Bugün Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının altı kitapçıdan önce sergi salonuydu ve düzenli olarak sözünü ettiğim türden sergiler düzenlenir, açılacağına yakın da, vitrininde “yüzbilmemkaçıncı” olarak gururla ilan edilirdi. Sıkıcıydılar filan ama; ablamın götürdüğü bu sergiler, Taksim Belediye Galerisi duvarlarındaki resimler nispeten çorak bir çocukluğun halen önemli anıları olarak duruyorlar. Rengarenk kelebekleri, devasa yusufçukları, tuhaf mineralleri, Kuzgun Acar eskizlerini ilk kez buralarda gördüm. Ama nedense çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Charles Bronson’un karısı Jill Ireland, Tünele doğru, Narmanlı Yurdu’nun yan aralığındaki JET Model’in vitrini ve bir sürü başka şey rüyama girdi de bu sergilerin hiçbiri ve Kuzgun Acar girmedi. Anlaşılan yaşlanıyorum ki, – mesela birkaç yıl önce Ankara, Turan Güneş Bulvarı’ndaki o kaburgacı bile girdi – artık rüyalarımda son yıllarda gördüğüm sergiler de var. Sanırım bunların ilki Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki şu meşhur “Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor” du. Kataloğunu da edindim. Sonrakini de net olarak hatırlıyorum: çok hırslı ve yoğun bir çabanın ürünü olarak, bol para ile ortaya çıkarılmış Bilgi Üniversitesindeki “İstanbul 1910-2010” sergisiydi (evet, bu defa üstelik ciddi bir para verip onun kataloğunu da aldım).
Hayır, Kesin Böyle Değildi | SALT Ekim 2014 |
Sergi. Bu laf eskiden bel hizasında (veya çocukluğumda sıkça başıma gelen gibi, göz hizanda) üstü camlı dolapların etrafında sessizce - ama çok sessizce –dolanıp; ölü, ruhsuz nesnelere bakmak, duvara çakılı resimleri bir parça uzaktan hafif kısık gözlerle kesmekle eş anlamlıydı. Kavram veya olgular değil, nesnelerdi sergilenen. Algı derinliği/mesafesi değiştirilmeden nesnelerin tarifi okunurdu. “Algı mesafesi”ni gerçek anlamda kullanıyorum. Aynı hurufattaki açıklamaları okumak için sabit bir yakınlığa eğilirdin. Derinlik ayarı ile oynamak ta gerekmez-di zaten.
Bugün Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının altı kitapçıdan önce sergi salonuydu ve düzenli olarak sözünü ettiğim türden sergiler düzenlenir, açılacağına yakın da, vitrininde “yüzbilmemkaçıncı” olarak gururla ilan edilirdi. Sıkıcıydılar filan ama; ablamın götürdüğü bu sergiler, Taksim Belediye Galerisi duvarlarındaki resimler nispeten çorak bir çocukluğun halen önemli anıları olarak duruyorlar. Rengarenk kelebekleri, devasa yusufçukları, tuhaf mineralleri, Kuzgun Acar eskizlerini ilk kez buralarda gördüm. Ama nedense çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Charles Bronson’un karısı Jill Ireland, Tünele doğru, Narmanlı Yurdu’nun yan aralığındaki JET Model’in vitrini ve bir sürü başka şey rüyama girdi de bu sergilerin hiçbiri ve Kuzgun Acar girmedi. Anlaşılan yaşlanıyorum ki, – mesela birkaç yıl önce Ankara, Turan Güneş Bulvarı’ndaki o kaburgacı bile girdi – artık rüyalarımda son yıllarda gördüğüm sergiler de var. Sanırım bunların ilki Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki şu meşhur “Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor” du. Kataloğunu da edindim. Sonrakini de net olarak hatırlıyorum: çok hırslı ve yoğun bir çabanın ürünü olarak, bol para ile ortaya çıkarılmış Bilgi Üniversitesindeki “İstanbul 1910-2010” sergisiydi (evet, bu defa üstelik ciddi bir para verip onun kataloğunu da aldım).
Rüyalara giren üçüncü de SALT Beyoğlu’ndaki “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi” Sergisi. “Sergi” diyorum ya, lafın gelişi o. Elin adamı “dur, şurdan içeri girenin, gezenin aklını fikrini başından alıp az yontayım, ufkunu açayım” demiş. Biz de bayramda Miki’nin, MeKaDe’nin rızasını alıp, (aslında bu aralar onu razı etmek pek kolay. İşin ucunda “çukutala”lı dondurma da olduğunu öğrenince hemen kapıya seyirtip, ayakkapları giymeye koyuldu) evcek şu sergiyi gezelim, bir şeyler öğrenelim niyeti ile düştük yollara.
Dönercinin Kıralı Olur Oradan |
Hamdolsun ki, sabahın onotuzunda kapısı açıktı biz de o kocaman hoş yapının içine girdik. İstiklal Caddesi’nin göbeğinde hangar gibi yeri öyle sergi mergi yapacağız diye bomboş tutuyorlar. Oranın tek bir katından kaç kebapçı, köfteci, ayakkabıcı, cep telefonu şeyi sebeplenir. Nasıl bir akıl bu anlaşılır gibi değil.
Bu işler eskiden hiç böyle değildi. Ortadaki salıncak, tavandaki göz alıcı simitler (yetmişlerde eczanelerde mavi teneke kutulu “Nivea”larla birlikte satılırdı, hatırladın mı?), ortalarındaki şişme “yazlık”, şezlonglar ve duvarlarda ne zaman okunsa yüzüne şöyle hafifçe gülümseme yayan naif Hayat Mecmuası sayfaları ile her şey çok davetkar. Bir süre sonra olacak ilginçlikler hakkında da epey laf ediyor. Bir tür tanıtım ofisi yani. “Hani, nerde bunu gerisi” diye yukarıya seyirtirken, masa başındaki nazik hanım üst katlarda SALT’ın bize göstereceği daha ne numaralar, akıllara durgunluk verici ne seyirler olduğundan bahisle 12:00’de gelmemiz gerektiğini bildirdi. Bu arada hava soğuk olur, İstiklal Caddesi’ne kar, mar yağar diye yanımızda dolaştırdığımız gocukları, paltoları alıp, karşılığında da fiş vermeyi ihmal etmedi. Saatler onikiyi vurunca yine oradaydık. Hazır gelmişken dördüncü kattaki Robinson kitapçısını da gezeyim dedim ( evet, dört katlı filan var bura, varın siz düşünün kaç köfteci, Osmanlı tadları dükkanı, kaç beyinbiçer müziği ile ışıl ışıl “book and music” teşebbüsü daha çıkar).
Ne ararsan var kocaman bir kitapçı burası. Aldıklarına/almadıklarına/alamayacaklarına bakmaya çöreklenmek üzere sakin iki köşede fiyakalı koltuklar, güzel aydınlık ferah orta alan, hatta pencerelerden birinin önünde etrafı kesebilmek için dürbün bile var. Adını da “Robinson” koymakla iyi etmişler. Çünkü hal ve tavırlarından dükkanla ilişkili olduğu anlaşılan, içerideki zat çok uzun yıllar insan yüzü görmemiş, temel nezaket kurallarını unutmuş olacak ki, “merhaba” dememize çok şaşırdı! Ne diyeceğini pek bilemedi. Bir süre karşılıklı bakıştık öyle. Sonra gözlerimizi utançla yere indirdik. Ama bak, o camlı bölmedeki bayanı tenzih ederim. Bilgisayarında intergalaktik savaş yönettiği ve tam da bu yüzden çok meşgul olduğundan, o bizden yana bakmadı bile.
Galiba nazik ve mesafeli olup, insanı rahatsız etmeme hali ile “Merhaba” arasındaki sınır o kadar da ince değil. Cadde üstündeki dükkanda da, kasada duran bir zat ne zaman gitsem öylesine meşgul oluyordu ki, birkaç bir şeyler sormak için önünde dikilip de kafasını bile kaldırmamasına sıkılıp hiç bi şey almadan çıkmıştım (Ufak bir tüyo vereyim: Bankalar Caddesindeki Robinson’da mukim, gençten sevimli adam hiç böyle değil mesela). Eski kafalı bir mendebur olabilirim ama, böylesi esnaflık tuhaf. Çünkü neticede sofistike kitaplar satılıyor, bu işlem de ritüel sarmalı ile bezeli olsa da, sanırım orası neticede kitap satmak üzere tesis edilmiş bir işletme. Ve, esnaflığın, nezaketin kuralları üniversal. Neyse, sergiyi anlatayım.
Böyle sergilerin bir iç gıcıklayıcı tarafı da bu; hiç bir şey durağan değil, hareket ve sesli, “otuz iki kısım tekmili birden”. Yazlıkçıları konu eden bir diziyi, yıllar önce çekilmiş, kim bilir nerede yitirilip unutulmuş yazlık hatırası filmleri, yıllar önce projelendirdikleri kocaman tatil sitesini anlatan usturuplu beyefendilerin işi nasıl yaptıklarını tatlı tatlı hikaye edişlerini izlemek olası.
Doğal olarak bir nesne ve durum gereği olarak “yazlık” ile çağrıştırdıklarını anlayabilmek / anlatabilmek toplumsal tarih derinliklerine yapılan bir seyyahat ile mümkün. Mümkünat ise okunmaya değer ilginçlikteki on dokuzuncu yüzyıla ait belgeleri ile başlayıp, Bay Refik Halit Karay’ın Akşam ve Tan gazetelerindeki fıkraları, fikir beyanatları ile sürüyor (Yazlığa gidenlerin göçden önce kışlık komşularına ve ahbaplarına “bekleriz, muhakkak geliniz, gelmezseniz güceniriz” kabilinden sözlerine ciddi bir kıymet vermemelidir…) İlk kez burada gördüğüm; bazı belgelerin, bu fıkraların duvardan koparılıp alınabilmesi de cabası. Evet, üşenmeyip bloknot gibi bastırıp duvara yapıştırmışlar. Hoşuna mı gitti, “cart” kopar duvardan al cebine koy, vapurda metrobüste oku, vaktin ziyan olmaz, üstelik havan olur. Daha ne yapsın adamlar? Ama hizmet burada bitmiyor. Eğer benim gibi eşşeklik edip, zamanında hazır gezilebiliyorken gidip görmemişsen Seyfi Arkan’ın muhteşem Florya Deniz Köşkü’nün içine ait güzel fotoğrafları yassı televizyonlar vasıtası ile görmek olası. O sevimsiz nesnelerin işe yarar bir amaç için kullanıldığını gördüm ya, ne diyeyim? Böyle sergilerin bir iç gıcıklayıcı tarafı da bu; hiç bir şey durağan değil, hareket ve sesli, “otuz iki kısım tekmili birden”. Yazlıkçıları konu eden bir diziyi, yıllar önce çekilmiş, kim bilir nerede yitirilip unutulmuş yazlık hatırası filmleri, yıllar önce projelendirdikleri kocaman tatil sitesini anlatan usturuplu beyefendilerin işi nasıl yaptıklarını tatlı tatlı hikaye edişlerini izlemek olası.
Fakaat, iki adet yassı televizyonda gösterilen ve hafif karanlık bir bölümde insanın kıçından kaçan küp kesilmiş süngerlere oturmaya çalışıp, kafayı gözü yarmaya değer başka bir şey var ki orası işte fena… “Mavi Bayrak” adlı bölüm bu. Ekin Özbiçer’in “Bu serideki fotoğraflar 2013 ve 2014’ün Temmuz aylarında çekildi Çekimler İzmir’de eşimin çocukluğunda yazlarını geçirdiği(,) zamanla ilk sahiplerinin Bodrum ya da Çeşme gibi tatil beldelerin tercih etmesiyle demografisi değişen Menderes ve Seferihisar belediyelerine bağlı Ahmetbeyli, Gümüldür, Özdere ve Ürkmez kumsallarındaki yazlıklar, sahil kampları, gece pazarları ve piyanist şantörlerin çıktığı içkisiz gazinolarda yapıldı” dediği inanılmaz fotoğraflar. Çok uzun zamandır bu kadar içten, etkileyici ve mükemmel şeyler gördüğümü hatırlamıyorum. Philip Jones Griffiths’in Kuzey İrlanda fotoğrafları gibi,“sıradan an”ın erbabı elinde aslında hiç de sıradan olmadığını tekrar fark ettirip, “Ulan, işte bunu çeken de insan” dedirtiyor. Keşke albüm olarak bassalar. İkinci gezişimde akıllanıp, ayakta durarak daha büyük bir keyifle izledim onları.
Parlak bir grup zeka sahibinin ciddi çalışmasının ürünü olduğu belli ilginç anlatıların önünden geçip, sergideki “arzu nesnesi” nin önüne geliyorum ( O parlak zeka bazen “Yerel olanın dikkatle incelenmesi ve yeni dokuda yorumlanmasının, 1970’lerden itibaren kendini göstermeye başlayan bu “fiziksel felakete” karşılık bir panzehir olabileceği ifade buldu" türünden cümlelerde az tökezliyorsa da, yine de zihin açıcı). Bu nesne Sedad Hakkı Eldem’in Büyükada’daki Derviş Manizade köşkü için tasarladığı bir şezlong. Ellilerin sonunda yapılmış görkemli ve şık yapının önünden - daha doğrusu arkasından - geçerek, şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir plaja giderdik çocukluğumda. Duvarın arkasından yarım yamalak görünenin üst katımızdaki “Madam Ayda” larla birlikte yazları geçirdiğimiz o köhne ahşap yapıya benzemediğini sezerdim. Meğer denize bakan geniş bahçede de neler varmış. Adalar Müzesinden ödünç alınmış (nelerle uğraşıyorlar). Dikkat çekici bir tasarım olmamakla birlikte, Beyoğlunun ortasında onu görmek ilginç ve şaşırtıcı. Çünkü muhtemelen bilinçli bir tercih ile yazlık ve çevresini oluşturan, günlük yaşama dair nesneler yok. Mesela gözlerim hep bir şambrel ya da yetmişlerde yazlıklarda giyilen, yazlık coğrafyasının bakkallarında bile bulunan şu “tokyo”lardan aradı durdu. O terlikler kalınca ve kat kat lastik türevi bir maddeden yapılır, her kat da ayrı bir renk olurdu. kısa sayılacak süre sonunda zemine sürtünme ve giyenin toplam deplasmanı ile ilintili olarak incelir, aşınır, sonunda serçe parmak kalınlığında biçimsiz bir şey olur çıkardı.
Daha N'apsınlar ? | SALT Ekim 2014 |
Tokyo yok ama, “yahu bu da olur mu” denecek, Ahsen Yapanar’in “Yüzer Ev’”inin bir bölümünün 1/1 kesit maketi gibi bir figür var.
Florya Plajında Olgun Bey (Fedoralı ) | SALT Ekim 2014 |
Alçak gönüllü ve nazik kişi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü bay Vasıf Kortun kısa süre önce kendisi ile yapılan söyleşide SALT’ın keyif endüstrisine karşı sanatı ayakta tutmaya çalıştığını söylüyor ya, inanmayın ona; ben onu kadar nazik ve seviyeli değilim. Bu sergi o endüstriye “Kol gibi” girip “kapak” olmuş işte. Gidip görmekte yarar var, iyi geliyor.
Hadi selametle,
Hadi selametle,
BvP ,
Fotoğraflar; MKD'li fotoğraf Miki, Diğerleri BvP
Fotoğraflar; MKD'li fotoğraf Miki, Diğerleri BvP
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder