyorum, “Metropolis?... Otel di mi ağbi ora?” aklıma hemen  Reha Oğuz Türkkan’ın  meşhur “Kabiliyeti vasattan düşük olanların mahsulunu azaltmak”  tedbiri gelmiş olsa da, cevaben uygun bir karşılık verip, bahtımı başka birinde deniyorum.  Bu defa şansım dönüyor ve zat  “harabeler”i kast ettiğimi anlıyor şipşak. Nazikçe tarif ediyor, “şuradan dönün, oraya girmeyin, ilk bilmemnerden dümdüz…” Adamcağızın niyeti iyi, eh, ben de fazla aptal olmadığıma inanırım hep, amma “yer” de bir yamuk var ki, tarife uymak suretiyle eski bir çam koruluğunun içine “yapılmış” şıkır şıkır belediye binasını geçip yol boyunca devam ediyorum ve işte yine demiryoluna paralel caddelerden birindeyim! Olmam beklenen yer burası değil tabii.  Az ötede Eski İzmir - Aydın karayolu uzanıyor.  Basıp gitme, Torbalı’yı da Metropolis’i de zihnimin derinliklerine gömme isteğini zorlukla yenmeye çalışıyorum. Bu arada sağda düzgün ve temiz bir bahçe içerisinde Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmışa benzeyen bakımlı bir yapı dikkatimi çekiyor.  “Ulan avanak  BvP, zaten göt kadar yerde kayboldun bari bak bakalım, neymiş bura”  diye söylenerek iniyorum arabadan.
Kazımpaşa İlköğretim Okulu | Torbalı Ağustos 2014

Caddeye açılan bahçenin kapısında asma kilit ve zincir var doğal olarak. Yapının ana girişinde mermer üzerine  “İzmir Valisi Kazım Paşa Hazretlerinin Asarındandır 1931” yazılı. İzmir içinde ve civarında epey örneği olan tipte bir okul bu.  Üstteki iç içe “TC” kısaltması ve iki yandaki ay yıldızları ile iyi korunmuş bu orijinal  tabela hoşuma gidiyor. Şaşırtıcı bir şekilde sökülüp, yerine  takıldığı ilk kış sonunda silikleşerek okunmaz hale gelecek pirinç kaplama bir tabela konmamış. Hayat bazen ne tuhaf.  Bahçenin caddeye bakan giriş kapısındaki  -yine mermer- plakette ise  “Torbalı Kazım Paşa İlköğretim Okulu 1926” yazılı. Okul o  tarihte kurulmuş, 1931’de de buraya  taşınmış olmalı.
Bayındır Kazımpaşa İlkokulu | 1930 lar
Cumhuriyetin ilk yıllarında Okul binaları Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı  Okul Proje bürosu ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı İnşaat Dairesi tarafından nüfus yoğunluklarına göre farklı büyüklüklerde ve iklim koşullarındaki farklar gözetilerek  tip projeler hazırlanıyor.  Bu da onların çok bakımlı ve iyi korunmuşlarından (Böylesi “bakımlı ve  iyi korunmuş” oluşunu yakın zaman önceki “restorasyon” teşebbüsü sırasında  geçirdiği ağır yangın yüzünden yeniden yapılışına - artık restorasyon filan da  kesmemiş anlaşılan-  borçlu olduğunu daha sonra öğrenecektim. Tarlayı  zararlı ottan kurtaracağım diye   orman kül etmek, istenmeyen tüyden kurtaracağım diye  bilmemnere yakmak, izolasyon edeceğim diye çatı tutuşturmak   bu güzel ülkenin,  eski deyişle vak'a-i adiyesi.
Yapı pencere alt ve üstlerinde yataylığı vurgulayan kalın  bant söveleri ve genel duruşu ile döneme hakim “modern” kamu mimarisinin taşradaki yansıması gibi görünüyor. Kiremit kaplı hafif saçaklı kırma çatı cephenin “Modern” elemanları ile pek uyuşmasa da, taşrada teras çatı uygulamanın, hele su geçirmezliğini sağlamanın günün şartlarında zorluğu ve/veya iklimsel nedenlerle yapılmış olabilir.  Zaten o dönemde yapılan “kübik mimari” esintili çoğu binaya sonradan benzer türden çatılar ekli.
Valiliği döneminde İzmir’de olduğu kadar etkisi ve gücü kentin hinterlandında hissedilen (General) Kazım Dirik günümüz bilim erbabının sevdiği  tanım ile “kurucu seçkinler”den. Atatürk’le birlikte, Bandırma vapuruyla yapılan Samsun yolculuğunda bulunmuş,  Kurtuluş Savaşının  çekirdek kadrosu içinde yer alan önemli bir asker-bürokrat. İzmir Valiliğinden sonra 1935’de yine çok önemli bir görev olan Trakya Umumi Müfettişliği’ne atanıp [2], 1941’de ölümüne kadar bu görevde kalıyor.  (tanık oldukları ve görev  raporları ile hayatının bu dönemi de epey ilginç, ama başka bir şey anlatıyoruz burada).
Sadece Torbalı’da değil, aynı yıllarda yine İzmir çevresindeki Bayındır (1931), Ödemiş/Birgi (1933), Tire’de (1936), Kemalpaşa/Ören (1933)  ve İzmir’in içinde yapımlarına başlanış tarihleri ile cephe-plan benzerlikleri ile belli bir program dahilinde yaptırıldıkları anlaşılan epey okul var. Yapımlarına katkıları, valiliği döneminde yapılmış (en azından başlanmış) olmaları ve çoğunun kendi adını taşıması nedeniyle bu okullara “Kazım Dirik Tipi Okul” [3] deniyor.  Yıllar içinde değişen eğitim gereksinimlerini karşılayabilmek, eskimeye dayalı malzeme ve strüktürel sorunları çözebilmek için hiç durmadan ekler yapılıp, orası burası kurcalanıp,  cephe özellikleri bozulup tanınmaz hale gelmiş olsalar da çoğu halen ayakta.  Batı Anadolu kasabalarında geçerken dilmesi, yanına seyirtip bakılması  gereken yapılar.  
Unutmadan; İzmir’deki  “Milli Kütüphane”, İzmir Fuarı,  erken dönem cumhuriyet mimarlığının kentteki ilginç – ve korunmuş – örneklerinden biri, Gazi İlkokulu da onun “asarından”.  1923-1924 döneminde il genelinde 190 ilkokulda 330 öğretmen tarafında eğitilen 15.148 öğrenci bulunurken, 1934’de 466 okulda 900 öğretmenle 40.000’e yakın öğrenci ders görüyor. Özellikle 1933’deki Cumhuriyet’in Onuncu yıl kutlamaları için 250 okul açılıyor[4] (Gazi İlkokulu’da bu dönemde açılanlardan). Ezcümle, nur içinde yatası, ruhu şad edilesi bir muhterem kişioğlu şu Vali Kazım Dirik Paşa…
Yeniköy  | Torbalı | Ağustos 2014
Büyük ihtimalle  Kazım Paşa’nın ruhu ve başka bir nazik beyefendinin yardımı ile mucizevi şekilde Kentin içinden beni Metropolis’e götürecek yol karşıma çıkıyor. Üstünden gürültüyle  İzmir-Aydın otoyolu akan alt geçidin kenarına çöreklenmiş modifiye doğanı ve içindeki delikanlıyı yavaşça geçip sola,Yeniköy - Ahmetli köyü oklarının gösterdiği yere dönüyorum. "Harabeler" Yeniköy'de.. Umumi karakter yapım günün bu saatinde o arabanın içindeki gencin neden öyle boş gözlerle etrafa bakındığını sorgulamaya, uzunca süre bu konu üzerinde düşünmeye yatkınsa da bugün yapacak daha önemli işlerim, acelem var. İşbu acele yüzünden ortalıkta dolanırken rastlayıp, bir nev’i konut olduğunu, daha doğrusu, yarısının metruk, diğer yarısının da çocuk yuvası olarak kullanılan ikiz villa(lar) olduğunu dehşetle farkettiğim o şey karşısında da  yeteri kadar vakit geçiremedim. Seksenlerin ortalığı kasıp kavuran kolaj postmodernizmi  ve ağır uyuşturucu etkisinde yapılmıştı ve çok acayipti.
Görünen Metropolis Kılavuz İster |
 Torbalı | Ağustos 2014
Otoyol ve sağımdaki dağ dizisi arasındaki  kısa yolculuğun sonunda geride kalan “kent”le kıyaslanamayacak kadar bakımlı, temiz ve sakin köyün içine giriyorum. Bundan sonrası kolay, kalıntılar yukarıda görünüyor zaten. Ama Torbalıya girişimden bu yana rastladığım  ilk kahverengi-turuncu “Metropolis” oku burada! “Metropolis 200 m.” yazıyor (hayır, tabela üzerindeki “salak” yazısı bana ait değil). Bunu kentteki yolculuğum sırasında ilan panolarında sık sık karşılaştığım ve artık aramızda belli bir samimiyet oluştuğu kesin belediye reisinin  son bir şakası  olduğunu hemen anlayarak yola devam ediyorum.

Bu blogda hep Batı Anadolu’nun antik  kentleri ve özellikle tapınakları hakkında bir şeyler yazmak istesem de; anlatılacak olanın karmaşıklığı, boyutları ve detaylara dalıp, okuyacak olan biçareyi kusturma korkusu yüzünden birkaç yıl önceki Aphrodisias ve Aizanoi yazıları dışında becerip pek bir şey yazamadım. Bakalım bu defaki bir şeye benzeyecek mi?

Devam etmeyi istiyorum.
BvP,

Fotoğraflar: Bayındır Kazımpaşa İlkokulu İnternet, diğerleri BvP
………….
[1] Kinross’a ait olduğu Funda Şenol Cantek tarafından aktarılan bu saptama Ankara’nın başkent kimliği oluşturma sürecini enine boyuna ve çok güzel anlattığı güzel “Yabanlar” ve Yerliler, Başkent Olma Sürecinde Ankara Kitabında geçiyor. Cantek  kitaptaki  “yöre” kelimesini “yer” ile değiştirmiş galiba. Bendeki nüshada bu kelime “yöre” olarak geçiyor (Kinross 1970:332). Belki de orjinalinde iki anlama da gelecek bir kelime kullanmıştı. İngilizce baskısını hiç görmedim. Ne olursa olsun, yitik bir kitaptaki zekice, ince saptamayı ortaya çıkarıp anlamlandırması ne denli titiz ve geniş bir araştırma yapılmış olduğunun kanıtı bence.
[2] Umumi Müfettişlikler üzerine iyi bir kitap :  Koçak, Cemil. “Umumi Müfettişlikler (1927-1952)” . İletişim Yayınları. İstanbul 2003.  
Kazım Dirik tarihe “1934 Trakya Olayları” olarak geçen gelişmelerin hemen ertesinde bölgeye,  Mahmut Tali Öngören’in yerine gönderiliyor. Bölgeye ilişkin gözlemlerini yansıttığı resmi raporlar  hükümetin hakim resmi  bakış açısından fazla bir ayrılık taşımamakla birlikte yine de ilginç
Türkiye’de aşırı milliyetçi söylemin güçlenmesi sonucu gelişen bu anti semitik hareket ve sonuçları tarih kitaplarında halen  yer almıyor. Çok merak edilirse, olaylar, sonuçları ve olan bitene hükümetin tavrı ile ilgili olarak Toplumsal Tarih dergisi Ekim 1996,  Tarih ve Toplum dergisi Şubat 1996 tarihli sayılarına bakılabilir.
[3] İzmir Kent Ansiklopedisi Mimarlık, İkinci Cilt.  2013; 211.
[4] Kazım Dirik üzerine yazılmış; ilginç fotoğraflar, belgeler de içeren, torunu tarafından yazılmış, kapsamlı, güzel bir kitap : Dirik, K. Doğan. “Atatürk’ün İzinde VALİ PAŞA Kazım Dirik”. Gürer Yayınları, İstanbul 2008.

Ekim 15, 2014

İksperya" ve "Galaksi"


Gençler Eviniz Yok mu Sizin?
Kağıt üzerine şablon ?
Şubat 2014 | Kuledibi 


Radyolara ne zamandır bir cin fikir erbabı dadandı;  Kızgın bir herif bir de onun yancısı, sunucu gibi olan başka biri var. Bu kızgın ses  bağıra çağıra verdiği telefon numarasını ilk arayan bilmem kaç  kişiye bir malı fevkalade ucuza verecek. Ama o bilmem kaç kişiden bir fazlasına değil.  Yandaki, o sunucuymuş gibi yapandan bu işin biz radyoları başında bulunan biçarelere yapılmış fevkalade bir kıyak olduğunu öğreniyoruz. Mazhar olduğumuz/olacağımız kıyak öylesine görkemli ve büyük ki, muazzam faydalarına rağmen, arayan her fani bir tane alabilecek. Yani “ver bakalım şurdan ki tane de, birini kaynatama vereyim hayır duasını alayım n’olacaksa  oh emmi” desen yok. O kadar şey. Gelgelelim;  bizim yancı  kızgın herif kadar acımasız değil,  habire gazlıyor, “12 dediniz ama, bu büyük hizmetten birkaç dinleyicimiz daha yararlansa, hadi şunu 15 yapalım, hatırım için…” Zar zor ikna olmakla birlikte,  zinhar bir den fazla alınmaması konusunda israrcı bizimki. Öyle ya, kıyağın da bir haddi hududu, eni boyu var. 

Pazarlayıcı aklın mal sunum yelpazesi  oldukça geniş. İstanbul’dan Ankara’ya bir araba yolculuğu sırasında Gebze’den Bolu çıkışına kadar,  her defasında zorlukla  ikna edilerek,  marifetli  seccade ve gül kokulu tespih satmak zorunda bıraktılar o kızgın herifi. Cırlak bir sesle “Hayır, niye satayım kardeşim, ben zaten malımı daha yüksek fiyata satıyorum, ama seni kırmamak için…” Hokkabazlık kanalını her yeniden buluşumda aynı heyecanlı, tatlı didişme vardı. Başka bir yolculukta da hiçbir Türk erkeğinin hiçbir surette yaşamadığı, yaşamayacağı ve fakat  sadece  yakın dost,  arkadaş çevrelerinde duyduğu  o meş'um duruma ziyadesi ile  iyi geleceği garantili   - hem de yüzde yüz doğal ha ! -  türden devayı  sırf  yenge müşkül durumda filan  kalmasın adına  kısıtlı miktarda satmaya razı oluyordu bizim bey.

Son birkaç defadır  aynı  dümenin telefon satıcılığına evrilmiş başka bir haline denk geliyorum:  Bilinen ve ürününe güven duyulan  bir markaya ait  model adı ile açılan bir üçkaat bu: Önce,  “iksperya” veya “galaksi” telefonların  hayatımıza yer gün yeni ufuklar açıcı, akıllara zarar özelliklerini  dinliyoruz. Hiçbir şekilde soni veya samsunk demiyor,  “iksperya marka” da demiyor. Detayların eksik söylenişi yalancılık değil elbette. “iksperya” telefonun çok ama çok pahalı olduğunu, ama kalitesi, zartı zurtu ile bizi bizden aldığını  – bu defa kadın – yancı ve satacak olan arasındaki konuşmalardan öğrenmekle birlikte canımız fevkalade sıkılıyor… Fakat durun! Satıcı herif babanın oğluna  yapmayacağı bi kıyağı bana tam  Orhangazi ile  Gedelek  Köyü oku arasında  çakacak gibi… Verilen telefon numarasını arayan ilk on kişi arasında  olursam, bir tane “iksperya” telefonum olacak; feysbuklu meysmuklu, efendim, ona buna girip çıkabileceğim.  Amma sıkıca aklımda tutmam gereken, sürekli tembihlenen husus öyle mal bulmuş mağrıb ahalisi gibi beşer onar almayı aklımdan bile geçirmemem, edebimi bilip bir tane almalı, diğer bekleşenleri mağdur etmemeliyim… Kıyak çok büyük çünkü !

Şu,“pezevenk bir olsa yağla balla besleyelim”  sözünü koluma, kıçıma başıma dövme olarak yaptırsam mı ? diye düşünüp gaza basıyorum. 

BvP

Ekim 13, 2014

Eskiden Böyle Değildi Bu İşler, “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi”



Hayır,  Kesin Böyle Değildi | SALT Ekim 2014
Sergi. Bu laf eskiden bel hizasında (veya çocukluğumda sıkça başıma gelen gibi, göz hizanda) üstü camlı dolapların etrafında sessizce  - ama çok sessizce –dolanıp; ölü, ruhsuz nesnelere bakmak, duvara çakılı resimleri bir parça  uzaktan hafif kısık gözlerle kesmekle eş anlamlıydı. Kavram veya  olgular  değil, nesnelerdi sergilenen. Algı derinliği/mesafesi değiştirilmeden nesnelerin tarifi okunurdu. “Algı mesafesi”ni gerçek anlamda kullanıyorum. Aynı hurufattaki açıklamaları okumak için sabit bir yakınlığa eğilirdin.  Derinlik ayarı ile oynamak ta gerekmez-di zaten.

Bugün Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının altı kitapçıdan önce sergi salonuydu ve düzenli olarak sözünü ettiğim türden sergiler düzenlenir, açılacağına yakın da, vitrininde “yüzbilmemkaçıncı” olarak gururla ilan edilirdi. Sıkıcıydılar filan ama; ablamın götürdüğü bu sergiler, Taksim Belediye Galerisi duvarlarındaki resimler nispeten çorak bir çocukluğun halen önemli anıları olarak duruyorlar. Rengarenk kelebekleri, devasa yusufçukları, tuhaf mineralleri, Kuzgun Acar eskizlerini ilk kez buralarda gördüm. Ama nedense çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Charles Bronson’un karısı Jill Ireland, Tünele doğru, Narmanlı Yurdu’nun yan aralığındaki JET Model’in vitrini ve bir sürü başka şey rüyama girdi de bu sergilerin hiçbiri ve Kuzgun Acar girmedi. Anlaşılan  yaşlanıyorum ki,  – mesela birkaç yıl önce Ankara, Turan Güneş Bulvarı’ndaki o kaburgacı bile  girdi – artık rüyalarımda son yıllarda gördüğüm sergiler de var. Sanırım bunların ilki Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki şu meşhur “Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor” du. Kataloğunu da edindim. Sonrakini de net olarak hatırlıyorum: çok hırslı ve yoğun bir çabanın ürünü olarak, bol para ile  ortaya çıkarılmış Bilgi Üniversitesindeki  “İstanbul 1910-2010” sergisiydi (evet, bu defa üstelik  ciddi bir para verip onun kataloğunu da aldım).  
Rüyalara giren üçüncü de SALT Beyoğlu’ndaki “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi” Sergisi. “Sergi” diyorum ya, lafın gelişi o. Elin adamı “dur, şurdan içeri girenin, gezenin aklını fikrini başından alıp az yontayım, ufkunu açayım” demiş. Biz de bayramda Miki’nin, MeKaDe’nin rızasını alıp, (aslında bu aralar onu razı etmek pek kolay.  İşin ucunda “çukutala”lı dondurma da olduğunu öğrenince hemen kapıya seyirtip, ayakkapları giymeye koyuldu) evcek şu sergiyi gezelim, bir şeyler öğrenelim niyeti ile düştük yollara. 
Dönercinin Kıralı Olur
Oradan
Hamdolsun ki,  sabahın onotuzunda kapısı açıktı biz de o kocaman hoş yapının içine girdik. İstiklal Caddesi’nin göbeğinde hangar gibi yeri öyle sergi mergi yapacağız diye bomboş tutuyorlar. Oranın tek bir katından kaç kebapçı, köfteci, ayakkabıcı, cep telefonu şeyi sebeplenir. Nasıl bir akıl bu anlaşılır gibi değil.
Bu işler eskiden hiç böyle değildi. Ortadaki salıncak, tavandaki göz alıcı simitler (yetmişlerde eczanelerde mavi teneke kutulu “Nivea”larla birlikte satılırdı, hatırladın mı?), ortalarındaki şişme “yazlık”, şezlonglar ve duvarlarda  ne zaman okunsa yüzüne şöyle hafifçe gülümseme yayan naif Hayat Mecmuası sayfaları ile her şey çok davetkar. Bir süre sonra olacak  ilginçlikler hakkında da  epey laf ediyor.  Bir tür tanıtım ofisi yani. “Hani, nerde bunu gerisi” diye yukarıya seyirtirken, masa başındaki nazik hanım üst katlarda SALT’ın bize göstereceği daha ne numaralar, akıllara durgunluk verici ne seyirler olduğundan bahisle 12:00’de gelmemiz gerektiğini bildirdi. Bu arada hava soğuk olur, İstiklal Caddesi’ne kar, mar yağar  diye yanımızda dolaştırdığımız gocukları, paltoları alıp, karşılığında da fiş vermeyi ihmal etmedi. Saatler onikiyi vurunca yine oradaydık. Hazır gelmişken dördüncü kattaki Robinson kitapçısını da gezeyim dedim ( evet, dört katlı  filan var bura, varın siz düşünün kaç köfteci, Osmanlı tadları dükkanı, kaç beyinbiçer müziği ile ışıl ışıl “book and music” teşebbüsü  daha çıkar).    
Ne ararsan var kocaman bir kitapçı  burası.  Aldıklarına/almadıklarına/alamayacaklarına bakmaya çöreklenmek üzere sakin iki köşede  fiyakalı koltuklar, güzel aydınlık ferah orta alan, hatta pencerelerden birinin önünde etrafı kesebilmek için dürbün bile var.  Adını da “Robinson” koymakla iyi etmişler. Çünkü hal ve tavırlarından dükkanla ilişkili olduğu anlaşılan, içerideki zat çok uzun yıllar insan yüzü görmemiş, temel nezaket kurallarını unutmuş olacak ki, “merhaba” dememize çok şaşırdı! Ne diyeceğini pek bilemedi. Bir süre karşılıklı bakıştık öyle. Sonra gözlerimizi utançla yere indirdik.  Ama bak, o camlı bölmedeki bayanı tenzih ederim. Bilgisayarında  intergalaktik  savaş yönettiği ve tam da bu yüzden  çok meşgul olduğundan, o bizden yana bakmadı bile.
Galiba nazik ve mesafeli olup, insanı rahatsız etmeme  hali ile “Merhaba”  arasındaki sınır o  kadar da ince değil. Cadde üstündeki dükkanda da, kasada duran bir zat ne zaman gitsem öylesine meşgul oluyordu ki, birkaç bir şeyler sormak için önünde dikilip de  kafasını bile kaldırmamasına sıkılıp hiç bi şey almadan çıkmıştım (Ufak bir tüyo vereyim: Bankalar Caddesindeki Robinson’da mukim, gençten sevimli adam hiç böyle değil mesela). Eski kafalı bir mendebur olabilirim ama, böylesi esnaflık tuhaf. Çünkü neticede sofistike kitaplar satılıyor, bu işlem de  ritüel sarmalı ile bezeli olsa da, sanırım orası neticede  kitap satmak üzere tesis edilmiş bir işletme. Ve, esnaflığın, nezaketin kuralları üniversal. Neyse, sergiyi anlatayım.


Doğal olarak bir nesne ve durum gereği olarak “yazlık” ile çağrıştırdıklarını anlayabilmek / anlatabilmek toplumsal tarih derinliklerine yapılan bir seyyahat ile mümkün.  Mümkünat ise okunmaya değer ilginçlikteki on dokuzuncu yüzyıla ait belgeleri ile başlayıp, Bay Refik Halit Karay’ın Akşam ve Tan gazetelerindeki fıkraları, fikir beyanatları ile sürüyor (Yazlığa gidenlerin göçden önce kışlık komşularına ve ahbaplarına “bekleriz, muhakkak geliniz, gelmezseniz güceniriz” kabilinden sözlerine ciddi bir kıymet vermemelidir…)  İlk kez burada gördüğüm;  bazı belgelerin, bu fıkraların duvardan koparılıp alınabilmesi de cabası.  Evet, üşenmeyip bloknot gibi bastırıp duvara yapıştırmışlar. Hoşuna mı gitti, “cart” kopar duvardan al cebine koy, vapurda metrobüste oku, vaktin ziyan olmaz, üstelik havan olur. Daha ne yapsın adamlar? Ama hizmet burada bitmiyor. Eğer benim gibi eşşeklik edip, zamanında  hazır gezilebiliyorken gidip görmemişsen  Seyfi Arkan’ın muhteşem Florya Deniz Köşkü’nün içine ait güzel fotoğrafları yassı televizyonlar vasıtası ile görmek olası.  O sevimsiz nesnelerin işe yarar bir amaç için kullanıldığını gördüm ya, ne diyeyim? 

Böyle sergilerin bir iç gıcıklayıcı tarafı da bu; hiç bir şey durağan değil,  hareket ve sesli, “otuz iki kısım tekmili birden”. Yazlıkçıları konu eden bir diziyi,  yıllar önce çekilmiş, kim bilir nerede yitirilip unutulmuş yazlık hatırası filmleri,  yıllar önce projelendirdikleri kocaman  tatil sitesini anlatan usturuplu beyefendilerin işi nasıl yaptıklarını tatlı tatlı hikaye edişlerini izlemek olası. 
Bunu Çeken de İnsan | Mavi Bayrak |
Ekin Özbiçer | SALT Ekim 2014
Fakaat, iki adet yassı televizyonda gösterilen  ve  hafif karanlık bir bölümde insanın kıçından kaçan küp kesilmiş süngerlere oturmaya çalışıp, kafayı gözü yarmaya değer başka bir şey var ki orası işte fena… “Mavi Bayrak” adlı bölüm bu. Ekin Özbiçer’in “Bu serideki fotoğraflar 2013 ve 2014’ün Temmuz aylarında çekildi Çekimler İzmir’de eşimin çocukluğunda yazlarını geçirdiği(,) zamanla ilk sahiplerinin Bodrum ya da Çeşme gibi tatil beldelerin tercih etmesiyle demografisi değişen Menderes ve Seferihisar belediyelerine bağlı Ahmetbeyli, Gümüldür,  Özdere ve Ürkmez kumsallarındaki yazlıklar, sahil kampları, gece pazarları ve piyanist şantörlerin çıktığı içkisiz gazinolarda yapıldı”  dediği inanılmaz fotoğraflar. Çok uzun zamandır bu kadar içten, etkileyici ve  mükemmel  şeyler gördüğümü hatırlamıyorum. Philip Jones Griffiths’in Kuzey İrlanda fotoğrafları gibi,“sıradan an”ın erbabı elinde aslında hiç de sıradan olmadığını tekrar fark ettirip, “Ulan, işte  bunu çeken de insan” dedirtiyor. Keşke albüm olarak bassalar. İkinci gezişimde akıllanıp, ayakta durarak daha büyük bir keyifle izledim onları.
Usta'nın Şezlongu, Yalnız ve Mesafeli | SALT Ekim 2014
Parlak bir grup  zeka sahibinin ciddi çalışmasının ürünü olduğu belli ilginç anlatıların önünden geçip, sergideki “arzu nesnesi” nin önüne geliyorum ( O parlak zeka bazen “Yerel olanın dikkatle incelenmesi ve yeni dokuda yorumlanmasının, 1970’lerden itibaren kendini göstermeye başlayan bu “fiziksel felakete” karşılık bir panzehir olabileceği ifade buldu" türünden cümlelerde az tökezliyorsa da, yine de zihin açıcı). Bu nesne Sedad Hakkı Eldem’in Büyükada’daki Derviş Manizade köşkü için tasarladığı bir şezlong. Ellilerin sonunda  yapılmış görkemli ve şık  yapının önünden - daha doğrusu arkasından - geçerek, şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir plaja giderdik çocukluğumda. Duvarın arkasından yarım yamalak görünenin  üst katımızdaki  “Madam Ayda” larla birlikte yazları geçirdiğimiz o  köhne ahşap yapıya benzemediğini sezerdim. Meğer denize bakan geniş bahçede de neler varmış. Adalar Müzesinden ödünç alınmış (nelerle uğraşıyorlar). Dikkat çekici  bir tasarım olmamakla birlikte,  Beyoğlunun  ortasında onu görmek ilginç ve şaşırtıcı. Çünkü muhtemelen bilinçli bir tercih ile  yazlık  ve çevresini oluşturan, günlük yaşama dair nesneler yok. Mesela gözlerim hep bir şambrel ya da yetmişlerde  yazlıklarda giyilen, yazlık coğrafyasının bakkallarında bile bulunan  şu “tokyo”lardan aradı durdu. O terlikler kalınca ve kat kat lastik türevi bir maddeden yapılır, her kat da ayrı bir renk olurdu. kısa sayılacak süre sonunda zemine sürtünme  ve giyenin toplam deplasmanı  ile ilintili olarak incelir, aşınır, sonunda serçe parmak kalınlığında biçimsiz bir şey olur çıkardı. 
Daha N'apsınlar ? | SALT Ekim 2014
Tokyo yok ama, “yahu bu da olur mu” denecek, Ahsen Yapanar’in “Yüzer Ev’”inin bir bölümünün 1/1 kesit maketi gibi  bir figür var. 

Florya Plajında Olgun Bey (Fedoralı ) | SALT Ekim 2014
Tüm bunların üstüne Paul Bonatz’ı (Şevki Balmumcu’nun  Ankara’daki güzelim  Sergi Evini maymun edip, “Opera” yapan zat olduğunu öğrendiğimden beri aramız pek iyi değildir) Florya plajında mayolu ve elinde fedorası ile görmek gönül yağlarımı eritti.   Hem giyinik hem de mayo ile  - ikisinde de şapkasının aynı açıda tutuyor! - hoş bir cambazlıkla bir arada sergilenen  iki fotoğraf da SALT Araştırma’da bulunan Harika-Kemali Söylemezoğlu Arşivinden-miş. Sadece bunu görmek için bile kalkar giderdim doğrusu.

Alçak gönüllü ve nazik kişi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü  bay Vasıf Kortun kısa süre önce kendisi ile yapılan söyleşide SALT’ın  keyif endüstrisine karşı sanatı ayakta tutmaya çalıştığını söylüyor ya, inanmayın ona;  ben onu kadar nazik ve seviyeli  değilim. Bu sergi  o endüstriye  “Kol gibi” girip “kapak” olmuş işte. Gidip görmekte yarar var,  iyi geliyor.








Hadi selametle,  
BvP ,

Fotoğraflar; MKD'li fotoğraf Miki, Diğerleri BvP
 

Eylül 17, 2014

Sedit Qui Timuit Ne Non Succederet (Ayran Heykellerine Addendum 2014)


İki bin yıl önce ne güzel söz söylemiş bay Quintus Horatius Flaccus.  Kabaca,  “başarısızlıktan korkan, hiçbir şey yapmadan  ‘lök’ gibi oturur... Tabii Böyle benim gibi kaba saba değil, son derece şık söylüyor. Şair Horace’ın bu zarif deyişi artık pek hatırlanmıyor olsa da, çok İşlek Bursa – İzmir karayolu üzerindeki bir kasaba halkının entelektüel dağarcığında önemli yer tuttuğuna, orada hiç unutulmadığına artık eminim. Orası İç Ege’de değil de, Galler’de veya İsviçre’de kurulu olsa ambleminde mutlak bulunacak  motto bu.
Başarısızlıktan korkmadan, hep bir sonrakinin daha iyi olması için  yılmaz bir çaba ile çalışıp didinen Susurluk kasabası sakinlerinin medar-ı iftiharları, “ayran” adlı sıvının plastik düzleme kusursuzca yansıtılıp beğeniye sunulması konusundaki gelişmeyi bu bloğun derinliklerinden takip mümkünse de, günümüz  “bilgi toplumu” üyelerinin bilgiyi arayıp bulmaktaki tembellik ve isteksizliğini ve “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” deyişini göz önünde bulundurarak, toparlayıcı bir özet geçmek istiyorum.
Hem artık Belediyede ayrı bir birim – daha çok başkana doğrudan bağlı bir daire başkanlığı, belki müdürlük,  ama kesinlikle şeflik değil – oluşturularak çalışmaların sürdürüldüğünden emin olduğum konu ile ilgili çalışmalar öylesine yoğun, alanda öylesine baş döndürücü gelişmeler oluyor ki,  bir yerlere kayıt edilmesi lazım.  Eminim Ayran Heykeli Araştırma Geliştirme ve Uygulama Daire Başkanlığı’nın aylık faaliyet raporları, bültenleri de vardır ama nitelikleri gereği bizler gibi sıradan meraklıların ulaşabileceği şeyler olamaz. Buna rağmen Belediye’nin internet sitesini arada sırada kontrol ediyorum; Şöyle uluslararası katılımlı “İslam Penceresinden 21. Yüzyılda Ayran Plastiğine Yeni Yaklaşımlar” veya  “Geleneksel (Osmanlı) El Sanatlarımızın (Osmanlı) Sentezi Noktasında  Günümüz Ayran Heykelciliği”  sempozyumu duyurusu görürsem katılacağım.

Her şeyin Başlangıcı | 200? - 2009 
Neyse, galiba her şey iki binlerin başında Kasabanın girişindeki bir havuzun ortasına dikilenle başladı. Evet biraz düz, hatta dümdüz  ifade etmişti sanatçı; azıcık  "elişi" ödevi gibiydi ama, önceki on yılın büyük bölümünde hep  kamyonla çarpışıp hurdahaş olan kocaman siyah  bir otomobilden saçılan bokla anılan bu kasaba için yeni bir soluktu.  Üstelik her şey o karanlık trafik kazası ve her zaman kelek çıkan kavunların sergilendiği  yol boyu ile tanınmaktan  iyiydi. 
Bir süre sonra ifade biçimi ve insan boyutunun eksikliği ile yetersiz bulunan simge terk edilip yeni arayışlara gidildi. Yeni bakış açısı hem insan ögesi ekliyor,  hem de ürünün yapım aşamasındaki çok, ama çok önemli bir cihaza vurgu yapıyordu. “Yayık” adı verilen bu üstün teknoloji ürününün ağaca iple bağlanarak, yatay eksende kap içindeki sıvının ivmelendirilişi ile  iş görenleri olduğu gibi, sonuca  silindirik kesitli bir ahşabın dikey aks üzerinde manuel hareketi  ile ulaşanları da vardı!  Ayrıca üretimde makineleşmenin sonucu olarak seksenlerde “şanzımanlı çamaşır makinesi” de kullanılmıştı. Üç seçenek içinden, sanırım algı kolaylığı nedeniyle dikey ekseni kullanan “dibek” türü tercih edildi.

İnsan Odaklı | 2011
Heykelin tamamlanmasından sonra henüz öğrenemediğim nedenlerle  - aşırı itina olabilir- kaidenin yapımı oldukça uzun sürdü. Yine de tekil öge vurgusu unutulmayıp, periferiye alınan  (Belediye çay ve ayran bahçesinin önü)  “Ayran Bardağı" tekrar yorumlandı.

Yeniden Doğuş | 2011
Ancak; değişen, yenilenen estetik algılar nedeniyle maalesef bu grup da artık gözden düşmüş durumda. Üretildikleri dönemde doğal malzeme renginde bırakılmış heykeller bölgeye son ziyaretimde ( Temmuz 2014) elden geçirilmiş ve  boyanmış olarak  parlak  Ege güneşi altında göz kamaştıran renkleri ile "fovist” bir tarz sergiliyorlardı.

Giacometti'yi Ararken | 2014
Bu yıl imgenin esas ögeler yerinde bırakılarak yeniden ele alınışını görmek,  hakim belediyecilik iklimine artık alışmış biri olarak beni fazla şaşırtmadı. Belediyenin ilgili daire başkanlığı hizmet  “noktasında”  şakır şakır çalışıyor, başarıdan başarıya koşuyordu işte. Fakat asıl ilginç olan, anlatımın soyut kimliği. İnatla Batı kaynaklı estetik kavramları, birikimi daha doğrusu her türlü “anlayış”ı açık bir nefretle reddeden yeni kültürel diskurun çok dışında duruyorlar. İzmir yönüne  konuşlu dişi ayrancı ile eminim gerilim ve denge  amaçlı olarak o kötü kavşağın karşısına konmuş müzekker aksi,  Giacometti heykellerini  andırıyor. Hele önceki  çalışmanın  30’ların  tek parti egemen sanat anlayışını yansıtan,   “milli” olmayan toplumcu çizgisi ile kıyaslanınca,Türk İslam köklerine dönüş vurgusunun böyle geciktirilmesi kafa karıştıran bir durum. İnsan en azından bir fes, bir kuşak, olmadı dibek üzerinde Selçukluyu hatırlatacak bezemeler bekliyor. Şalvara rağmen; dipdiri vücut hatlarını  ortaya koyan o daracık "body" ve  topuklu ayakkabılar ile milli hassasiyetler "noktasında" sınıfta kaldığı aşikar. Sanırım yerel yönetimler merkezi idare kadar cevval değil bu konuda. Diğer bir eksiğin de, ardılların tümünde vurgulanan ve elbette çok önemli ayrıntı, "ayran köpüğü" motifine bu yeni çalışmada yer verilmemesi olduğunu düşünüyorum.
Gelecekte de zuhur edeceği kesin yeni ayran heykelleri üzerinde düşünme - yazma dileği ve  sağlam inancı ile...

BvP. 

Eylül 13, 2014

Regulus

Regulus USS Growler'in Üzerinde |
Intepid Müzesi, New York | 2000
Bu fotoğrafı Miki benim için 2000’de çekmiş. New York Limanında  emekli uçak gemisi Intrepid ve üzerinde bir sürü ölümcül alet edevatla birlikte oluşturulan müzenin bir parçası, denizaltı USS Growler’ üzerindeki  Regulus  seyir füzesi [1] .  Mezkur denizaltıyı limanın sığ ve çamurlu sularında sergileyebilmek için makus talihini yenmek çok kolay olmamış.  Amerikan Deniz Kuvvetlerinin hedef envanterinden kurtarmak için devlet kademelerinde  “ahbap-çavuş” ilişkilerinden epey yararlanmak, bolca nüfuz kullanmak,  o dönem Amerika Birleşik Devletleri ile Sovyetler Birliği arasında süren stratejik silahların kısıtlanması görüşmelerinde cihaza ayrı bir statü sağlaması için epey yırtınmak  ve restorasyonu için çok miktarda dolar dökmek gerekmiş. Bugün elde  tutulan plastik bir kaptan çubuk vasıtasıyla buzlu sıvılar içerek kıçta şort, ayakta terlikle  aval aval bakılabilme imkanı mümkün  silah sistemi İkinci Dünya Savaşı sonrası ortalığı kasıp kavuran o Soğuk Savaş karnavalının en ilginç sihirbazlıklarından biri; Denizaltıdan atılan bir güdümlü füze...

Aslında su altında hareket ve saklanabilme yeteneğine sahip hareketli bir platformdan  ne olup bittiğinden/biteceğinden haberi olmayan insanların kafasına ölümcül nesneler atma fikri çok yeni bir hainlik değil. Benzer çoğu şeyde olduğu gibi bunun da Almanlar tarafından “yapılmışı var”. Fikir oldukça ilkel bir şekilde,  taaa 1942’de  Alman Denizaltısı U-551 üzerinde tahta bir kasa içinden ateşlenen 6 adet güdümsüz füze ile  ilk defa fiiliyata geçmiş. Yüzeyden yapılan atışlar, sonunda 12 metre derinlikten başarı ile atılan füze ile taçlanıyor. Denemeleri tezgahlayan “Alim” Peenemünde’de ufak roketlerin [2] kontrol sistemleri ile uğraşan Dr. Ernst Steinhoff [3] Kardeşi de tesadüfen,  denemelerin yapıldığı denizaltının komutanı kaptan Friedrich Steinhoff [3a] . Fakat ne yazık ki - belki de şükürler olsun ki – bu akıl o aralar işleri başından aşkın Alman Denizaltıcılar Padişahı Dönitz ve kurmaylarının ilgisini çekmemiş. Bununla birlikte şu lanet İkinci Dünya Savaşı hengamesi bitip, Japon ulusunun kafasına iki kere de  atom bombası atıldıktan sonra  fikrin parlaklığı kafalara dank ediyor. Ben de merak ederim hep,  neden  diğer cephede; Avrupa’da kullanılmamış diye… İngilizler gece,  Amerikalılar gündüz vakti Alman kentlerini harıl harıl bombalar, Haziran 1944’deki müttefik çıkarmasından öncesi ve sonrası haftalarca Fransa’daki tüm endüstriyel altyapıyı, demiryolu ağını, hareket eden, duran binlerce lokomotifi  tarumar etmek için on binlerce müttefik havacısı ölür de, “ulan şurdan bi tane de Berlin’e sallasak, var ya” demek kimsenin aklına gelmez. Annem boşuna demezdi, “İt iti yer, kemiğini atmaz” diye.

Savaş bitip Amerikalıların eline bol miktarda Alman teknolojisi, fikri, teknisyeni, alimi, malzemesi boku püsürü geçince güdümlü ve balistik roketlerle oynama işi de gündeme gelir. Kara Kuvvetleri öncülüğü yapmaktaysa da, donanma  “bizim başımız kel mi?” demek suretiyle işe bulaşmaktan geri durmaz. İlk defa Şubat 1947’de Almanların V-1’inden düpedüz arak  “Loon” [4]  füzesi, bu iş için uygun hale getirilmiş bir ikinci Dünya Savaşı denizaltısından, USS “Cusk”tan başarıyla atılır.  Menzili yaklaşık 50 deniz milidir (1 deniz mili = 1.852 metre, yani yaklaşık 90 kilometre) Hatta,  röle istasyonu olarak kullanılacak ikinci bir denizaltı  ile kontrol edilebilir menzili 135 mile çıkarmak mümkündür de, istenilen yeri vurmak… Bak  işte o  pek mümkün değildir. Dört buçuk kilometre çaplı bir dairenin herhangi bir yerine düşebilir bizim “güdümlü” füze.  Tabii atıştan önce ayarlanmış bir uçuş yolu kullanan ve  havadayken kontrol edilemeyen V-1’lere kıyasla uçuş sırasında yapılabilecek her türlü kontrol ve yönlendirmenin yabana atılır bir gelişme olmadığını da söyleyeyim.



USS Carbonero ve Arka Güvertesinde Ateşe Hazır Loon 
İşin içine bir de  nükleer başlık filan sokmak – şöyle ele gelir, iş görür bir atom bombası o yıllarda  yaklaşık 5 ton çeker!-  şimdilik  pek kimsenin derdi olmayıp, daha çok fırın ekmek yenmesi gerektiği bilinmektedir. Bununla birlikte, aynı yıl Kara Kuvvetleri Loon’a kıyasla epey gelişkin bir sistem sunan “Matador” güdümlü füzesini Martin Şirketine sipariş ederek denizcileri ters köşeye yatırır! Zaten donanma geri bir takım teknolojilerle suyun içinde “dekmancılık” oynarken, ordu çöllerde kurduğu mahrem tesislerde “vatanın en çok seven işini en iyi yapandır” diyen yeni Amerikalı eski nazi bir sürü çok hevesli  roket alimiyle cart, curt V-2 filan uçurmaktadır. Üstelik,  dönemin jet uçaklarında kullanılan, güvenilir General Electric J33 motoru ve başarı vaat eden kontrol sistemleri ile Martin şirketinin  Matador’u hiç osuruktan değildir. Matador ve ondan geliştirilen “Mace” yüzeyden yüzeye ilk başarılı güdümlü füzeler olarak Kara Ordusunun envanterinde Regulus tedavülden kalktıktan çook sonraya,  1969’a kadar kalırlar.
Donanma da boş durmaz,  Grumman  Şirketi ile 1946’dan beri  üzerinde  çalıştığı,  benzer ama daha hırslı bir proje olan “Rigel”in yanında  hemen hemen aynı boyutlarda, aynı performansta, aynı motoru kullanan “Regulus”un tasarım ve üretimini Chance-Vought şirketine verir.  Ellili yılların bilim kurgu öykülerinden çıkmışa benzeyen  Rigel’den bir halt olmayacağı belli olunca 1953’de taburcu olup tarihin karanlıklarına gömülür.



Rigel Tasarımları 
Bu arada yeri gelmişken deniz kuvvetlerinin füzelerine neden “çavuşun tokadı”,  “uçan tokmak”, “zargananın laneti” gibi isimler değil de böyle fiyakalı isimler verdiğinden bahseyim:

Havadan  havaya atılanlara  [AAM] sürüngen ve uçan hayvanlar;  “Sparrow”, “Lark” “Oriole”

Denizden havaya atılanlara [SAM] mitolojik karakterler; “Gorgon”, “ “Gargoyle”

Gemilerden su üstü hedeflerine veya karaya atılanlara [SSM] Astronomik isimler almak nasip olmuş. “Polaris”, “Rigel”, “Regulus” , “Perseus” gibi… (Hışankan;1958)

Bizim Regulus’ta, Aslan takımyıldızının en parlak üyesi, başka bir deyişle aslanın kalbi… Nisan 1958 tarihli Donanma Dergisinde “A.B. Devletleri Deniz Kuvvetlerinde Kullanılan Güdümlü Mermiler” adlı  oldukça geniş  ve doğru bilgiler sunan  makalenin yazarı Albay Hışankan “Regulus’da bir yıldız olmasına rağmen  Kurunu Vusta  devrinde, fısıltısı ile öldürücü bir kabiliyete sahip bulunan yılan ismi için de kullanılırdı” şeklinde bir tespitte bulunuyorsa da bu pek doğru değil. Regulus adlı bir yılan filan ne Mitolojide,  ne de “Kurunu Vusta” dediği Ortaçağ’da var.
 
Birbirinin bu kadar benzeri iki sistem için para harcamak özellikle silah konusunda karar ve harcamaları her zaman; belki de  çoğunlukla, çok zekice olmayan Amerikan Senatosunun bile dikkatini çeker ki – üstelik çoğu gözlemciye göre Matador bir yıl kadar daha önde bir projedir –  savunma bakanlığı hava kuvvetlerine kalkıştıkları işin kesin iş göreceğinden emin olmalarını, donanmaya da  Matador’un gemilerde kullanılıp kullanılamayacağının araştırılmasını emreder. Gel gör ki, denizciler “küçük olsun, benim olsun” tavrında  ısrarcı olup, bin bir türlü açıklama ile işi yokuşa sürmektedirler: Daha basit bir yönlendirme sistemi kullanan Regulus’un iki yansıtıcıya ihtiyacı varken, Matador için yansıtma istasyonu olarak üç denizaltı lazımdır.  Bu sistem 1952’de yerini tek noktadan yönlendirme sistemi “TROUNCE”e bırakır  (neyin kısaltması olduğunu sormayın, bilmiyorum). Üstelik, Regulus’un rampaya iki adet itiş roketi (booster)  ile oturtulabilmesine karşılık, Matador’un itici roketi bir tanedir vs vs. Hem Chance-Vought akıllı davranıp cihazın tekrar kullanılabilir bir versiyonunu tasarlamıştır.  Bu da üretimi Matador’dan çok daha pahalıya mal olan füzenin tekrar tekrar kullanılabilmesi, dolayısıyla maliyetin düşmesi demektir.  Üretilen 514 Regulus’un her birinin destek bilmemneleri, yedek parça, eğitim türü yan masraflarla  birlikte Amerikan vergi mükellefine 307,302.00 dolara patladığı düşünülürse,  tabii fena değil. Cihazın hizmetteki ilk yedi yılında bir füze ortalama üç buçuk kez kullanılmıştır.
 
Herhalde Amerikan Senatosu da "ordu bizim göz bebeğimizdir” demiş olacak ki, donanmanın bu havalı projesine 1950’de onay ve para verilir. Zaten o yıllarda Amerikan Devletinin elinde harcamakla tükenmeyecek kadar para, en saçma işlere memur edilse bile tükenmeyecek kadar zeki ve elinden iş gelir insan evladı vardır. 
 


Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Katlanabilir kanatları ve kuyruğu ile pilotsuz bir uçağı andıran bizim Regulus’un yedi tondan biraz az  olan toplam ağırlığının  yaklaşık bir tonunu yakıt oluşturuyor ve gerçek anlamda  “güdülebilen” bir şey. Jet motoru ile ses hızının biraz altında (Mach 0.91, Loon’un Mach 0.6’sı ile kıyaslanınca daha da etkileyici) uçabiliyor. Kalkış sırasında yeterli hıza ulaşabilmesi için iki adet yardımcı roket gerekli (Jet motorlarındaki türbinin havayı sıkıştırabilecek süratte dönebilmesi, dolayısıyla uçurduğu nesneyi havada tutabilecek güçte  itki oluşturabilmek havanın belli bir basınçta emilebilmesi  ile mümkün.  Uçaklarda kalkıştan önce bu iş için yüksek güçte hava basan kompresörler kullanılıyor-du. 1950 ve  60’larda büyük ağırlıklarla kalkış yapabilmek, kısa pistlerden havalanabilmek için de, bu türden yardımcı itki kuvvetlerine  ihtiyaç duyuluyor.  Bunlara genel olarak RATO –“rocket assist take off veya JATO –“jet assist take-off” üniteleri deniyor). Döneme ait Regulus ateşlemesi fotoğraflarında görülen,  o ortalığı birbirine katan duman huzmesi de bu  cihazlardan kaynaklı.   Maalesef  sergilenen füzenin üzerinde bu sistem mevcut değil. Eğer Intrepid müzesinin sitesi yalan söylemiyorsa,  2013 Eylülünde restore edilecek olan füzeye daha gerçek görünsün diye  -replika da olsa bu şeylerden takılacağını beyan ediyor).



USS Grayback Hawai Açıklarında Regulus Atıyor, 1959
Kontrol ve Güdüm  İçin Füzeyi İzleyen  Uçağa Dikkat.
Denizaltılardan önce su üstü gemilerinden atış testleri tamamlanarak  1953’de Ağır Kruvazör USS Los Angeles' e  40-50 Kilotonluk bir atom bombası  taşıyabilecek şekilde düzenlenerek yükleniyor. Bu cihazla birlikte Amerika ilk nükleer kapasiteli gemisine kavuşuyor.  Nükleer füze taşıyan koskoca bir kruvazör ne kadar görkemli ve caydırıcı görünse de,  Ivan’n öyle karasularına yaklaştırabileceği bir nesne değil. Halbuki fikir güzel; çaktırmadan adamların kafasına nükleer bomba atabilecek kadar yaklaşılabilse ne güzel olur değil mi? Birkaç yıl sonra bu iş için epey etkin bir yöntem bulunmuş tabii… Mesela, National Geographic adlı mazbut derginin Eylül 1959 tarihli sayısında “Amerikan Deniz Kuvvetlerinin İyi niyet Elçileri” başlıklı, Kuzey Pasifik’teki marifetleri ballandıra ballandıra anlatan makaledeki, “Bizim Donanmanın Elinin Kolunun Ulaştığı Yerler” haritasında Japonya’nın iyice kuzeyinde, Sovyet toprağı ve stratejik önemi yüksek (en azından makalenin yazıldığı yıllarda)  Kuril  Adalarının hemen dibine minicik bir denizaltı çizilmiş ! Bilin bakalım denizaltının içinde ne olabilir ? [5]
 


Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Pruvada İki Adet Hangar ve Kapakları.

Füze hangarlardan kanat ve kuyruğu katlanmış olarak çıkıyor, Kanatlar basınçlı hava ile, kuyruk dümeni ise elle açılıyordu.
Growler ve Grayback'ın daha ufak boyuttaki hangarlarına uydurabilmek için kanatlar gövdeye daha yakın bir akstan katlanacak şekilde yeniden düzenlendi. Katlanma aksı ve üzerindeki iki adet menteşe görülebiliyor.



Regulus USS Growler'in Üzerinde | Intepid Müzesi, New York | 2009
Atış Rampası iki hangara da ulaşabilecek şekilde zemindeki ray düzeneği üzerinde kayabiliyordu. 

Yatay pozisyon kontrolü sağlayan yönlendirme çubuğuna ve dikey hareket için güç sağlayan hidrostatik motora dikkat.
O yıllarda bu tür silahlar  için henüz özel bir tekne tasarlanmadığından, II. Dünya Savaşı gazisi iki adet Gato sınıfı denizaltı  (USS  Tunny ve USS  Barbero) ön güvertelerine  eklenen  üç metre çapında  silindirik   (pleksiglas su depolarını andıran)  primitif hangarlarla donanmanın ilk Güdümlü Füze denizaltıları oluyorlar. Denizaltının içinden bu bölüme  ulaşarak  yüzeye çıkmadan ateşleme hazırlıkları yapmak mümkün. Yüzeyde ise  ateşleme  rampasına oturtmak, kanatçıkları açmak  ve diğer son hazırlıklar için yaklaşık 10 dakika gerekiyor.  1956’ya kadar biri Pasifik, diğeri Atlas  Okyanusunda kullanılıyor.  1957’de ise, Regulus taşımak üzere özel olarak tasarlanmış iki denizaltı,  USS Grayback  (SSG-574) ve USS Growler (SSG-577) kızağa konup, 1958’de hizmete sokuluyor.   Pruvalarındaki iki adet hangarda birer füze taşıyan, oldukça büyük (3.600 ton)  dizel-elektirikli   tekneler  bunlar. Fakat su altından fırlatılabilen balistik Polaris füzeleri ve bunlardan çok miktarda taşıyabilen gelişmiş nükleer denizaltıların kısa süre sonra, 1960 başında  hizmete girişi bizim denizaltıları maalesef kısa sürede demode teknolojik garabete dönüştürüyor. Regulus sistemi sökülen Grayback ve hangarı  amfibik harekatlarda kullanılacak hale getirilip 1969’dan 1980 ortalarına kadar kendine iş buluyor, ancak 1986’da hedef olarak batırılmaktan kurtulamıyor. 1964’de hizmetten çıkarılıp yedeğe alınan, 1980’de de donanma envanterinden düşen Growler’in ise daha talihli olduğunu biliyoruz…. O, üstündeki acayip silahı ile New York Limanında vakit geçiriyor.

 


USS Growler New York Limanına Çekiliyor | 1989|
BvP.

Fotograflar : Füzenin 2000 yılına ait fotoğrafı Miki, 2009 yılına ait Fotoğraflar BvP, 1959' tarihli ateşlemeye ait fotoğraf National Geographic Eylül 1959 sayısından tarama, Rigel ve USS Carbonero fotoğrafları internet. Growler'in New York Limanına çekilişine ait fotoğrafı ise Müzedeki tanıtım plaketi üzerinden çektim. 

Kaynaklar : 

Shorr, F., Garret, W.E., The National Geographic Magazine, September 1959 içinde; "Good-Will Ambassadors of the U.S. Navy Win Friends in the Near East". 

Polmar, N., Moore K.J., Cold War Submarines "The Design and Construction of U.S. and Soviet Submarines". Potomac Books, Inc. Washington D.C. 2004.

Neufeld, Michael, J., The Rocket and The Reich. "Peenemünde and the Coming of the Balistic Missile Area". Harvard University Press, Cambridge Mass. 1996.

(Mk. Albay) Hışankan M., Donanma Dergisi, Nisan 1958,  Cilt 70, Sayı 421 içinde;  “A.B. Devletleri Deniz Kuvvetlerinde Kullanılan Güdümlü Mermiler”.

…………………………
[1] “Regulus”  olarak tanımlanan ve yazının konusu  ilk üretilen “Regulus I”.  Daha sonra, yine Chance-Vought tarafından geliştirilen, taşıyıcı  nükleer denizaltısı bile yapılıp denize indirildikten (USS Halibut)  hemen sonra iptal edilen (bak burada çalışmış kafaları)  pek marifetli “Regulus  II”  ayrı bir füze.   
 
 [2] Peenemünde’de geliştirilen şeyler  sadece V-1 ve V-2 değil. 1943’de merkez 48 ayrı füze projesi üzerinde çalışıyordu! Daha sonra kaynakları bu şekilde çarçur etmenin budalalığı anlaşılmak suretiyle sayı 12’ye indirildi. Yerden havaya “Enzian” ve süpersonik “Wasserfall”,  yerden yere “Rheinbote”, Havadan havaya Ruhrstal X-4 (füzenin kanatçıklarındaki iki adet bobinden çıkan tel ile idare edilen  bu şeyin anti tank versiyou da planlanıyor, günümüzde bir kısım tanksavar füzeleri de aynı yöntemle kontrol ediliyor), Havadan gemilere  Henschel Hs 293 ve Fritz X. 1943’den itibaren müttefik gemilerine karşı kullanılan bu roketler bazı gemileri batırmayı bazılarına da  ciddi hasar vermeyi başarıyor.
 
[3] “Rocket and  the Reich”a  göre 1937’den beri Nasyonal Sosyalist Parti üyesi ve  otuzların sonunda planörle uzun mesafe uçuş rekorunu elinde bulunduran Herr Doktor Steinhoff savaştan sonra roket kontrol – güdüm sistemleri konusundaki  bilgi ve görgüsünü Amerikan Devleti ve Hava Kuvvetlerinin hizmetine sunup 1972’de emekliye ayrılır.  The Eagle Has Returned” adlı bir kitabı da var.
 
[3a] Eski bir ticaret gemisi kaptanı olan Steinhoff savaşın başında mayın tarama gemilerinde görev aldıktan sonra Denizaltı filosuna geçer.  U-551 ile çıktığı  iki seferin sonuncusunda üç gemi batırır. Mart 1944’de komutasına verilen  U-873 ile 16 Mayıs 1945’de Amerika,  Portsmouth’da müttefiklere teslim olur.  Mürettebatı ile birlikte esir kampına nakledilmeyi beklerken konulduğu Portsmouth hapishanesinde 19 Mayıs’ta intihar eder (ulan, Savaşta iki Alman Denizaltısına komuta etmiş, füze fırlatmış, Atlantiği geçip Amerikanın kuzey kıyılarına gelebilmiş adamı  adi suçlularla New Hampshire hapishanelerine koyarsan olacağı bu olur işte). Mürettebatın hapishanede diğer suçlular  ve gardiyanlardan gördüğü kötü muamele  biliniyor. Neyse, bir Amerikan denizaltısında atılan şeyi anlatıyoruz burada.

[4] Loon savaş sırasında hasarsız ele geçirilen Alman  V-1 roketlerinden “reverse engineering” marifeti ile kotarılmış ve bol miktarda üretilmiş bir silah. Japon’ların defterini dürebilmek için düşünülmüş ama ona gerek kalmadan savaş bittiği için  pek yararlanılmamış.
 
[5] Bu konuya dikkat çeken www.regulus-missile.com adlı sitede sözünü ettiğim haritanın orasına bir denizaltı yerleştirilmiş oluşu ana akım medyanın internet gazetelerindeki tıraşla epey dramatik bir şekilde anlatılmış. “Aman sakın NGS mahrem devlet sırlarını mı faş etmişti? Yoksa gözdağı mıydı?” Filan diye. Bunlar tamamen fantezi.  Amerikan orta sınıfının ve “dost müttefik” ülkelerin gönül yağlarının eritmeye yönelik bu tür propaganda makaleleri akla hayale gelebilecek her türden devlet kurumunun burnunu soktuğu, didik didik ettiği şeylerdi. 1959’da  Regulus’la donatılmış osuruktan denizaltı ile adamların burnunun dibinde dolaşıldığı hiç de büyük bir sır, acayip bir tehdit  filan değildi.  Kıtalararası Balistik Füzeler Atlas (Haydi tam olsun: 31 Ekim 1959’da)  ve Titan füzeleri  hizmete girmiş, Su altından atılabilen  “Polaris” füzesinin ilk başarılı fırlatılışına  şunun şurasında birkaç ay kalmıştı.
 
Buna rağmen yazar bir konuda haklı :, Mütevelli heyeti içinde Eski Bir Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı [George C. Marshall],   Bir Stratejik Hava Kuvvetleri Komutanı, [Curtis Le May] bir  NASA  Yöneticisi [Hugh Dreyden]  olan bir yayın organında zaten  kimin evini soruyoruz?