Emsallerine faiktir

Aralık 22, 2015

Mayakovski İstasyonu *


*Ya da, Şair’in İstasyonu Tavan Mozaiklerine Sovyet Havacılık Tarihinden Bakış

Moskova Metrosu’ndan daha önce kısaca bahsetmiştim. Kentin görülmeye değer, ilginç  istasyonlarında gezinebilmek bu yazıyı yazdığım sırada  (Aralık 2015) komşularımızla “sıfır sorun” politikası gereği bir parça cesaret istediğinden, daha detaylı bahsetmekte yarar olabilir. Sanırım bunların en güzeli Fütürist Sovyet Şairi Vladimir Mayakovski’nin adı verilmiş, tavanı göz alıcı mozaiklerle süslü olan. Yoldaş Vladimir Nisan 1930’da 36 yaşında iken intihar ediyor. Bolca karı kız içeren,  fırtınalı ve kısa hayat onunki. Ama boş ve etkisiz değil, Bolşevik hareketin önemli ideologlarından. Etkisi öyle büyük ki, Denizciler Ekim 1917’de Kışlık saraya yürürken onun, devrimin küstah şairinin  “Ye ananasını, doldur karnını / Son günün yakın, burjuva asalağı!” [1]  dizesini haykırıyorlar!   Lenin’in ve İnsanlık Dehası, Büyük Devrim Stratejisti, Komünizmin Sancaktarı, Cesur Devrimci Çözümlerin ve Kararlı Dönüşlerin Büyük Ustası’nın; yani pos bıyıklı çopur Gürcü’nün onu pek sevmesi boşuna değil -bu arada, şairimiz de Gürcü-.

Mayakovsky  yurdum sanat çevrelerinde de evvel eski  bilinen, taktir gören biri. Bugün  “Kırk Kuşağı” dediğimiz genç edebiyatçıların  24 Ocak 1940 Tarihli Tan gazetesinde yayınladığı “Gençlerin Müşterek Beyanatı” adlı bildiride “Baudleaire, Rimbaud ve Mayakovski sonrası Batı Şiirinin son akımlarına değin varan ve toplumla insanı kuşatıcı her türlü davayı köklü dünya görüşleri halinde ilk kez dizesine ve cümlesine gömen kuşak yine bizimki” [2] denilerek söz konusu tanışıklık tescil ediliyordu.

Mayakovsky İstasyonu | Ekim 2015
Ana Hol
Uzatmayalım, Fütürizm manifestosu filan imzalamış şairinin anısına yapılacak istasyon öyle barok marok olamayacağından (insanlar otuzlarda yakın gelecekte herkesin bir zeplini veya uçağı olacağını, transatlantiklerin kaptan köprüsüne benzer evlerde oturacağını zannediyor) kalın, kocaman kolonlarla boğulmuş dar koridorlar yerine metal taşıyıcı kemerlerle desteklenmiş, ferah, aydınlık Art Deco bir tasarımda karar kılınıyor. Gel gör ki,  böyle bir macera yaşamak için  başlarda yeterince sağlam görünen zeminin,  ana hol tamamlanınca pek de öyle olmadığı anlaşılıyor.  Ana holdeki tavan ve duvar çatlakları boktan zemini yeterince ciddiye almamanın göstergesi. Kurulan bir acil komisyon  özel çelik taşıyıcılar kullanılarak sorunun çözülebileceğini ama tavan yüksekliğin birkaç metre azaltılmasını  öneriyor. Moskova Belediyesinin başına bu kadar iş açmış Bay Mimar A.N. Duskin’de tüm bu çalışma (ve muhtemelen kellesi) heba olmasın diye kabulleniyor çaresiz.
Söz konusu yüklerin çelik malzeme ile yine de taşınacağına komisyonu ikna etmek için çağırılan tanınmış uçak tasarımcısı Bay Putilin de yeni taşıyıcıları ve bugün dışarıda görülen dekoratif çelik profilleri Drizhablestroy (isme bak) deki zeplin fabrikasında dökmeyi üstleniyor. İki sıra kolonun taşıdığı üçlü tonoz sisteminin  tasarım ve mühendisliği öylesine zarif ve güçlü ki,  “Hayırlı Olsun” diye açılmış mıdır bilmiyorum ama Eylül 1938’den bu güne bir sıkıntı olmamış çok şükür. Marifet yetmezmiş gibi, orta tonozun kolonları arasındaki 35 oval kubbenin ortasına da birer görsel öge kondurmaya karar verilmiş! Hacmin, yüksekliğin işçilerin insanüstü gayretleri ile santim santim kazanıldığı (1930’lardan bahsediyoruz)  bu yerde o çok değerli boşluktan tümüyle yararlanabilmek adına asma tavan filan yapılmamış. Genç Sovyet mülkündeki 24 saatlik döngüyü anlatacak şekilde düşünülmüş, genellikle havacılık temalı  mozaikler,  paraşütle atlayanlar, paraşütle grup halinde atlayanlar,  zıplayanlar, model uçak uçuranlar,  bombardıman, av ve  deniz uçakları, zeplinler, yüksek irtifa balonları tonozun hemen alt yüzünde sahne alıyor.
 
Sabah – öğleden sonra – gece ve tekrar sabah düzeniyle sıralanmış bu çok ilginç ve güzel nesneler yine çok güzel tasarlanmış lambalarla doğrudan aydınlatılırken mekanın tümünde bunların endirekt etkisi kullanılıyor. Renkli mozaikleri yumuşak ışık içinde vurgulamak  da akıllıca ve hoş bir yöntem.

İstasyona giren ve çıkan yolcuları sabah karşılayıp,  yolcu ediyor… Yapıldığı yıllarda bir Art Deco  şaheser olarak nitelenen yapı 1939 New York Dünya fuarında da büyük ödülü kazanmış ve halen yeryüzündeki en güzel istasyonlardan biri.
Mayakovsky İstasyonu | Ekim 2015
Aydınlatma Elemanları
Dedim ya, toplam kubbe sayısı 35 diye, servis bölümünde kalan iki tanesi nedeniyle çok uzun süre 33’ü  görülebilmiş. 2004-2005’deki yenileme sırasında yeni bir çıkış açılınca biri daha görülebilir hale gelmiş, diğeri ise maatteessüf sökülmüş. Ben de  listeyi 33 olarak aldım, fakat ne yazık ki hepsinin fotoğrafını çekemedim. Listeyi tamamlama hayalim de son politik itiş kakış (komşularla sıfır sorun) nedeniyle şimdilik rafa kalkmış durumda. Yine de “sıralı tam liste” şurada bulunsun:

Sabah:  (1) İki Uçak, (2) Suya Atlayış, (3) Şeftaliler, (4) İşaretçi, (5) Bombardıman Filosu (6) Paraşütçü, (7) Spasskaya Kulesi Üzerinde.

Öğleden Sonra: (8) Buğday Hasadı, (9) Sırıkla Atlayış, (10) Planörcüler,  (11)Paraşütçüler, (12) Kayakla Atlayış,  (13) Çamlar , (14) Kürekli Kız,  (15) Antonov-25.

Gece: (16) Günbatım, (17) Spasskaya Kulesi Üzerinde Hava Gemisi, (18) Paraşütle Atlayış, (19) İki Kanatlı Uçak, (20) Gündoğumu.
 
Sabah: (21) Borular, (22) Stratosferik Balon, (23) Model Uçak Uçuranlar, (24) Voleybolcüler, (25) Paraşütçüler, (26) İki Motorlu Bombardıman Uçağı, (27) Yüksek Binada Çelik İşçisi, (28) Martılar, (29) Anne, (30) İki Uçak, (31) Enerji Nakil Hattı, (32) Baharda Çiçekler, (33) Şeftaliler.  

Otuzlarda endüstrileşmiş  batı ülkelerince  at koşturulan, anlamlı anlamsız türlü maymunluğun, rekor denemesinin gırla gittiği, tuhaf budalalıkların denendiği, hevesin ve hayal gücünün bilgi ve üretimin önünde gittiği havacılık esasen önemli bir prestij ve propaganda alanıydı (işte tam da bu yüzden “havacılığın altın çağı” deniyor). Ne yani,  genç Sovyet Ulusu kapitalizme – bu konuda da – “bilezik gibi geçirmek” varken boş mu duracaktı? İşte çoğu mozaiğin konusu bu havacılık maceraları.  “Başarı” kelimesi yerine “macera” veya “heves” demek sanırım daha doğru. Çünkü iş, içinde insan olan teknolojik oyuncaklara geldi mi adem evladının Sovyet mülkünde pek kıymet-i harbiyesi yok…”Sizi bize parayla mı verdiler” deyip bindiriyorlar hiç denenmemiş, denenip tecrübe kazanılmış olsa bile gerekli hassasiyet ve ciddiyetle üretilmemiş makinalara. Sonra gelsin ıssız yerlere dikilen anıtlar, anıtlara bırakılmış çiçek buketleri, anma konuşmaları vs. Şöyle anlatayım; bizim “hızlı tren”, “madencilik” maceralarımızı onlar havacılık alanında otuzlarda yaşıyorlar gibi. Cesur Devrimci Çözümlerin ve Kararlı Dönüşlerin Büyük Ustası,  yani o  pos bıyıklı Gürcü’nün “başarıdır” dediğine “oha” diyecek babayiğit olmadığından olacak, çoğu düpedüz başarısızlık, rezillik olan maceralar muhteşem birer başarıların suretleri olarak metro tavanında kendine yer buluyor.
Antonov-25
Sportif havacılık vurgusu yapılmış ilk mozaikte (m1) gördüğümüz iki uçak muhtemelen (m6) ve (m15) deki uçak figürünün tekrarı. Kanatları kısa tutulmuş birer Antonov-25. Bu önemli uçak, sıkıcı renkteki savaş uçaklarına nazaran canlı renklere sahip,  “%100 milli” ve  işe yarar bir hava aracı. Doğal olarak bir metro tavanını süslemek için oldukça uygun. Oysa, gemi çanaklığında semaforla  işaret veren denizcinin arkasında fiyakalı bir şekilde göğe yükselen amfibik uçak (m4) gövde üzerindeki sırt sırta  iki motor ve kuyruk formundan anlaşıldığı kadarıyla Alman Yapımı bir  Dornier J “Wal” (Balina). 1936’ya dek üretilen bu çok başarılı tasarım Sovyet Hava Kuvvetleri de dahil onlarca ülke tarafından kullanılmış. İspanyol ve İtalyanlar tarafından da  lisansla üretilmiş. Ama Sovyetler malı bay Dornier’in kendisinden alıyor. Bir başka nokta, o yıllarda radyo teknolojisinin gelişmesi ile özellikle askeri havacılık ve denizcilikte telsiz kullanımı gittikçe yaygınlaşmaktaysa da, anlaşılan Sovyet Silahlı kuvvetleri bu yeni sihirbazlığa fazla ısınamamış. Sovyet T34 tankları 1943 gibi geç bir tarihte bile savaş alanında birbirleriyle semaforla haberleşiyor! Zırhlı birliklerde telsiz ancak komuta kademesinde kullanılan bir cihaz. Gemiler ışıldak ve semaforla zaten iletişiyor.  Yani uçan makinelerle bu tür bir haberleşme öyle “yok artık” denecek bir  durum değil… Üstelik konumuz uçak oldukça yavaş uçan ve askeri versiyonlarında pilot uçağın tam önünde, açık kokpitte seyahat ettiği bir hava  aracı.
Maxim Gorky (Uçak olan!)  
Dediğim gibi, Sovyetler de “%100 milli” işine meraklı. Bu merakın bir sonucu da  genellikle düşük teknolojili  ve fakat propaganda nesnesi olarak bolca kullanılmaya müsait, çok motorlu, kocaman uçaklar. Mesela 6 motorlu ve doğal olarak başarısız, Sovyet halkı posterlerde gökyüzünü onlarla dolu görse de, epi topu  iki tane üretilmiş, bir tanesi de 1935’de hava gösterisi sırasında düşen, Tupolev ANT-20 “Maxim Gorky” [4] bunlardan (elbette, onun da anıtı var). Böyle bir şeyi tavana nakşetmenin anlamsızlığı yüzünden nisbeten, (ama sadece nisbeten) daha başarılı bir tasarım dört motorlu Tupolev TB-3’ü kullanmışlar (m5). Onun da pek başarılı olduğu söylenemez ağırlık sorunlarını hiçbir zaman tam olarak çözememiş, yetersiz bir tasarım olsa da en azından sekiz yüz küsur tane üretilebiliyor. Köşeli gövde geometrisi, dört motoru ve yanılmaya imkan vermez, bisikleti andırır, sabit iniş takımları ile hiç şüphe yok, bu bir TB-3. Çocukluğumda TRT’de arada sırada gösterilen havacılık belgesellerinde kocaman, tuhaf bir uçağın kanadı üzerinden kayarak atlayan paraşütçülerin bu yöntemi  o zaman bile ilkel ve zavallı gelirdi. Yıllar sonra  kanadından kaydıkları alametin de  bir TB-3 olduğunu öğrendim.
TB-3
Altıncı mozaikte içinden (umarım) atlamak için seçilmiş uçak daha önce sözünü ettiğim Antonov-25 (m6). Uzun yüksek irtifada az yakıt harcayarak uçmak için tasarlanmış uzun, ince kanatları [5] ve çenesindeki genişçe motor hava alığı pek şüpheye yer bırakmıyor. Aerodinamik özelliklerini ve orijinal boyama şeklini  on beş numaralı mozaikte oldukça detaylı olarak görmek mümkün.  Tuhaf bir şekilde son derece başarılı, yine iki tane üretilmiş bu deneysel uçak,  esasen Sovyet teknolojisinin uzun menzilli bombardıman uçağı sorununa yanıtı. Maceralı ve saçmalık dolu birkaç denemeden sonra, “Stalin’in Şahinleri” 1936 Haziranında 56 saat 20 dakika uçarak 10.000 kilometreye yakın yol kat ederek o çok ihtiyaç duyulan rekorlardan birine sahip oluyor. Aşırı sevinç bu uçuşun bittiği yer civarındaki birkaç adaya, şehre, b.ka püsüre üç kişilik mürettebatın adlarının verilmesi ile fiiliyata geçiyor.  Sovyetler birliği içinde yapılan bu cambazlık Politbüro adamlarına yetmeyince bu defa benzer bir mesafe ve süre ile Moskova-Portland (Oregon’daki) uçuluyor. Aynı sevinç ve gururu Moskova’nın göbeğinde metroya inip binenler de 1938’den beri tavanlara bakarak yaşıyorlar.
Solda, Hindenburg (LZ127) Zürih Üzerinde,
Sağda, CCCP-6 Moskova Üzerinde
Otuzlarda propaganda dendi mi gökyüzünü karartacak şekilde uçan avcı ve/veya bombardıman uçakları olmazsa olmaz bir motif. Doğal olarak Sovyetler de seviyor bu işi  Hem Kızıl Meydan, özellikle de Spasskaya Kulesi fon olarak kullanılmaya kullanmaya epey müsait. Yedinci ve onuncu mozaiklerde kuleyi aynı formda görmek mümkün. Fakat  gösterişli bir saat kulesi üzerinde uçan şeyler fikrinin “yapılmışı var” maalesef!   Birinde – muhtemelen – jenerik  iki kanatlı avcı uçakları (m7), (m19) diğerinde ise başka bir “milli” medar-ı iftihar,  B6 hava gemisi. Bir İtalyan mühendis tarafından tasarlanmış olsa da, Sovyetlerin o zaman dek ürettiği en büyük ve başarılı hava gemisi.  Alman hava gemisi tarafından kırılmış havada kalma rekorunu kırıyor filan… Sonra, “bir sıçrar çekirge, iki sıçrar çekirge” hesabı, 1938 Şubatında Murmansk civarında (çok merak ediyorsanız 280 kilometre güneyinde)  dağa çarpıyor. 19 kişilik mürettebat ve cihaz sizlere ömür. Doğal olarak ona da bir anıt yapılıyor. Kazanın şubatta olduğu düşünülürse, Eylül 1938’deki metro açılışında CCCP-B6 artık ancak istasyonun tavanında uçabiliyordu. Üzerinden bu kadar kısa zaman geçtikten sonra ve temayı değiştirmek imkanı da varken, birkaç ay önce tarumar olmuş  bir hava aracını kullanmak azıcık tuhaf bence (m17).
CCCP-B6 (Uçuş ve sonrası)
Balon işi bununla bitmiyor tabii. Yüksek irtifa baloncuğundan da geri kalmamışlar (m22). Mozaikteki nesne bu defa üç kişilik  -ama tam tabiriyle bu insanları “yerden kazıyorlar” -  başka bir hüsranın aktörü Osoaviakhim-1. Hidrojen dolumlu,  stratosferik balon Ağustos 1934’deki  7 saatlik ve 22.000 metreye ulaştığı ilk uçuşunda, alçalma sırasında kaldırma kuvvetinin kaybı nedeniyle düşer. Kontrolsuz ve – doğal olarak – çok süratli  düşüş  sırasında mürettebat gondoladan atlayamaz ve hepsi de  yere çarpma sırasında ölür. Kaza büyük olasılıkla yüksek irtifada fazla kalan balon yüzeyinin aşırı ısınması  (“solar radiation” olayı) nedeniyle genleşen hidrojenin emniyet vanalarından kontrolsüz kaçışından kaynaklanır. Azalan gaza takviye yapılsa da, normalden süratli gerçekleşen inişteki ani sıcaklı kaybı yüzünden,  eklenen gaz genleşip kaldırıcı kuvvet oluşturamaz vs. Buna tasarım ve strüktüre ilişkin kabızlıklar da eklenince; üç kişi Kremlin duvarında (Böyle acayip yollardan ölenleri oraya gömme adeti var),  Osoaviakhim-1’ de metro istasyonunu duvarında yerini alır (m22).


Osoaviakhim-1 (uçuş ve sonrası)
Sportif havacılığın temel uğraşı, uçak uçurmak imkan(sız)lıklar nedeniyle  yaygın olmasa da,  otuzlarda Sovyet halkı kafayı paraşütçülüğe takmış durumda (m18), (m27). Bin dokuz yüz kırk sonlarında ülkede bir milyon civarında eğitimci paraşütçü olduğu söyleniyor[6]. İtalyan ve Sovyet paraşütçülerinin savaş öncesi geniş çaplı manevralarını izleyip etkilenen Almanlar da kendi birliklerini kurarlar. Geliştirilen saldırı taktikleri arasında hava indirme harekatları önemli bir yer tutmakla birlikte, uygulamada ancak marjinal faydalar sağlandı.  Almanlar Rotterdam ve Girit’e, İngilizler Arnhem’e Amerikalıların ise Normandiya ve Ren kıyısına seçkin birliklerle yaptıkları indirmelerin savaşın gidişini değiştirecek etkileri olmadı. İşin komik tarafı, ülke savaş başladığında yeryüzündeki en büyük paraşütçü birliklerine sahipti ama iki elleriyle bir paraşütü doğrultamadıklarından, bunların hiç biri amacına uygun olarak kullanılmadı.
Mozaiklerden birinde model uçak, daha doğrusu planör uçuran çocuklar var. Bizde de 30’lar boyunca, neredeyse yetmişlere kadar okul çocuklarının teşvik edildiği yararlı uğraşlardan biri.  Sonra cep telefonu bok püsür çıkınca, inanılmaz bir  emek ve zahmetle yapılan, çoğunlukla ilk uçurma denemesinde kırılan  o narin modellerin pabucu dama atıldı (Neil Armstrong’da çocukluğunda iflah olmaz bir uçucu model meraklısı). Mozaiklerin söyledikleri bir bütün olarak ele alındığına bu da yavuz, cevval ve uyanık  Sovyet evladı olma diskurunun bir parçası. Tıpkı annesinin kucağında çocuğun ilgi ile  izlediği (m29) ve sonraki  mozaikte (m30) görülen iki motorlu uçaklar, ve nihayet bahar dalları arasında gördüğümüz dört motorlu bombardıman uçakları gibi.  Maalesef  iki motorlu uçakların ayırt edici detayları fazla olmadığı için tip ve model konusunda bir şey söylemek mümkün değil.  

Son bir şey daha ; başlardaki (m3-maalesef fotoğrafı yok)  ve son mozaikteki şeftali ağacı ve meyveleri (m33) ile buğday teması (m8) muhtemelen Sovyet Halkının belleğinde halen epey taze ve travmatik tatlar bırakmış büyük kıtlıkla ilgili. Kıtlığın yaşandığı 193-33’den önce de bu işler sıkıntı. 1920’de ülkenin tahıl üretimi devrim öncesinin %60 aşağısında.  Dolayısıyla tarımsal bolluk ve niteliğe ilişkin bu türden vurgulara/motifler önemli ve dikkat çekecek  biçimde   başka metro istasyonlarında ve kentteki diğer yapılarda da rastlanabiliyor.

İleride temiz bir metro istasyonu yazısı yazıp,  belki selfie filan da   eklemek  dileği ile…

BvP,

Mozaiklerin ve istasyonun  fotoğrafları BvP, Diğerleri internet.
…………………………………………………

[1] Çok güzel çevrilmiş dize Anya von Bremzen’in, Sovyet Dünyasını çok eğlenceli ve işlek bir dille anlattığı “Sovyet Mutfak Sanatı, Yemek ve Hasret Anıları  adlı kitabından. Aslı şöyle:  (anlayacağınızdan değil ama, işte)
“Yesh ananasy, ryabchiniki zhui,
Dyeh tvoi posledni prikhodit, burzhui!”

“Devrimin küstah şairi” nitelemesi de ona ait.
[2] Birsel, Salah:   “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu”,s.99.  Sel Yayıncılık. 2009.
 
Birsel “Yeni Nesil davasını ortaya koyan gençler namına” bildiriyi imzalayanlar arasında Abidin Dino ve Sait Faik’i sayarken, o zamanlar Abidin Dino ve Fikret Adil ile yakın dost olması dolayısıyla kimi cümlelere Necip Fazıl’ın da elinin değdiğini söylüyor. Hayat ne tuhaf değil mi ?
[3] Hart, Liddell: “The Other Side of The Hill”, s. 332. Cassel, London. 1951.
[4] Mesela ilk uçuşunu aynı yıl, 1935’de yapan ve on altı bin civarında üretilen  Douglas DC-3 (Dakota) 1998’e kadar yolcu taşımacılığında kullanılıyor. Alın size ev ödevi: İki  uçağı  üretim ve  malzeme  teknolojisi, strüktür ve aerodinamik özellikler açısından karşılaştırın.  Düşük teknoloji filan derken bunları kastediyorum.
[5] Lockeed U2 İle karşılaştırın.
[6] Merridal, Catherine: “Ivan’s War: Life and Death in the Red Army, 1939-1945”, Picador, 2007.

Aralık 01, 2015

Nerden Geldik Buraya? (Peki Nereye Gideceğiz?)



"We will sell it sir, we will."
SALT ’da yine tekinsiz bir sergi vardı. Geçen yıl gördüğüm  Yazlık  sergisi ile ilgili  “artık bu işler çocukluğumun sergileri gibi değil, imkanlar fevkalade tekamül etti. Neleri nasıl anlatıyorlar, insan şallak mallak oluyor. Hem, bu işleri yapanlar çok zeki çook”  türü ahkamlar kesmiştim.  Tabii safım o zamanlar,  SALT başıma daha ne çoraplar örecek bilmiyorum.  Sonra sanırım oturup,  “şu avanak BvP’ye  bir oyun oynayalım; bi çorap örelim,  şey yapalım görsün dünya kaç bucak”  dediler. Yeni  yaptıkları sergiyi anlamak, hazmedebilmek için çok kere gitmem, yolda da  birkaç fırıncıya uğrayıp çokça ekmek yemek gerekti. Yine de hiçbir şeyden emin değilim. Aslında yazmayıp, “ne haliniz varsa görün, zaten siz de her b.ku biliyorsunuz” diyecektim ama, kaç zamandır bu konuda internette dolaşan  papağan tekrarı ve  böcek aklıyla yazılmış  tanıtım şeylerini,  bilir bilmez eleştirileri okuyunca, ciddi bir beşeriyet vazifesi  ile karşı karşıya olduğum belliydi.
Bu, otuz küsur evveli anlatan kronolojik  bir tarz-ı  hayat;   yaşam nesneleri anlatıcısı,  folklorik bir sergi değil-miş,  keşke öyle olsaydı.  Netaş marka fıstık yeşili  telefonlar, stres bilezikleri ve Yasemin Evcim’in “Gece Jimnastiği” programında giydiği taytı filan göreceğimi düşünüp heveslenmiştim.  İlk gezdiğimde (“tanısan sen de seversin” meseli,  birkaç defa gezdikten sonra iş başka türlü bir anlam zenginliği kazanıyor) “seksenlerde değişen fiziksel çevreye daha fazla vurgu yapılmalıydı”, “insana ait gündelik ilişkiler ekseninden bakılmıyor”, “nesne/insan ilişkilerinin değişen çevresi eksik” türü zart zurt ettim. Gel gör ki,  üçüncü ve dördüncü  gezişlerimde işlerin o denli basit olmadığını anladım. Burada anlatılan, hazırlayanın gördükleri ve işe nasıl baktığı  ile ilgiliydi (öyle de olmalıydı).
O dönemde yaşamış bizler yani benim yaşımdakiler garip,  hastalıklı bir nostalji ile bağlandık seksenlere, doksan ortalarına. Bir süre sonra da esas soruyu, “Nerden Geldik Buraya”ya  cevap bulamaz hale geldik. Belki tam da bu yüzden o iklimi hiç solumamışların (sergiyi hazırlayanlar oldukça genç)  mesafeli bakış açısı bizi objektif bir zemine taşıyabilir. Taşımış da. Hayatımda ilk kez, şimdiye dek “kayyum”luk gibi bir b.k olduğunu sandığım  “küratör” lük işinin neye yaradığını biraz anladım. Seksenler üzerinden günümüze taşınan hikaye basit   yaşam nesnelerin üzerinde değil de; anlık veya süreli ipuçlarına bağlı  zeka oyunları üzerinden anlatılıyor. Bağlantıları kurmak her zaman basit değil, çoğu yerde işin içine kurgu, bilgi, hayal gücü, vs girmek zorunda.  Tıka basa dolu o üç kata yaptığım  ilk geziden  çıkardığım tek açık motif “siyasal çaresizlik içinde yeni arayışlar” dı ki, buna da ayrıca  geleceğim.

Sergide çok fazla olay, imge, anlık hal var. Hepsi hakkında fikir beyanatı beni aşar. O yüzden bazılarında söz edeceğim. Bazı bölümleri  kısa notlar olarak bıraktım.  Muhtemelen bu yazdıklarım da yalan yanlış şeyler, ama bakalım benim uydurduklarım  sizin uydurduklarınızla ne kadar benzeşiyor?

Siyasi kırılma :
“Ben bu hikayeyi 1946’dan beri dinliyorum”
“Her şey” doğru bir biçimde, Kenan Evrenin o meşhur ve meş’um televizyon konuşması ile değil, 1983 seçimlerinin hemen öncesi  22 Ekim 1983 saat 21:10’da başlayan  yine o meşhur ve meş’um tv açık oturumu ile başlıyor. [Öncesi mi?  %92 “Evet” li  1982 Anayasası, Danışma Meclisi,  eski asker Bülend Ulusu  başbakanlığında hükümet.  Kendisi eğer darbe 12 Eylül’de değil de, 30 Ağustos 1980’den önce yapılsaydı, işe deniz kuvvetleri komutanı olarak katılacak kişi. Ama annemin deyimiyle  “çok efendi adam”. Gerçekten de, kendisinde bir pilli bebek karizması vardı.] Çok bildik bu sahnede gözlerim önce Necdet Calp’i buluyor.  11 Eylül 1980’den geriye ne var ne yoksa onun simgesi, elbisesi, duruşu, asabi ciddiyeti ve sarsılmaz donukluğu ile Necdet Calp.  Halkçı Parti adı ile kurulan partinin başkanı olan zat 1984’deki belediye seçimlerinde %8 oy almıştı!  İzlediğim bölümde aslında dili döndüğünce, aklı erdiğince doğru şeyler söylemeye çalışıyor, “kim alacak o köprüyü? Dar gelirliler mi?” filan diyor ama, o kadar gerilerden sesleniyor ki, tüm bir ömründen  kalan iki tanesi aynı olmak kaydıyla üç kelimelik bir cümle... “Sattırmam efendim, sattırmam” ! Etrafta çınlayan  sesi  insanın içini acıtıyor.
Bizim kuşak Genel Kurmay II. Başkanı (E.) Turgut Sunalp’i de tanır. Emekli olup boğazda istavrit tutacağına, fesleğen yetiştireceğine, siyasete merak sardı. Onunki de Milliyetçi Demokrasi Partisi idi. Kenan Evren’in gönlündeki aslan. Kof bir ciddiyet ve ağırlıkla “duruyor” masada. Ve elbette Turgut Özal. İşin ilginç tarafı,  Özal dışındaki iki lider bu açık oturuma “çok ciddi” hazırlanıyorlar. Ama yeni hiçbir şey söylemeyen, “hazırlanmış” diğerlerinin yanında vaatkar tek kişi var. O da Özal. Doğal olarak Kenan Paşa’nın da çok zekice yardımı ile (sanırım iki gün önce televizyona çıkıp, zor maskelenir bir pervasızlıkla “Özal’a oy vermeyin” demişti) seçimleri kazanmıştı. Hayır, devamını anlatıp, moralinizi bozmayacağım.
İşin iyi tarafı,  tüm sergi boyunca Turgut Özal karşımıza sadece bir kere,  o da bir yılbaşı gecesine ait klipte  Zeki Müren’le dans eden Semra Özal’ın arkasında belli belirsiz çıkıyor. ( Zeki Müren’le Semra Hanım’ın ürkütücü bir benzerliği var. Sanki ikisinin mutasyonu T.’yi oluşturmuş gibi. Şimdi düşününce; kim kimle dans ediyor hatırlayamıyorum. Herkeste herkesten  bir parça var)  Kenan Evren ise  Katerina Witt’ın  “ı’m bad” şarkısı eşliğinde buz dansı yaptığı    görüntülerle kurulan muzipçe ilinti  dışında  (kendini resme vurduğu dönemlerde o  taş gibi yaratığın çıplak resimlerini yaptığı söyleniyor!)  hiç karşımıza çıkmıyor.  Serginin güzelliklerinden biri de bu…  Evren’in suratı yerine Witt’in bacaklarını görmek…
İlk ayrışma ? Aydınlar Dilekçesi; 1984
Burada ilk defa 1256 kişi,  kendine bir sıfat biçip (aydın),  mevcuttan rahatsızlığını en anlaşılabilir şekilde dile getiriyor ve  dile getirdiğinin de arkasında duruyor. (Dilekçenin metnini sevabına bastırıp koymuşlar oraya. İstersen al götür, evde de bulunsun) Geçen 15-20 yıl boyunca toplumun her kesiminden bir arada mücadele etmiş insanların ilk  belirgin ayrışma noktası.  Benzer  ayrışmaların örnekleri   karşımıza birkaç yerde daha çıkıyor:  bilinç yükseltme toplantıları, reklamcılık gibi.  Diyelim 65-76’ da, kendine “aydın” demek, o çok önem verilen kolektif ruhtan ayrılmak demekti ki, Sol  mücadele içinde kabul edilebilir bir şey deği.  “Revizyonist” olur çıkardın maazallah.
Aydınlar dilekçesi bölümünde ufak başka bir detay var:   Mehmet Akif Dalcı’nın cenaze töreninde Yücel Tunca’nın fotoğraf makinasının kırılışının üzeri çizili. Merak eden düşünce erbabı oldu mu?  Yücel Tunca yanlış hatırlamış, makine daha sonra kırılmış. Sergiyi hazırlayanlar  anlık olma, olduğu gibi aktarmak adına, “aman kaldıralım” demeyip, üzerini çizmişler ki, her şey namusu dahilinde olsun.
Bu bölümdeki, “Dilekçe neden hep solculara gönderildi? Aydın olarak bi onların mı borusu ötüyor toplumda?”  serzenişine Aziz Nesin’in verdiği  cevap,  “Alanında büyük uzman”  sağcı profesörün imza aşamasında vazgeçtiğini anlatışı, serginin önünde  hoşça vakit geçirilebilecek noktalarından.  “Büyük uzman”da  ironi mi var,  yoksa gerçekten uzman mı? Bunu herhalde hiç bilemeyeceğiz. Ama, üsluba üstünkörü bir bakış bile ne demek istediğini söylüyor.
Benzer uslup örneği de YÖK hikayesi okunduğu zaman denk gelinen,  ODTÜ rektörlüğüne yazdığı, “Bilkent’e alışveriş merkezi  (AVM kısaltması o vakitler bilinmiyor herhalde) yapmaları için verdiğiniz arazi  kadar bize de yer verin, parası neyse veririz”  !
Sergide mektup işine epey kuvvet vermişler. Mesela, az ilerde  dönemle ilgili hiçbir yerde rastlanamayacak türden ip uçları veren “Büyük Elçi’nin Ziyafeti” adlı  bir başka can sıkıcı şey var.
Arthur Miller’in Uluslararası Pen Klüp adına Harold Pinter’le birlikte Türkiye’ye yaptığı geziyi ve  Amerikan Büyük Elçiliğinde onuruna verilen  yemekle ilgili izlenimlerini anlatan,  oldukça uzun ve radyoaktif bir metin bu.  Karı kız işlerinden anladığı tartışılmaz bay  Miller’den (Adam bir dönem Marilyn Monroe ile evli!)  Büyük Elçi Robert Strausz-Hupé’nin  karısının güzelliğini, babasının işini öğreniyoruz. (Seylanlı bir Ford bayiinin kızı)  Ama ben size rosto servisi başlamadan,  çabucak bir iki noktayı daha anlatayım:
Detaylı şekilde anlattığı, Amerikan Büyük Elçisinin yancı tutumu ve tavrı  o “our boys did it” lafının pek de öyle şehir efsanesi olmadığını düşündürüyor/  Torumtay’ın görüşmeyi  istememesi. 1. Ordu komutanı, dolayısıyla konuşması gereken kişi o. Ama her nedense istemiyor/ İlhan Erdost’un öldürülüşü ve katillerin ortaya çıkması konusunda Muzaffer Erdost’un çabaları/ Eternal Figür : Nazlı Ilıcak ! Gözler Deniz Baykal’ı da arıyor, ama onun  yerine Erdal İnönü var.

Seksenlerin Kent Arkeolojisi:  Üst geçitler karikatürü  ve Tarlabaşı
Karşı duvarda pek dikkati çekmeyen bir karikatür: 1980’lerin başlarında  bir ara çok moda olan bir tuhaflık tı bu. Mali sıkıntı içinde ve yaya trafiğine çözüm arayan  Belediyenin aklına gelen,  bankalara  saç ve putrelden yaya üst geçitleri yaptırmak oldu! En tuhafı Rumeli Caddesinin, Halaskargazi’ye birleştiği yerdeydi. Hemen “ahtapot” adı takılmış  hemen  sekiz ayaklı bir heyula idi. Kentin o yıllardaki karanlık, derbeder görüntüsüne muazzam katkıları oldu.  Sonra yavaş yavaş söküldüler. Şimdi bulunsa bir yerlerde… Bienal’de filan sergilenir, güzel olurdu.
Hemen yandaki  oldukça yetersiz (ya da kötü) aydınlatılmış bir alanda serginin belki de en az işlenmiş bölümüne geliyorum. O dönem yapıları çoklukla inşaat halleri ile duvara yansıtılıyor. Bir parça yetersiz ve az.  Seksenlerde fiziksel çevrenin değişimine, kent ve yapı ölçeğindeki algı ve tavır değişikliklerine bence çok daha fazla vurgu yapılmalıydı. 
Hikaye Tarlabaşı yıkımı üzerinden anlatılıyor. Müttefik hava bombardımanı yüzünden tarumar olmuş Alman  şehirlerini anımsatır fotoğraflar üzerinden. Bu aslında 1939’da kabul edilen Prost planının;  Taksim Meydanı’nı Haliç üzerindeki iki köprü ile [Bir yol Atatürk Köprüsünü Tepebaşı üzerinden İstiklal Caddesine (hemen hemen) paralel bir yolla Taksim’e, diğeri de Galata Köprüsünü Taksim’e bağlamak-tı] tarihi yarımadaya bağlama planının devamı bir acayiplik. Bunu için Karaköy’de geniş çaplı yıkım faaliyetleri öngörülüyordu. Ellilerde yapıldı da.  Şimdi Karaköy’e lafın gelişi “meydan” diyoruz ya…
Kent ulaşımında taşıt trafiğini baskın öge olarak kabul eden ama yılları içinde nüfus artışı için tutarlı bir model bile oluşturmamış, topoğrafyayı umursamayan Prost’un başımıza sardığı bir illet. Tek sorumlusu  Menderes mi? Hayır, Menderes, Dalan filan hep yancılar. Kırk yıl süren ve at izinin it izine karıştığı bir keşmekeş. Yeni bir şey değil, ama hatırlamakta, unutmamakta yoğun yarar var.
Acıklı öykünün daha kapsamlı bir tarihçesi için Murat Gül’ün “Modern İstanbul’un Doğuşu” kitabına bakabilirsiniz.
Veliaht'a Öğütler | Esra Ersen | 1995
Dikkat çekici başka bir nesne, Prof. Dr. Neşet İzbudak isimli zat tarafından hazırlanmış 1984 basımı  Türkiye Kitabı’nın  akıllara zarar ilk sayfasının tepegözle duvar yansıtıldığı  Esra Ersen’in 1995 tarihli “iş”i. Çok doğru bir şekilde Veliaht’a Öğütler adını taşıyor. Sergiyi  ne zaman gezsem, bazı bay, bayan veliaht’lar masaya oturmuş, boş Türkiye Haritasını üzerine, boya kalemleri ile “duygu ve düşüncelerini” yansıtıyorlardı. Bence SALT o defterleri de sergilemeli.
Bu süregiden, Türkiye’de biçim ve deri değiştiren ama hep olan bir saçmalık. Şimdi, 1984’den seslendiği için ilginç geliyor bizlere. Yoksa şimdi olan biten  20-30 yıl  ileriden nasıl görünecek acaba?

Ah Belinda: Atıf Yılmaz ; 1986
Evet bu var, “sen yap” deseler herhalde ben de  koyardım içine. Ama benim için önemli ve etkileyici olan “UGR” li, devasa Belinda şampuan şişesinin Serap’ın üstüne gelişiydi. Ama çıldırma sahnesini münasip görmüşler. Komik, eğlendirici film hiç umulmayacak bir şekilde yavaşça  pis karabasana dönüşüyordu. Tam başına gelenleri kabullenmişken Serap’ın normal yaşamına dönüşü ile de son buluyordu.  Filmden çıkınca kendimi iyi hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki bizler için de etkilerinin yeni yeni farkına vardığımız karabasandan çıkma ümidi sunuyordu.  1986’da oldukça ses getiren bir filmdi bu.

Bilinç Yükseltme Toplantıları  1984 ;
Seksen öncesi bir arada mücadele eden  farklı saflardan  insanlar  12 Eylül’den sonra oradan oraya savruldular (travmalar, askeri rejimin  zorlamaları  gibi nedenlerle).  Sosyalist Feminist hareket de onlardan biriydi. 12 Eylül’ün bir tuhaf  faydası, öncesinde sıra gelmeyen, göz ardı edilen toplumsal mücadeleler için – geriye dönüp bakınca epey çaresiz ve ham olduğu sezilmekle beraber – uygun bir zemin oluşturmasıydı sanki. İklimsel çaresizlikten bahsederken hiç te fena değil.  Cinsel kimlikler üzerinde tartışmalar, yeşil  harekete ilgi başlıyor;  ki, bu aslında batı için de oldukça yeni bir şeydi. Alman Yeşiller bile 1983’de parlamentoya girebildiler. “Bilinç yükseltme toplantısı” adı verilen varoluş da bu alternatif arayışlarından biri-imiş (yeni öğrendim). Bir dizi ilginç fotoğrafta entelektüel oldukları her hallerinden belli hanımefendilerin  ev toplantıları var. Bakarken hissettiğim, o insanların  yüzlerinden okunan kıstırılmışlık hissi oldu. Bir de onlara metal bir tepside  çay dağıtan örme kazaklı adamcağızın vücut dili. Onun kafasında da bir tür “nerden geldik buraya?” var. Sergi boyunca karşıma çıkan görsel malzeme ile ilgili  dikkatimi çeken başka bir şey de rahatlıkla tütün içilebilmesiydi. Yeni çıkacak gazetenin kadrosu tanıtılırken sigarasından derin nefesler çeken yırtıcı gazeteci beyler gösteriliyor, aşağıda dergilerin upuzun bir sıra oluşturduğu etkileyici bölümde rastladığım “Very Important Person” (isme bak) dergisinde,  Parliament  sigaralarının tanıtım kokteyli sayfalarında “iş ve cemiyet hayatının ünlüleri” kocaman bir sigara paketi önünde boy boy fotoğraf çektiriyorlar filan... Ortak kapalı alanlarda sigara içmenin hazzı epeydir unutulan bir şey.

Nokta Dergisi ve Kapakları
Can Kozanoğlu “Yol yapım çalışmaları nedeniyle geçişler 12 Eylül  tünelinden veriliyordu”diyor.  Sağlanan “huzur ve güven ortamı”ndan devamla, tünelin çıkışlarından biri de cinsellik. Farkına varılan gündelik hayatın ayrıntılarından biri.  O zaman kadar üzerinde  konuşulmaya fırsat bulunamayan konu üzerinde bol bol konuşacak zaman, tonlarca uzman, heves  ve  mecra vardı. Bu mecranın başında da Nokta dergisi geliyor. Tan gazetesi adlı organ yayını/ yayın organının  pek sevdiği,   “Antalya tatilinde her gece Hüseyin’inkini yedi” sululuklarını saymıyorum. Ama iş o kadar çığrından çıkmıştı ki,  Nokta Dergisi bile “Tan haberciliği” üzerine analizler yapıyordu.
Bankın üzerinde üç cilt halinde duran dergi kapaklarının her biri birer hazine: “İslam’ın  Düşlediği Cinsellik, Politika ve Seks”, “Erkek  Fahişeler”, “Cinsel Fantaziler”, “Erkekler de Cinselliği Keşfediyor”, Mayıs 1988, Kasım 1988’de bu defa “Haftada Kaç Kez” sorusunun cevaplarını uzmanlar değerlendiriyor. “20 yıl Daha Uzayan Cinsel Yaşam” vs. Hepsi kafayı iki yere takmış bir toplumu işaret ediyor. Uzun yıllar gerilmiş bir yay etkisi sanki.  Türkiye’de tüm bunlar üzerine kafa yorulmuş muydu, yoksa acıklı bir çaresizliğin ürünleri, yazar fantezileri miydi, gerçekten bilemiyorum. Ama uzaktan kumandalı, uçan bir cihazla kız yurdu gözetleyenlerin, su damacanasına hallenen insanların bulunduğu bir toplum bu. Yine öyle hafifçe dalga geçilerek cinsellik “ventile” edilebilse keşke, belki bi işe yarar.
Kapaklar arasında şu meşhur   “Bazıları Özal Sever” kapağını arayıp buluyorum.  “Aydınlar arasında Özal’ı beğenen de var” alt başlık. Ha, işte bu kompozisyon bence “nereden geldik buraya”nın cevaplarından birini içeriyor. Aydın kimliği, feraseti, omurgası üzerinde tartışmaların geçmişi var demek ki… Aynı tartışma karşıma Sokak Dergisi kapaklarına bakarken çıkıyor, Yalçın Küçük röportajında değerini hiç kaybetmemiş “Türk Aydını Dalkavuktur” vecizesini yumurtluyor.
Toplumsal bilinçlenme elbette sadece vücudumuzla ilgili değildi. Cezaevlerinde Terör ve tepki bulması, tek tip yönetmeliği, açlık grevlerinde de sergide kendine epey yer buluyor.

Yatay,  camlı vitrinlerde ilk bakışta sıradan posta pulu blokları gibi görünen nesneler var. Dikkatli bakınca, pula benzetilmiş bu şeylerin üzerlerinde gözaltında kaybolanların resimlerini görüp, isimlerini okuyorum.   Halil Altındere tarafından hazırlanmışlar ve çok etkileyiciler. Bu ismi hiç duymamış olmak canımı sıkıyor. 
Halil Altındere
Burada bir zaman kayması, daha doğrusu ileriye sıçrama var. Hayatını kaybedenler seksenlerin politik harala gürelesinde kaybolup gidenler değil, 90’ların üstü örtük çamuruna boğulanlar. Yitip giden bu insanların yakınlarının protestoları bir dönem devletin canını sıkan ama umursamadığı “cumartesi anneleri”ne dönüştü. Uzun süre Galatasaray Lisesi önünde toplandılar. Her hafta birkaç kişi dayak yiyip gözaltına alındı. Fakat kolektif zihin umursamış olmalı ki, kayıplardan Fehmi  Tosun  en son şu “eeemen baaş”lı  U2 Konserinde hatırlandı. Bi kez daha canım sıkılıyor.
Salonlardan birinin duvarını kaplayan kocaman,  siyah beyaz bir fotoğraf var. Ağustos 1989’da Cağaloğlu’nu trafiğe kapatıp oturma eylemi yapan grup: “Siyahlı Kadınlar”.
1 Ağustos 1988’de nereden, hangi maksatla akıllara geldiyse düzenlenen ve uygulanmaya çalışılan, ağır hasara neden olan  meşhur Ağustos genelgesini protesto ediyorlar.  Dönemin adalet bakanı, merak eden varsa; Mehmet Topaç. 1994’de bürosunda öldürülüyor. Olayın gazetelere haber olduğundan bile emin değilim. En azından bu gün kimse hatırlamıyor.  Hatta protestonun yapıldığı ay -Ağustos 1989’da-  Şarkıcı  Bergen’in kocası tarafından öldürüldüğü de hatırlanmıyor herhalde.
Bir Çiçek Türü
Yan duvarda da “Papatyalar” dan bahsediliyor. Hayır, bitki değil bunlar. Çoğunluğu  (belki de tümü) yapay sarışın, tayyörlü, degrade gözlüklü  politikacı veya politikacı yakını bir sürü kadın. Haber değeri yüksek marifetlerini görüyoruz duvarda. Amerikalı türdeşleri ile çay içiyorlar, kutuplara gidiyorlar, muhtelif konularda fikir beyan ediyorlar filan. Uzunca ve nefretle bahsedebilirim ama bahsetmeyeceğim.
İki komşu duvar arasında şöyle, yüzeysel bir ilişkilendirme ile yetineyim;  duvar boyunca - siyah beyaz- sabit – ciddiyet – acı /  küçücük- renkli – hareketli - magazin sululuğu (yüzlerde hep bir sırıtma).
Birkaç doktora tezi çıkacak malzeme içeren papatya macerası sanıyorum Çırağan oteli bahçesinde yapılan  son bir hasbahçe balosu ile sona erdi. O son “hasbahçe” hepimize fazla gelmişti anlaşılan.
Bu salonda  Sokak  dergileri de sergileniyor, Ağustos 1989 – Nisan 1990’a kadar 32 adet. Kimlik siyasetine alan açan bir yayındı bu.  Aziz ve necip Türk halkının hiç  konuşmadığı, konuşamadığı “şey”lerden pervasız bir cesaretle söz ediyordu.  Sex Pistols albüm kapaklarını  çağrıştıran ön sayfalar çok ilginç. Anlaşılan hiçbir telif hakkı,  kaygu filan gözetmeden  dikkat çekip seslerini duyurabilmek adına ellerine ne geçmişse kullanmışlar.  İlk sayfalar çok güzel ve detaylı. Mesela  24-31 Aralık sayısının vinyetindeki “ABD ayısı Panamayı yiyor” dikkatimi çekiyor (hakkaten de öyle oldu). Burada bence garip olan, 20 Aralıkta başlayan Panama işgalinin adamların 24 Aralık sayısında kendine yer buluşu. Şimdi hatırlamıyorum da, günlük gazeteler bu hikayeyi nasıl okudular acaba? Yani öyle her şeye “maaar-jinaldır” şudur budur diye zart zurt etmemek lazım.

Reklamcılar/ Reklamlar:
“Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş, bu senin bayramındır”
Yazının başından beri aynı sakızı çiğniyorum ya, 12 Eylül  aynı safta yer alan, aynı heyecanı paylaşan grupları ayrıştırdı diye; o ayrışmanın en keskin noktalarından biri de burada işte.  “Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş! bu, senin bayramındır” türü şeyler yazılı afişler hazırlayan bir grup 80’lerin ortalarına gelindiğinde çamaşır makinası, banka ve politikacı satıyordu. Bu iş için  zengin kültürel sermayelerini, gerçekten parlak yeteneklerini  kullandılar.  Kendi ajansları, ajans binaları oldu “Politik reklam” diye bir şey  keşfedildi.  İcraatın içinden vardı.  Zeybekler tam dizini yere vururken, F16’lar göğe yükselir, Özal Cross marka kalemini gözümüze sokardı.   Dönemin reklam ürünlerine bu gözle bakınca hep üzülür insan.
Aşağı inerken sağdaki camın üzerinde zavallı Cahit Aral’ın Çernobil felaketinden sonra radyoaktif serpintiye maruz kalan çaylar üzerine vecizesini okuyorum. Alt dudağını hafifçe uzatarak, iştahla çay içişi geliyor gözlerimin önüne. Atom Alimi Evren’de “azıcık radyoaktivitenin faydası bile vardır, kemiklere iyi gelir” demişti.
Çorak siyaset “ortamları”nın yerinde yeşeren dergi çayırının cömertçe sergilendiği bu katta başka bir ilginçlik var. Vasat ve vasatın altı Fransız televizyon izleyicisi için hazırlanmış haber parçacıklarından, bol miktarda hayal mahsulü motif  içeren ama kaba gerçekleri de  sunan görüntülerden oluşan bir video bu. Barış Doğrusöz isimli bir hünerbaza aitmiş. Üst katta başka bir işi daha var.  Önünde uzun süre çakılı kaldım.  Gece karanlığında kamyon süren cessur alman şoförler, Saygon sokakları tadında askeri araçlar, kentin içinde yükselen işkence çığlıkları, karaborsa sigara satıcıları – ki karaborsa sigara 1983’den sonra kalktı, seksen ortalarında  Dolapdere çingeneleri artık hap satıyordu. O meşhur “puding shop” muhabbeti de 70’lerin başında kalmıştı.
Fakat bu haber kuşağı zırvalarının doğruladığı başka bir şey var: Seksenlerde Türk halkı başka bir şeyler tanıştı, veya farkına vardı. Korku idi bu… korku ve onun tezahürü stress…  “Sit-res denirdi. Stres bilezikleri çıktı, hatırlar mısınız?  Depresyon, onun  ilaçları, uzman uyarıları vs. Belki de var olanın yeniden keşfiydi bu. Durup bakınca  hep o korkular  geldi aklıma. Hoş, kaderimiz korkudan yana zengin buralarda.   
Tamam geldik de, “Bura”dan nereye gideceğiz?
BvP