Emsallerine faiktir

Temmuz 26, 2009

“There is No Question of Final Success” Demiş Adam!

Galiba on altı yaşındaydım, National Geographic dergisini bir bok zannetiğimiz yıllar işte… Bu, inanılmaz fotograflarla bezeli, son derece ciddi görünüşlü organ yayınının aslında ne olduğu; yeryüzünde Kürtlerin dağılımı gösteren haritada tesadüfen(!) Türkiye adlı bir ülkenin varlığını ıskaladığında, aynı isimli televizyon kanalında hep aynı formatta kurgulanmış belgesellerde[1] ya da boka tüy diken “National Geographic’i Doğru Okumak" adlı kitabı okuduğumda[2] kafamda şekillenmişti. Fakat tüm bunlar, 1979’da Neil Armstrong’un uçları silikon eldivenlerini bu derginin sayfalarında gördüğümde önemli değildi. O günden sonra, ilgimi çeken ne olsa bulunduğu yerden emindim… “Smithsonian”!
Gerçekten görmeye değer herşeyin bu sihirli, kırmızı tuğla kaleyi andırır mekanda olduğunu sandım yıllarca, benim için o kadar derin bir ulaşılmazı simgeliyordu ki, nerede olduğu, nasıl bir yer olduğu bile pek önemli değildi, kafa yormadım pek. Eşelenmedim, endişelenmedim. Nasıl olsa oradaydılar işte. Günün birinde gidecektim.

Bay James Smithson hayatında yeni dünyayı bir kez olsun ziyaret etmemiş bir İngiliz bilim adamı. Kuzeni bulunan beyefendi eğer mirasçısız ölecek olursa… Tahmin ettiniz sonunu değil mi? “İnsan evlatları arasında bilimin yayılması ve gelişmesi için malım mülküm, neyim varsa, nah şu Amerikan Hükümetine anamın ak sütü gibi helal olsun”. Ama, Amerikan Devleti bu. Boru değil. Öyle, her hediyeyi kabul eder mi bakalım? Kenan Paşa’mıza hediye edilen pekin ördekleri mi, yüzbin küsür İngiliz altını? Uzatmayalım, hararetli tartışmalardan sonra, bu eşek yükü ile parayı almayı kabul ediyorlar.

Sadece almakla mı kalıyor olabilirler mi? Yaşamının büyük bir bölümünü coğrafya, mineral bilim, kimya, tabiat bilim bok püsür ile geçiren Bay James Smithson gibi onlar da uğraştıkları, topladıkları ve kısacık tarihleri adına önem verdikleri ne varsa tıkmışlar oraya. İpin ucunun biraz kaçıp işin zıvanadan çıktığı yerler yok değil. Abraham Lincon’ün şapkasını görmeye her yıl on binlerce Amerikalı ortaokul talebesinin seyirtmesi beni bıyık altından güldürse de, sonra aklıma Topkapı Sarayındaki kaftanlar , vs. geliyor.

Ama, tüm bu kompleksi oluşturan on yedi müze arasında beni gerçekten ilgilendiren bir tanesi var ki, hah bak o akıllara ziyan işte. “National Air And Space Museum” denen bu yapı insanı dinden imandan çıkarmaya kafi, hatta fazla. Karımın mangal gibi yüreğinden yüz bulmak sureti ile yedi saat geçirdim. Oysa gitmeden önce neyi göreceğimi, hangi salonda nelerin görülmeye değer olduğunu küçücük aklımla tesbit etmiş, kısa sürede gezip kalan vakitte de, Amerikan Tarihi Müzesi’ne seyirtip, Benjamin Franklin’in kavanozdaki beynini falan görmeye hazırlanmıştım! Bunların hiç biri olmadı tabii. Ana salonda girince kendimi kaybettim. Oradan oraya seyirtmek, deli gibi bir oraya bir buraya koşturmak benim yaşımda, yüzünden ciddiyet akan, sakallı bir doğulu için pek saygın bir davranış değil elbette.

Yukarlarda, tavanın bir ucundan Portakal renkli bir şey sallanıyor,”Ulan Bell X-1 bu işte, ses duvarını aşıyor elin adamı bununla, karısı var yavru gibi, Glennis ” diyorum kendi kendime. Tavanda neler yok ki? Şu Sam amca, “Eenkıl Seem” çok fena, yüreğime indirecek benim. XP-59 “Airacomet” de sarkıyor tavandan, İkinci Dünya Savaşı sırasında tasarlanıp az miktarda üretilmiş, başarısız bir jet avcı uçağı, başarısız maşarısız. Washington’da bir binanın tepesine geçip kurulmuş işte. Ben de dahil bir sürü avanak alttan, yandan bakıyoruz ona. Yanında da X-15 denen tayyare mevcut, tayyare diyorum ya, lafın gelişi. Bildiğin cehennem makinası. Yüz kilometre yükseğe çıkıp saatte yedibinikiyüz kilometre hızla uçar mı insan? Bu insanlardan biri, Neil Armstrong, 1969 temmuzunda daha garip başka maceralara kuvvet veriyor. Neil’e acaba, küçükken hiç, “oğlum terli terli su içme”, veya ne bileyim, “Neiiiiil, in ordan, düşersin” denmiş midir?
Bu ülke yurttaşlarının geçmiş, bu gün ve geleceğe ait maymunlukları ile dalga geçme, onlarla birlikte yaşamı hazmetme gibi bir özellikleri var. Yoksa insan Rusları dikizleyeceğiz diye uçak yapıp, düşen uçağın pilotunun babasına düşürenler tarafından çekilmiş telgafı sergiler mi? Resmen taşak geçiyor Bay Kruşçef bunlarla, ama anlayan kim?
Müze ile ilgili istediğin kadar plan program yap, bir salonun kapısından kazara içeri şöyle bir baktın mı… “Tak”! İnsan “Havacılığın Altın Çağı” bölümünde iki saatini geçirmek gerekiyor. Her şey insanı – özellikle de Karımı zıvanadan çıkarmaya ayarlı. Çıktı da nitekim. Fakat o kadar güzel ki, sergilenen şeyler, Karım bile olsan ister istemez kaptırıyorsun kendini.
Zorlukla bu ince bıyıklı, smokin ve rugan çizmeleri ile uçağa binmekte ısrarcı beyefendiler bölümünden kurtulup bir gayret kardeşler’in salonuna yollanıyoruz.
Bisikletçilikten zenginleşen iki kardeş bunlar. Bekarlar da. Uzatmayalım, gel zaman git zaman, karısızlıktan olacak, kafayı uçmaya takıp, işi iyice kuşbazlığa vuruyorlar. Fakaat, analarının fercinden mühendis olarak çıktıkları besbelli. Ne yapıp edip, inanılmaz detaylı düzenekler ile çözüyorlar işin ilmini. Uçabilecek bir aletin yapısal ve mekanik problemlerine getirdikleri çözümler ve kuvveye döküşleri insanı ağlatacak cinsten. İnsan her abazanın böyle “kontrollu uçuş” falan gibi yararlı işlerle uğraşmasını istiyor! 1903’de en uzunu elli küsur saniye olan bir dizi uçuş gerçekleştiriyorlar. Çok kısa sürmüş olsa bile bizim kardeşlerin olayı bitirmiş olduklarına dair inançları tam! Wilbur’un “There is no question of final success” dediği biliniyor. Tüm bu işler olup biterken ne yaptıklarının, başardıklarının ne anlama geldiğinden tümüyle eminler. Orjinali kongre kütüphanesinde saklanan telgraf (sevilen bir motif bu müzede), telgrafın çekilmiş olduğu makine, kronometreler, dışarıda imal ettirmek pahalı olduğu için oturup kendi yaptıkları motor ve bitmez tükenmez didişmeler yüzünden 1948 gibi geç bir tarihte de olsa, sonunda Smithsonian’da sergilenen 1903 tarihli uçan makine… Her şey duruyor. Eminin Orville’nin fanilaları falan da vardır bir yerlerde.

Devam edeceğim.

Edited By Miki (Son iki fotograf Miki'nin)



[1] Bu belgesellerin hepsinde, aynı tornadan çıkmışçasına bir ”tehlikede olma”, “her şeyin bir anda mahvolabileği ihtimali” ile bezeli tansiyon yüklü şaheserler 1986’da Uluburun Batığı kazısını anlatan belgeselin çekilişine tanık olmamla büyüsünü yitirdi. O zamandan beri National Geographic belgeselleri ağzımda Cüneyt Arkın’ın “Dünya’yı Kurtaran Adam” filmi tadı bırakıyor!

[2] “National Geographic”i Doğru Okumak: “Reading National Geographic”, Lutz, Catherine A., Collins Jane L., The University of Chicago Press, 1993, Chicago.

Light Amplification by Stimulated Emission of Radiation

...ile oynarsan yakarsın insanların orasını burasını işte böyle. Hamfendiye üzülmemek elde mi? Gidiyorsun merkeze, “kaymak” olacak diye... Nihayetinde yakıyorlar cayır cayır...

Bu çok ilginç ve yararlı, ufuk açıcı haberde karanlıkta kalan bazı noktaları tartışsam, entelleküel kimliğim gözünüzde darbe alır mı?
Birinci konu ve hiç anlamadığım: bu tür bir rezillikten/haberden insanların, gazetelerin özel olarak DHA (Doğan Haber Ajansı) muhabirinin nasıl haberi olduğu. Muhabir makamında otururken telefon çalıp, birisi filmlerdeki gibi; “abi, lazerle epilasyon yaparken, kadının bla bla bla”? Yoksa, Mağdure mi açıp telefonu bildiriyor? Yüz yüze görüşme talep etmiş olabilir mi M.T.? Neticede, vücudun coğrafyasında öyle bir yerde ki bu tahribat alanı, öyle “şak” diye de söyleyemez insan.

Haber bir taraftan son derece enformatif, diğer taraftan bazı noktaları bilerek karanlıkta bırakıyor gibi. Bizlere bir tür ne bileyim, polisiye roman şeyi yaşatıyor. Burada Erol Akkır’ın ustalığına şapka çıkartmamak elde değil.

Başlığı okurken ürperiyoruz: “Lazerle epilasyon yaparken kadının vajinasını yaktılar” iki tür okuma yapılabilecek cümle bu. Sanki ters giden, şirazesinden çıkmış bir bilimsel deneyden söz ediliyor. “Amatör imkanlarla siklotron yapmaya çalışıyorduk, sonra nasıl oldu bilemiyorum, arkadaşın vajina’da yanıvermiş bulundu” gibi! Bir edilgenlik, kontrolsüzlük var işin içinde. Diğer okuma ise biraz daha tatsız; yakıcılar daha bir donanımlı, ne yaptıklarını bilir haldeler: Banka soygunu esnasında etrafa ateş açıp birilerini ağır yaralamak gibi. İlkinde vajinada hasara sebebiyet verenin edilgen salaklığı söz konuyken, ikinci durumda işin içine bir parça sadizm, bilinçli bir kötülük dürtüsü karışıyor.
“Epilasyon sırasında çok canım yandı”

Bu haberlerin bir güzel tarafı da, okuyucunun işin zaman boyutu ile kafasının karıştırılmaması: haberin yayınlandığı tarih ile bu tensel facia arasında güncellik açısından bir ilişkisizlik haberi ebedi kılıyor. Öyle ya; Antalyalı M.T.’nin vajinasının yanışı bilgisine ulaşmamızın ne zaman olacağı çok da önemli değil . Bu facianın/haberin gazetede var oluş anının; sayfa düzeni, gazetenin "gündem” adlı sayfalarının doluluğu ile yakın bir ilişkisi var. Fakat zaman adlı karmaşık olgu bir şekilde müdahil habere ve kafamızı karıştırmaya devam ediyor. M.T. birer hafta arayla iki defa girdiği iki seansta, genital bölgesinde, yani vajinasında yanık oluşmuş. (Gazete burada eğitici misyonu gereği bize facianın tam yerini tarif ediyor. “Genital bölge”! OHAL Bölgesi falan gibi bir yer olmalı bu, ama biraz daha aşağıda). İnsanın aklına hemen “peki, M.T.'nin makinayı daha birinci seansta yaktılarsa, niye o zaman inatla ikinciye devam etmiş, biraz daha yansın diye mi”? İnsan bu kadar saf olabilir mi ? Hadi, haberi yapan Erol bey saf, yoksa bizler mi safız?

Alınan rapor “Birinci ve İkinci derece yanık”. Maalesef haber bu açıdan da çok net değil. Acaba bazı bölgeler birinci, bazı bölgeler ikinci derece mi yanmış yoksa, inatla devam edilip, ikinci seansta mı sahip olunmuş “ikinci derece yanığa"? Aslında bildiğiniz gibi; Birinci derece yanık dediğin; güneş yanığı, yani sıyırsa M.T. bikini - ya da her neyse onun - altını, verse güneşe orayı. Al sana “birinci derece yanık”. Ama bir de mağduriyet var işin içinde. İnsan mağduriyetin nedenini öğrenmek istiyor ister istemez. İşlevde bir bozukluk mu olmuş? Kullanımda problemler nelerdir? İkincil kullanıcıların mağduriyeti söz konusu mu? Onların mağduriyeti nasıl giderilebilir? Hayat çok zor. M.T. için de, bizim için de…

Mevlana Müzesi’nin bahçesindeki şifalı su şebeke suyu çıktı!
Haberi ile yorumları da siz yapıverin bi zahmet.

Haydi, kalın sağlıcakla.
Edited By Miki

Temmuz 12, 2009

Yüz "Tır'nan" Gelen Adam

Michael Jackson’un öldüğünü esefle öğrendim ve birkaç gün süreyle, bu bilginin ezici ağırlığından kurtulamadım. Yaşamımı kolaylaştırma adına, kategorik olarak gazete radyo ve televizyondan kaçınıyor olmama rağmen, takdir-i ilahi Maykıl’ı Los Angeles’de, beni de, Maltepe – Üstbostancı arasında gelip buldu maalesef.

Radyodan bu elim haberi, yurdumun birinciye gelen organizatörlerinden birinin onunla ilgili anılarını naklederken öğrendim. Sürekli ağzında tatlı bir şeyi emermiş gibi konuşan bu mühim zat bize “Maykıl’nan” ahbaplığını, Yurdumuza ilk defa “yüz tır'nan” gelinip verilen bir pop konserinin yüce Türk Milleti’nin ufkundaki patlamayı, açılımları anlatıyordu. Onu, Türkiye’ye getirmek için hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış, “Maykıl’nan” kişisel ilişkisinin yardımı ile başarmıştı işi… İçinden çıktığı bu topluma görevini yerine getirmiş olmanın gururunu ses tonundan sezdim hemen. Fakat, bu iş nasıl oluyordu onu anlamamıştım. Bu organizatör nasıl hemen bulunup buluşturulup stüdyoya çağrılıp konuşturulabiliyordu? Diyelim; Afyon Oruçoğlu kaplıcalarında iken adamcağızı arayıp, “ismi lazım değil abi; Maykıl Ceksın sizlere ömür, bi bizim sütüdyoya gelsen de, şu yüz tır'nan gelip verdiği konseri anlatsan, gözünün yaanı yidiim?” mı deniyor? Adamın telefonu boku püsürü nasıl bu kadar çabuk bulunuyor? Afyon Otogarından stüdyoya mı ışınlanıyor bizim organizatör? İnsanların Los Angeles’de ölen bir pop şarkıcısı ile ilgili görüş ve anılarını bizimle paylaşmak için gösterdikleri bu çaba yüreğimi yakıyor. Fakat, devrisi gün televizyonda ana haber bülteni haber sunucusu yavrunun iki adet uzman ile yaptığı söyleşi yürek paralayıcıydı... Mevtanın müzikalitesi hakkında fikir beyan edecek insanları bulup çıkaran bu televizyonculuk hadisesi karşısında ben de şapka çıkardım hakkaten. Yurt genelinde 20-25 dakika boyunca tüketilen elektriğe de yanmamak mümkün değil ya, ne çare...


Burada gerçekten merak ettiğim bir husus var. Televizyon kanallarının elinde çok kapsamlı bir veri tabanı olmalı. Diyelim: yirmi kasım 2009’da Howard Wilson Tindall Jr.’ın ondördüncü ölüm yıl dönümünde veya, yirmi temmuz 2009’da aya inişin 40. Yıl dönümünde, televizyona çıkarmak için ellerinde yörünge mekaniği konusunda uzman birilerinin adı, adresi, cep telefonu numaraları olmalı. "Tak", bulup çağrılıyor insanlar. Bu, “konunun uzmanları” fenomeni ciddi olarak incelenmesi gereken bir konu aslında. Bildiğini aklının erdiği kadarı ile anlatma yeteneğine sahip bu “uzman”ları her defasında muazzam bir şaşkınlıkla izliyorum. Karpuzun akşam yemeğinden kaç dakika sonra yenmesi konusu ile Maykıl Ceksın arasında, hemen her konudaki bu uzman bolluğu bende “Allah belanızı versin” refleksini tetikliyor ister istemez.
Yörünge mekaniği, dolayısıyla Ay’a iniş daha kavranabilir bir fenomen benim için. Ama, görüntüsünün gerçekliğinden bile emin olamadığım, tümüyle illüzyon şu “şey”, – bu bağlamda çizgi roman kahramanlarından farkı yok- fazla akıllı olmayan bir birey olarak bana fazla bir anlam ifade etmiyor. Maykıl Ceksın ile ilgili aklımda kalanlar; kutsal mekan “Neverland”daki atlı karınca, orta yaşlı bir pezevengi anıştıran baba Ceksın, kedi yavrusu gibi tutarak öz evladını pencereden gazetecilere gösteriş ve çok duyarlı, ince bu adam-çocuğun cinsel gelişimini tamamlamamış homosapiens’lere hastalıklı ilgisi... Gezegenimizin kültürel birikimine yaptığı cömert katkılardan, NTV akşam haberlerine çıkan uzmanlar bizleri aydınlatana dek bilgim yoktu işin açığı… Onların hiç biri çocuklara olan ilgisinden bahsetmedi, uzmanlık diye buna derim işte. Dar bir alana yoğunlaşmış ilgi ve bilgi. Hadi, organizatör başka hesaplar yapıyor, onun için Maykıl Ceksın yüz adet dizel motorlu kamyonu ifade ediyor, anladım. Olabilir. Ama, haber sunucusu yavru neden söz konusu defodan hiç söz etmiyor?

Buna rağmen, benim gönlüm hala, pedofil olmadığından emin olduğum Howard Wilson Tindall Jr.’dan yana! Yüce Allah’ım bu olağanüstü zeki insana gani gani rahmet eylesin. Amin!
Edited By Miki

Komşu Komşunun Külüne Muhtaç (Siktir Git !)

İstanbul’da yaşıyoruz. Daha doğrusu, Kentin -dolayısıyla- merkezin bir parça dışında. “Star Wars” ağzı kullanılacaksa, “outer rim” de denebilir evimizin olduğu bölgeye… Karımın da benim de şöyle firaklı, bilinen bir soyadımız yok. Bu yüzden ne aklımız ne de çalışkanlığımız tescilli değil. Başarımız da, garantide değil doğal olarak… Aslında şöyle uygun bir soyadı ile karım mucizevi bir şekilde kendi yaptığı pastaları satar veya stil danışmanı olabilirdi. Ya da ben, tahsilimi ikmal ettikten sonra ailenin endüstri işletmesinde -nedense, söyleşilerde hassasiyetle vurgulanır şekilde "en alttan" başlanır- elbette hep çok başarılı olurdum ve, her iki durumda da inanılmaz paralar kazanırdık… Olabilirdi tabii, ama olmadı işte. Periferide kendimize ait bir evin kapısını açabilmek benim için yirmi , karım için beş yıl eşşek gibi çalışmayı gerektirdi.
Bizler de, Klitorisli Evler’deki mülkiyet kalesinin kapısını açtık açmasına da; havuzu, kapalı garajı, proleteryanın duvarları aşarak hücumu halinde bizleri cansiperane korumaya yeminli kavruk Anadolu’lu delikanlılardan oluşan ücretli-hususi emniyet gücü ve saymaya değmez nice iç bunaltıcı özelliği olan bu yerdeki esas tatsızlık; etrafta başka canlılar olmasıydı. Genel olarak “Komşu” adı verilen bu fenomenle bilinen yöntemlerle iletişim kurmak pek olası değil. Diyelim asansörde bu cisimlerden bir veya bir kaçına rastladınız; reflekslerinize yenilip “günaydın”, “merhaba” derseniz bu sözler ebleh bir surat veya kaçırılan gözlere çarpıp havada kalıyor. Siz de, yere düşen bu lafları alıp onların kıçına sokmak istiyorsunuz doğal olarak ! Aslında nasıl olsa hiçbir durumda tepki göster/emeyeceklerin emin olduğum için bazen “ananızıskym” veya nasıl? Dün gece eşiniz hamfendiyi güzelce düzdünüz inşeallah” demek istiyorum ama, her zamanki gibi muazzam bir üşengeçlik geliyor üzerinize afiyet.

Yazıya konu canlıların bir özelliği de, akıl almaz üreme yetenekleri. Mesela bizim yan komşular doğum kontrolü diye bir kavram olduğunu sanırım çok yakın bir zamanda keşfetmişler. 2001-2006 yılları arasında determine bir şekilde çiftleşip; günlerini banyoda, su ile doldurulmuş küvette mutluluk ve çığlıklarla geçiren çok miktarda dev kurbağaya sahip olmuşlar. O evde, çocuk dev kurbağalar ve dişi dev kurbağadan başka canlı olmadığına eminim. Hiç erkeğe benzeyen bir canlının sesini duymadım. Muhtemelen kesip yediler onu. Karşı daire, yan, yanın üstü ve yanın üstününün karşısı vıcır vıcır çocuk kaynıyor. Ortalık illegal bir kreş gibi. Karımın çalıştığı plazanın girişinde öğle vakti, bir takım beybiler, tahıl gevreği, hijyenik ped, çukulata, gazlı içecek bok püsür dağıtıyorlarmış. Hani; “bak kullan, belki alışırsın” vs. vs. hesabı. Ben de ciddi olarak sitenin girişinde prezervatif dağıtmayı düşünüyorum.

Burası fevkalade sosyal bir yerleşim alanı. Bazı Pazar sabahları aşağıda hep birlikte kahvaltı yapılıyor. Sonra ev karıları ve vıcır vıcır çocuklar kocaman bir günü aylakça havuzun kenarında geçiriyor. Mutfağa her gidişimde pencereden aynı canlıları aynı beyaz plastik şey üzerinde yatalak halde görüyorum. (Maalesef, şöyle “havuz güzeli” tabir edebileceğim, yüksek topuklu terlikler üzerinde seken acayip karılar yok bizim sitede, mutfak balkonundan görülebilecekler; saçını boyayanların koyu renk saç dipleri ve aşağıya doğru birkaç dilimde inen göbekler.)

Akşamüstleri iş dönüşü binaların orta yerindeki havuzun kenarında yatay kalın çizgili merserize tişört ve şortları ile toplanmış erkek komşuları görüyorum bazen. Plastik terlikleri var hepsinin. Yanı başlarındaki içinden çiçekler fışkıran bir at arabası kalıntısı da görüş alanımda… Nedense sevilen bir öge bu, ev için evcilleştirilmiş olanı da kömürlü ütünün içine konan kuru çiçek galiba. Bu kadar çok yetişkin erkeğin işten gelince kendi başlarına yapacakları hiçbir şeyleri yok gibi görünüyor. Okul dönüşü çantayı fırlatıp atan sonra da sokağa koşan çocuklara benziyorlar. “Ulan, her akşam bahçede toplanmayı gerektirecek kadar ilginç ne konuşuyor olabilirler?” diye düşünüyorum hep. Geçen yıl eski bir yarış arabasının arka tekeri ve yuvarlak camdan muazzam bir yaratıcılıkla oluşturulmuş orta masasının etrafındaydılar. Etrafında çeşitli oturacak şeyler var ve bunların arasında, şu “Emmanuel” filminde kullanılana benzer bir koltuk da vardı sanki! Ama, uyduruyor da olabilirim. Neyse. İçten içe onları kıskanmamak mümkün değil. Yapacak hiçbir şeyi olmadan aylakça vakit öldürebilecek bir bünyeye sahip olmak güzel bir şey olmalı. Bir gün cesaretimi toplayıp ben de ineceğim aşağıya. Fikir tamam, bir de kalın yatay çizgili merserize tişört ve plastik terlik edinsem… Ya da en iyisi, buradan siktir olup gitmek. Ama nereye ?
Edited By Miki