Emsallerine faiktir

Kasım 29, 2009

Gönül Koylarında Vurgun


Bundan epey yıl önce gittiğim bir dükkanda orta sehpasının üzerindeki şiir kitabının adı bu… Şiir yazdığına inanmakla kalmayıp, bir de bunları geniş kitlelerin beğenisine sunmakta sakınca görmeyen bir… bir… (haydi beyefendi diyeyim) beyefendinin eseriydi. Tabii o zamanlar böyle bloglar bilmemneler yok. Türk Halkı’nın ne mümtaz hasletleri, şeyleri olduğunu ifadenin biricik yolu siktirici bir kartvizit ve fatura matbaasında 25-30 sayfalık şiir kitapçığı bastırmak.
Oysa şimdilerde öyle mi? Bilgisayar, internet var. Her türlü yeteneksizliği, inceliği, duyarlığı, duyargayı, akla, göte gelen gelmeyen ne varsa beleşe yazmak imkan dahilinde. Yazılanlardan öğrendiğim:
Bu ülkede bilgisayar kullanabilen her yaştan kadın: Aslında, en hasından birer aşçı ve şair. İnce ruhlu, güçlü, duyarlı, yaşamları akıllara durgunluk verecek ölçüde ilginç ve karmaşık bu kadınlar ve fakat bir o kadar da kırılganlar. Edebi ruhiyat avuç avuç, vıcık vıcık... Batırmış ortalığı. Elif Şafak ve İclal Aydın ele ele verip gündeliğe gelse, yine de temizleyemezler.
Hayatlarının bir döneminde bir veya birkaç tatsız ilişkileri oluyor. Bazıları son derece hınzır, bazıları çok naif. Yaşamları son derece dolu, hemen hepsi serin erguvan renkli sular kadar derin bu kişilikleri, dünyaya veya dünyadan zarif minik jestler alış verişinde okuyor ve beğeniyoruz. Onlarla birlikte gülüyor onlarla birlikte hüzünleniyoruz. Sürekli, “bitmiş”, “bitecek”, “başlayacak”, “başlayabilir”, “başlasa ne iyi olur” ilişkiler tansiyonu var çoğunun. Elbette bu yardımcı eşhas ilişki boyunca çok duyarlı ve muhteşem oluyorlar, biten ilişkilerin ardından aslında birer dalyarak veya domuz olduklarının öğreniyoruz. Tabii yine hep beraber.

Öyle hafife alınır rakamlarda olmayan bu blogların yine, öyle hafife alınır rakamlarda olmayan okuyucuları var. Güruh bir dönemin Muazzez Tahsin Berkant veya Mükerrem Kamil Su müptelalarından daha “mes’ut” aslında. Blog yazılımları, semiz bir tavuk gibi her gün bir şeyler yumurtlama yeteneğine sahip bu kadınların malzemesi daha bol tutulmuş saçmalıklarına “real time” ahkam kesme olanağı sunuyor. Hemen her zaman aynı telden çalan (b)oku-yucular/izleyiciler de çıkıp iki laf etme, beğendikleri yazarlara en az onlarınki kadar abuk sabuk şeyler söyleme olanağına sahipler.

Bize çok yakın olup, kişilik derinlerindeki en karanlık hezeyanları, özlemleri yazıp çizdikleri için kendimize yakın hissettiğimiz, kimi zaman bizim yapamadıklarımızı yapan/yaşayan bu platformun oyuncuları aslında kendileri ile ilgili, acemice metaforlar ve çoğu arak basit edebi kurgular dışında pek bir şey söylemiyorlar bize...
“Rafine, duyarlı dişi” muayyen gün blogları atmosferinin dışındaki yemek blogları evreni ise, nefes almayı iyice olanaksız hale getiren bir heyula. Vibratörüne kılıf örüp, dantel modelini sanal aleme yayım yayım yayınlayandan tut; “sebzeli taşşak kebabı yaptım, tarifinin ilginizi çekeceğini düşündüm” cülere kadar uzayan bu yer için en edepli yorum; kısıtlı kaynaklar ile büyümeye, artık değer üretmeye çalışan bu ülkede elektriğin boşa harcandığı…

Bu gün başlayacak olanlara blog veya şiir kitabı adı önerisi: Ossuruktan Teyyare Yolcularına Son Çağrı.
Ayrıca: Merak ediliyorsa, fotograftaki balıkları nasıl kızarttığımı açıklayabilirim.


Saygılar sunuyorum.


Edited By Miki
Fotograf : BvP

Kasım 28, 2009

“There is No Question of Success” Demiş Adam! II (Kiminki Daha Uzun?)


Önümdeki büyük panoda yan yana iki tane sürgülü hesap cetveli duruyor. İkisi de Albert Nestler A.G. tarafında üretilmiş[1]. İnanılmayacak karmaşıklıktaki bu aygıtlarından biri Sergei Koroliev’e diğeri Wernher Von Braun’a ait… Her iki zat da, bildiğimiz “roket alimi” ve Sovyetler Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, 1950 – 1960 yıllarındaki kıyasıya uzay yarışının baş aktörlerinden. Uçak tasarımcısı bir mühendis olan Bay Koroliev, İkinci Dünya Savaşı sonunda, Alman V-2 roket teknolojisini yerinde inceleyip araklayarak, bu teknoloji üzerine Sovyet Kıtalar Arası Balistik Füzelerini ve nihayetinde, uzay programını inşa ediyor. İnşaatta… evet, bazı dandiklikler var. Örneğin Ay’a gönderdikleri ilk sondayı denk getiremiyorlar. Üç bin beş yüz kilometre çapındaki bir kütleyi altı bin kilometre ıskalayınca… Eh, olmuştur büroda, aile hayatında bazı sıkıntılar, neyse. Adamcağıza ecel terzisi 1966’da ani şekilde don biçiyor da, Amerikalı’ların neler yaptığını görmüyor. Çünkü her ne kadar başlangıçta fikir ve teknolojinin büyük bölümünü esas oğlan Wehrner’den araklamış da olsa, epey hırslı. O da düşünüyor, istiyor, Ay’a insan indirsin falan. Ama olamıyor işte. Yaşamı boyunca hep, Wernher beyin aksine, boktan bürokrasi, farklı planları ve yaklaşımları olan sapık rakipler ve acıklı bir teknoloji fakirliği ile boğuşmak zorunda. Üstelik; diğer hesap cetvelinin sahibi bu eski Nazi, yeni Amerikan vatanperveri, bir eli sınırsız insan malzemesinde, diğer eli sınırsız parasal kaynaklarda elinden geleni ardına koymuyor.


Toplam beş kademeli ve ilk kademesi tek başlarına epey güçsüz tam otuz motordan oluşan garip tasarımlı “N-1” roketinden 10 tane üretiyor yüce Sovyetler Birliği[1]. Bu motorlar maalesef kerosen kullanıyor. Kerosen bildiğin gazyağı ulan, ey okuyucu… Bu yazıyı okuyan en salağınız bile, gazyağı ile çalışan bir veya birsürü motorun ancak oldukça kısıtlı bir yükü görüngeye oturtabileceğini tesbit edebilir (Aslında bir bok olamayacağı, dört tanesinin fırlatma denemelerinde başarısız olmasından belli ya, epey optimist bu Rus milleti).
Sovyet uzay macerası ile ilgili sergilenenler bu iddialı ve talihsiz roketin modeli ile kısıtlı değil. Çok başarılı ve Amerikan tasarımı araçlarla kıyaslandığında basit, kaba görünümlü Soyuz “birlik” [3], üretilmiş tüm insanlı uzay uçuşu araçlarından daha uzun süre kullanılıyor. Yüzden fazla kozmonotu uzaya taşımış. Temel tasarım aynı kalsa da, eh, Sovyet teknolojisi bile zaman içerisinde gelişme gösterebiliyor. Bu cihaz da Amerikalılarınki gibi, her biri farklı bir işleve sahip ve kullanılış amacı ortadan kalktığında terk edilen modüllerden oluşuyor. Sol baştaki yuvarlak kütle Kumanda/yörünge, ortadaki çanı andıran şey iniş, en arkadaki silindirik kütle ise, cihazları ve itki sistemini taşıyan modüller.



Ay seyahati gerçekleştirebileceklerini cidden düşündükleri için (ulan, her şey hazır, ahh bi de roket işini kıvırsalar), uzay boşluğunda veya ay yüzeyinde kullanılmak üzere tasarlanan bir elbise var[4]. Bu uzay elbisesi mevzuu çok ilginç. Üzerinde epey yazıp çizmeye değer bir konu. Doğal olarak, burada sergilenen Sovyet tasarımı elbise rakiplerinkine epey benziyor. Ama onu esas farklı kılan, gövde kısmı kabuk biçiminde, sert yapıda olan bu elbiseye hayat destek ünitesini sırttan ayıran, kapıyı andıran bölümden girilmesi! Amerikalılar gibi elbiseyi “giymek” yerine, elbiseye “girme”yi münasip görmüşler. Bu yöntem garip görünse de muhtemelen dar bir alanda fermuarlar, borular, haberleşme kabloları vs. ile uğraşmaktan çok daha pratik ve emniyetli.


Soyuz 3 ve Soyuz 4 uçuşlarında kullanılmış satranç takımı ve Mir uzay istasyonunda kullanılan tuvaletler! Bunlar kadın ve erkek anatomisi için ayrı tasarlanmış aygıtlar.İnsan vücudunun bu bölümlerine epey merak ve çalışmalarım olmasına rağmen nasıl kullanıldıklarını çözemedim maalesef!
Soldaki kadınlar, sağdaki erkekler için-miş!




Devam edeceğim.

Edited By Miki,
Fotograflar: BvP

-----------------
[1] Tahmin edebileceğiniz gibi, Bay Albert Nestler Alman Mülkünde bu tür hassas avadanlıklar yapan tek şahıs değil. Türlü mühendislik, havacılık, denizcilik alanlarında kullanılacak hassas ölçüm ve hesap cihazları yapan çok miktarda başka kuruluş var. “Aristo-werke”, “Löbker&co., Meissner, Veb Mantissa”, “Reiss”, “Bayerische Reisszeugfabrik”, “IWA” bunlardan bazıları. Pek çoğu 1920’lerden beri faaliyet gösteriyor, daha eski olanları da var elbette. Ama sıkmayın canınızı. Ortaçağda, halk Avrupa’da bokunu sokağa boşaltırken, Süleymaniye Camii’nin tuvaletlerinde şakule dikkat yazıyordu. İşte böyle övünülesi bir “ecdat” bizimkisi.

2] Yaklaşık aynı boyutlarda, ama farklı bir yakıt kullanan Saturn-V, 13 ateşlemenin hepsini alnının akı ile kotarabiliyor! Anlaşılan Wernher’in cetveli daha iyi hesap yapıyor… N-1 teorik olarak 95 tonluk bir yükü yörüngeye oturtabilecekken, Saturn-V, 130 tonu, “tak”… oturtuyor aslanlar gibi.

[3] “İttihad” mı demeli yoksa? Bu tür tanımları pek seviyorlar. Dostluk, arkadaşlık, bilmemne. Amerikalılar uzay araçlarına debdebeli göksel isimler vermelerine rağmen (Apollo, Saturn, Gemini, Atlas, vb.), görev sırasında kullandıkları araçların adları çeşitlilik gösteriyor. Antares, Odyssey gibi yine göksel temalar varsa da, Snoopy, Spider, Gumdrop gibi isimler de var. Kural olarak NASA Yönetimi bu isimlere ve görev için tasarlanan amblemlere müdahale etmiyor. Sadece bir kere, Apollo 11 Görevi sırasında, mürettebata “Bakın ne diycem: Amerikan Ulusunun Ay’a indireceği cihaz şöyle oturaklı, vakur bir isme sahip olsa iyi olur sanki” şeklinde telkinde bulunuluyor. “Yaylan Bakalım” , “Çikitam”, “Hey Maşşallah” vs türü maymunluklara maruz kalmasın diye. Örneğin; Apollo 10 görevinde kullanılan Kumanda ve Servis Modülünün (CSM) resmi adı CSM-106, Ay Modülünün (LM) ise LM-4. Servis kılavuzları dışında bu tür mekanik bir tanımlama hiçbir zaman kullanılmıyor.

[4] Tahmin ettiniz değil mi? Elbisenin de adı var elbette. “Krecthet”, altın şahin.




Kasım 14, 2009

Sıhhi ve Nefistir

Evet ya, öyledir. Küfürden bahsediyorum. Güzel Türkçemizde “laboratuvar” veya “vites” kelimelerinin karşılığı yok. Ama, her sağlıklı erkeğin uyguladığı, bir “vites değiştirme” aktivitesi var. (Gearshifting)? Ya da, dur: “Erkeklere para karşılığı kadın pazarlayan kimse”nin, küfür olarak kullanıma son derece elverişli  sekiz adet ismini sayayım biçırpıda.[1]

Varlığımın varlığına armağan olduğu bu güzide ulusun yumuşak karnıdır küfür. Ne dostluklar bozulur ne cinayetler işlenir. Edebine, iffetine terbiyesine, ebesine son derece düşkün yurttaşların bu konudaki hassasiyetleri o derecedir ki, kasaplar bile vitrindeki küçükbaş hayvanların kıçlarının deliğini kasımpatı, karanfil, olmadı kağıt peçete ile süsler.
Düğün, nişan, temel atma töreni, ana okulu mezuniyet şeyinde porno yıldızı gibi giyinip boyanıp isterik şekilde göbek atmaya koşan “orospu”, bunu doğal karşılayıp izin veren, üstelik gizliden gizliye durumdan zevk alan kocası  “dümbük” değildir ama sen küfürbazsındır…

Halbuki; yaşamın içinde, her yerdedir ve en büyük yardımcıdır o. İşin epistemolojik boyutu beni aşar, bununla birlikte, konunun sosyal ve pratik cepheleri konusunda bir iki fikir beyan etmekte zarar yok. Mesela: “kim der ki; sikim hıyar, bir tutam tuz alıp koşma” durumunu daha iyi açıklayan kelimeler aklınıza geliyor mu? “Yarraa yedik Hulusi!” feryadı, içinde bulunulan durumu Hulusi’nin minicik aklına bile gelmeyecek boyutlarıyla başka hangi kelimeler ile anlatabilir? Veya “göt lalesi” tamlaması, etrafınızda ne kadar çok kişiye adı ve soyadı gibi oturuyor. Bir alışveriş merkezinde “Bay Göt Lalesi, lütfen danışmaya… Bay Göt Lalesi lütfen…” gibi bir çağrı duyulsa… Danışmanın önündeki kuyruğu düşünebiliyor musunuz?

Aslında; bilir bilmez zart zurt etmeden önce, neyin küfür olduğu işinin üzerinde biraz durmak lazım. Naçiz kanaatim: bu topraklar üzerinde terakki eden, değişen tek şeyin kısmen dil olduğu. Örneğin, 1640 tarihli narh defterinde teğelti ve özengisi, ıvır zıvırı ile “İstanbul işi” kaltağa [2] biçilen değer 230 akçe! E, İyimiş arkadaş! Toka et 230 akçeyi, bin İstanbul işi kaltağa, gücün yetiyorsa inme sabaha kadar. Peki, küffara “dalyarak” saldıran leşker-i gaza’yı ne yapacağız? Kılıcı çekmiş fıkara, koşuyor küffar üstüne işte, öpmez mi insan elini o mübarek “ecdad”ın… Öte yandan; “ayol aklım, havsalam almadı” dedin mi , al sana küfrün terbiyesizliğin şahı. Havsala: leğen kemiği… Yani: hamfendinin ne aklı, ne de orası alabiliyor!

Fiili olarak resmen küfür addedilebilecek durumlar yok mu? Evlendirmişsin biricik, prensesler gibi kızını, bir yıl kadar sonra gebe olduğunu öğreniyorsun. Ağzın kulaklarında, tebrik ediyorsun el oğlunu… Ulan; damat denilen canlının senin prenses’e haftanın en az dört beş gecesi ne yaptığından haberin var mı o geçen bir yıllık sürede?

Yıllar önce bir ramazanda iftara yakın, ambarlarda hamal bir amca yanındaki ihvana “oruçlu oruçlu ananı avradını siktirtme!” diyordu. Şimdi bunu küfürden mi saymalıyız? Yoksa, amca’nın “preventif” bir uyarısı mı? Ya da benim yeni gitmeye başladığım spor salonunda rastladığım, bir yandan bantta kan ter koşarken bir yandan mesaj çekmeye çalışan hamfendi için deklare etmeyi düşündüğüm: “hay beynini sikiym senin” cümlesi küfür mü? Yoksa, vatandaşlık görevi mi?


Ne haliniz varsa görün!

Edited By Miki
Fotograf : BvP

---------
[1] Pezevenk, Dümbük, Kodoş, Kavat, Puşt, Geyik, Muhabet Tellalı , De’yyus! Eminim, Alucra’da veya Adıyaman’ın köylerinde başka kelimeler de vardır. Mahut zenaatla ilgili. Bu kelime zenginliği, bu folklorik çeşitlilik yurt sathında çok yaygın bir uğraş olduğunu düşündürüyor insana.

[2] Kaltak : Eğerin tahtadan kaplanmamış kısmı. Galiba, işin “binme” ile bir ilintisi var!