Emsallerine faiktir

Ekim 17, 2014

Torbalı -Metropolis I



Prohedria'dan Site Girişine
Dolu Dolu İkibin Yıl
Torbalı | Ağustos 2014 |
Yazın belli bir döneminde; Eda Taşpınar’ın “objektiflere ilk pozu”nu az geçe ile kışın popüler yerli dizilerinin her gün öğle vakti gösterilmeye başlaması ortalarındaki bir zaman diliminde benim de içimi arkeoloji, eski başvekilin o çok yerinde tespiti ile “çanak çömlek” görme hevesi kaplar. Mevzuubahis  istek gelince genel olarak riske girmeyip,  Menderes deltasının ucuna doğru,  Mykale Dağı eteklerindeki güzel Priene’de dolaşır;  o da kesmez, canım daha bir hovardalık isterse, aşağıdaki Milet’e sekerim. İkisi de gezmekle, aval aval bakmakla tükenecek gibi değildir. Özellikle Priene muhtarlığı olsa kaydını yaptırıp, ikametgah ilmühaberi aldırma isteği uyandıracak kadar güzel görünür insan evladına. Bu yıl nedense yeni heyecanlar yaşama isteği oluştu. İki güzel dostu satıp, İzmir – Aydın otoyolunda önünden her  geçişte ancak çok kısa bir an göz hapsine alabildiğim,  sonra hızla akıp giden  Metropolis’i göreceğim.
Yaşamının uzunca bir bölümünü metodik öğrenme ameliyesi ile geçirmiş, bu yüzden kimi yararsız kimi yararlı reflekse sahip çoğu insan gibi ben de “görüş” öncesi donanımlı olmak adına bir şeyler öğrenme ihtiyacı hissettim.  Özgün ve derinlikli bilginin internetten sağlanamayacağını artık net olarak öğrenmiş olduğumdan, gidip kenti ve çevresini anlatan bir kitap aldım. Çok  güzel ve kapsamlı bir kılavuz bu. Belki de fazla iyi. Öyle ilginç, öyle iç gıcıklayıcı şeyler anlatıyor ki, bir gece önce okurken “Japon turist otobüsleri, güneye giderken uğrayan tatilcilerin arabaları alanı kaplamadan park yeri bulur muyum?” korkusu yüreğimi kemiriyor.
Otoyoldan Torbalı’ya girmek üzere ayrılıyorum. Niyetim bundan sonra eski yolu takip ederek Ortaklar üzerinden gitmek.  Bir anda her şey yavaşlarken motorun gürültüsü de giderek azalıyor. Hava dehşetli sıcak,  kente bağlanan uzunca yol çok sakin. Neredeyse dışarıdaki canhıraş ağustos böceği uğultusunu duyacağım. Nasıl olsa her tarafta Metropolis tabelaları vardır diye fazla umursamadan etrafa bakıyorum. Kente girişte bir tane var gerçekten, sağa, kentin içine yönlendiriyor beni. Göbeğin ortasındaki griffon’u da görünce kentte yaşayanların bu değerli kültürel mirası nasıl da içselleştirmiş olduklarını görüp seviniyorum. Dümdüz ovanın ortasında yüksek apartman dizileri, dar caddeler,  apartmanların hemen yanı başından geçen anlamsız üst geçitleri ve hemen her yerdeki trafik tıkanıklığı ile muazzam bir  “yöre” burası.  Lord Kinross’un henüz “şehir”demeye dili varmadığı için  yirmilerin Ankara’sına yöre demesi gibi, buraya da  şu “yer/yöre” kelimeleri daha uygun [1].  Yürünecek trotuar, park edecek cep olmadığından Torbalı ahalisi genel olarak sokakta, otomobillerle birlikte yürüyor. Sanki “teşekkülat-tabiiye”si yahut büyük hassasiyetle korunması gereken “abidat-i mimariye” yüzünden kent bu halde gelişmiş/geliştirilmiş gibi. Aslında; tarihi doku filan, bu türden “durum”lar pek yerel yönetimlerin, merkezin gözünü korkutacak şeyler değil. Daha çok içten yanmalı motorla mücehhez, “otomobil” adı verilen  cihazla çok geç (doksanların ortaları belki, ama kesinlikle 80’ler değil) tanışıp, boyutlarını, işlevini bir türlü kavrayamamış olmaktan kaynaklı durum sanırım.
Zor Anlarımda Hep Yanımdaydı | Torbalı Ağustos 2014
Kentin içinde bir süre anlamsızca - ama umudumu yitirmeden -  dolaşıyorum. Bu sıkıntılı yolculukta belediye reisi de hep bana eşlik ediyor. Kah yaşlı bir teyzenin elini öperken, kah çocuk severken, kah hülyalı bir şekilde sonsuzluğa bakarken, çoğunlukla da hepsi bir arada karşılaşıyorum kendisiyle. Bu icraatçı başkanın eserlerinden ve kendisinden gözünü alınca da, bazı site girişlerinde ve bir çay bahçesinin kapısında da o griffonlardan olduğunu fark ediyorum. Artık gözüne şu işeyen çocuk heykelleri gibi, boku çıkmış görünmeye başlıyorlar. Yine de fazla  sızlanmaya gerek yok. Nasıl olsa imgenin aslı Metropolis tiyatro cavea’ sının  o “en hatırlı müşteri koltuğu” yani prohedria’nın ayaklarını süslüyor ve hep birlikte İzmir Arkeoloji Müzesinde emniyetteler çok şükür.
Sentetik Uyuşturucular ve Postmodernizm
Torbalı | Ağustos 2014
Muhteşem trafik sıkışıklığından yararlanıp gözüme kestirdiğim birine “Metropolis’e nasıl gidebilirim?” diye soruyorum, “Metropolis?... Otel di mi ağbi ora?” aklıma hemen  Reha Oğuz Türkkan’ın  meşhur “Kabiliyeti vasattan düşük olanların mahsulunu azaltmak”  tedbiri gelmiş olsa da, cevaben uygun bir karşılık verip, bahtımı başka birinde deniyorum.  Bu defa şansım dönüyor ve zat  “harabeler”i kast ettiğimi anlıyor şipşak. Nazikçe tarif ediyor, “şuradan dönün, oraya girmeyin, ilk bilmemnerden dümdüz…” Adamcağızın niyeti iyi, eh, ben de fazla aptal olmadığıma inanırım hep, amma “yer” de bir yamuk var ki, tarife uymak suretiyle eski bir çam koruluğunun içine “yapılmış” şıkır şıkır belediye binasını geçip yol boyunca devam ediyorum ve işte yine demiryoluna paralel caddelerden birindeyim! Olmam beklenen yer burası değil tabii.  Az ötede Eski İzmir - Aydın karayolu uzanıyor.  Basıp gitme, Torbalı’yı da Metropolis’i de zihnimin derinliklerine gömme isteğini zorlukla yenmeye çalışıyorum. Bu arada sağda düzgün ve temiz bir bahçe içerisinde Cumhuriyetin ilk yıllarında yapılmışa benzeyen bakımlı bir yapı dikkatimi çekiyor.  “Ulan avanak  BvP, zaten göt kadar yerde kayboldun bari bak bakalım, neymiş bura”  diye söylenerek iniyorum arabadan.
Kazımpaşa İlköğretim Okulu | Torbalı Ağustos 2014

Caddeye açılan bahçenin kapısında asma kilit ve zincir var doğal olarak. Yapının ana girişinde mermer üzerine  “İzmir Valisi Kazım Paşa Hazretlerinin Asarındandır 1931” yazılı. İzmir içinde ve civarında epey örneği olan tipte bir okul bu.  Üstteki iç içe “TC” kısaltması ve iki yandaki ay yıldızları ile iyi korunmuş bu orijinal  tabela hoşuma gidiyor. Şaşırtıcı bir şekilde sökülüp, yerine  takıldığı ilk kış sonunda silikleşerek okunmaz hale gelecek pirinç kaplama bir tabela konmamış. Hayat bazen ne tuhaf.  Bahçenin caddeye bakan giriş kapısındaki  -yine mermer- plakette ise  “Torbalı Kazım Paşa İlköğretim Okulu 1926” yazılı. Okul o  tarihte kurulmuş, 1931’de de buraya  taşınmış olmalı.
Bayındır Kazımpaşa İlkokulu | 1930 lar
Cumhuriyetin ilk yıllarında Okul binaları Bayındırlık Bakanlığı’na bağlı  Okul Proje bürosu ve Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı İnşaat Dairesi tarafından nüfus yoğunluklarına göre farklı büyüklüklerde ve iklim koşullarındaki farklar gözetilerek  tip projeler hazırlanıyor.  Bu da onların çok bakımlı ve iyi korunmuşlarından (Böylesi “bakımlı ve  iyi korunmuş” oluşunu yakın zaman önceki “restorasyon” teşebbüsü sırasında  geçirdiği ağır yangın yüzünden yeniden yapılışına - artık restorasyon filan da  kesmemiş anlaşılan-  borçlu olduğunu daha sonra öğrenecektim. Tarlayı  zararlı ottan kurtaracağım diye   orman kül etmek, istenmeyen tüyden kurtaracağım diye  bilmemnere yakmak, izolasyon edeceğim diye çatı tutuşturmak   bu güzel ülkenin,  eski deyişle vak'a-i adiyesi.
Yapı pencere alt ve üstlerinde yataylığı vurgulayan kalın  bant söveleri ve genel duruşu ile döneme hakim “modern” kamu mimarisinin taşradaki yansıması gibi görünüyor. Kiremit kaplı hafif saçaklı kırma çatı cephenin “Modern” elemanları ile pek uyuşmasa da, taşrada teras çatı uygulamanın, hele su geçirmezliğini sağlamanın günün şartlarında zorluğu ve/veya iklimsel nedenlerle yapılmış olabilir.  Zaten o dönemde yapılan “kübik mimari” esintili çoğu binaya sonradan benzer türden çatılar ekli.
Valiliği döneminde İzmir’de olduğu kadar etkisi ve gücü kentin hinterlandında hissedilen (General) Kazım Dirik günümüz bilim erbabının sevdiği  tanım ile “kurucu seçkinler”den. Atatürk’le birlikte, Bandırma vapuruyla yapılan Samsun yolculuğunda bulunmuş,  Kurtuluş Savaşının  çekirdek kadrosu içinde yer alan önemli bir asker-bürokrat. İzmir Valiliğinden sonra 1935’de yine çok önemli bir görev olan Trakya Umumi Müfettişliği’ne atanıp [2], 1941’de ölümüne kadar bu görevde kalıyor.  (tanık oldukları ve görev  raporları ile hayatının bu dönemi de epey ilginç, ama başka bir şey anlatıyoruz burada).
Sadece Torbalı’da değil, aynı yıllarda yine İzmir çevresindeki Bayındır (1931), Ödemiş/Birgi (1933), Tire’de (1936), Kemalpaşa/Ören (1933)  ve İzmir’in içinde yapımlarına başlanış tarihleri ile cephe-plan benzerlikleri ile belli bir program dahilinde yaptırıldıkları anlaşılan epey okul var. Yapımlarına katkıları, valiliği döneminde yapılmış (en azından başlanmış) olmaları ve çoğunun kendi adını taşıması nedeniyle bu okullara “Kazım Dirik Tipi Okul” [3] deniyor.  Yıllar içinde değişen eğitim gereksinimlerini karşılayabilmek, eskimeye dayalı malzeme ve strüktürel sorunları çözebilmek için hiç durmadan ekler yapılıp, orası burası kurcalanıp,  cephe özellikleri bozulup tanınmaz hale gelmiş olsalar da çoğu halen ayakta.  Batı Anadolu kasabalarında geçerken dilmesi, yanına seyirtip bakılması  gereken yapılar.  
Unutmadan; İzmir’deki  “Milli Kütüphane”, İzmir Fuarı,  erken dönem cumhuriyet mimarlığının kentteki ilginç – ve korunmuş – örneklerinden biri, Gazi İlkokulu da onun “asarından”.  1923-1924 döneminde il genelinde 190 ilkokulda 330 öğretmen tarafında eğitilen 15.148 öğrenci bulunurken, 1934’de 466 okulda 900 öğretmenle 40.000’e yakın öğrenci ders görüyor. Özellikle 1933’deki Cumhuriyet’in Onuncu yıl kutlamaları için 250 okul açılıyor[4] (Gazi İlkokulu’da bu dönemde açılanlardan). Ezcümle, nur içinde yatası, ruhu şad edilesi bir muhterem kişioğlu şu Vali Kazım Dirik Paşa…
Yeniköy  | Torbalı | Ağustos 2014
Büyük ihtimalle  Kazım Paşa’nın ruhu ve başka bir nazik beyefendinin yardımı ile mucizevi şekilde Kentin içinden beni Metropolis’e götürecek yol karşıma çıkıyor. Üstünden gürültüyle  İzmir-Aydın otoyolu akan alt geçidin kenarına çöreklenmiş modifiye doğanı ve içindeki delikanlıyı yavaşça geçip sola,Yeniköy - Ahmetli köyü oklarının gösterdiği yere dönüyorum. "Harabeler" Yeniköy'de.. Umumi karakter yapım günün bu saatinde o arabanın içindeki gencin neden öyle boş gözlerle etrafa bakındığını sorgulamaya, uzunca süre bu konu üzerinde düşünmeye yatkınsa da bugün yapacak daha önemli işlerim, acelem var. İşbu acele yüzünden ortalıkta dolanırken rastlayıp, bir nev’i konut olduğunu, daha doğrusu, yarısının metruk, diğer yarısının da çocuk yuvası olarak kullanılan ikiz villa(lar) olduğunu dehşetle farkettiğim o şey karşısında da  yeteri kadar vakit geçiremedim. Seksenlerin ortalığı kasıp kavuran kolaj postmodernizmi  ve ağır uyuşturucu etkisinde yapılmıştı ve çok acayipti.
Görünen Metropolis Kılavuz İster |
 Torbalı | Ağustos 2014
Otoyol ve sağımdaki dağ dizisi arasındaki  kısa yolculuğun sonunda geride kalan “kent”le kıyaslanamayacak kadar bakımlı, temiz ve sakin köyün içine giriyorum. Bundan sonrası kolay, kalıntılar yukarıda görünüyor zaten. Ama Torbalıya girişimden bu yana rastladığım  ilk kahverengi-turuncu “Metropolis” oku burada! “Metropolis 200 m.” yazıyor (hayır, tabela üzerindeki “salak” yazısı bana ait değil). Bunu kentteki yolculuğum sırasında ilan panolarında sık sık karşılaştığım ve artık aramızda belli bir samimiyet oluştuğu kesin belediye reisinin  son bir şakası  olduğunu hemen anlayarak yola devam ediyorum.

Bu blogda hep Batı Anadolu’nun antik  kentleri ve özellikle tapınakları hakkında bir şeyler yazmak istesem de; anlatılacak olanın karmaşıklığı, boyutları ve detaylara dalıp, okuyacak olan biçareyi kusturma korkusu yüzünden birkaç yıl önceki Aphrodisias ve Aizanoi yazıları dışında becerip pek bir şey yazamadım. Bakalım bu defaki bir şeye benzeyecek mi?

Devam etmeyi istiyorum.
BvP,

Fotoğraflar: Bayındır Kazımpaşa İlkokulu İnternet, diğerleri BvP
………….
[1] Kinross’a ait olduğu Funda Şenol Cantek tarafından aktarılan bu saptama Ankara’nın başkent kimliği oluşturma sürecini enine boyuna ve çok güzel anlattığı güzel “Yabanlar” ve Yerliler, Başkent Olma Sürecinde Ankara Kitabında geçiyor. Cantek  kitaptaki  “yöre” kelimesini “yer” ile değiştirmiş galiba. Bendeki nüshada bu kelime “yöre” olarak geçiyor (Kinross 1970:332). Belki de orjinalinde iki anlama da gelecek bir kelime kullanmıştı. İngilizce baskısını hiç görmedim. Ne olursa olsun, yitik bir kitaptaki zekice, ince saptamayı ortaya çıkarıp anlamlandırması ne denli titiz ve geniş bir araştırma yapılmış olduğunun kanıtı bence.
[2] Umumi Müfettişlikler üzerine iyi bir kitap :  Koçak, Cemil. “Umumi Müfettişlikler (1927-1952)” . İletişim Yayınları. İstanbul 2003.  
Kazım Dirik tarihe “1934 Trakya Olayları” olarak geçen gelişmelerin hemen ertesinde bölgeye,  Mahmut Tali Öngören’in yerine gönderiliyor. Bölgeye ilişkin gözlemlerini yansıttığı resmi raporlar  hükümetin hakim resmi  bakış açısından fazla bir ayrılık taşımamakla birlikte yine de ilginç
Türkiye’de aşırı milliyetçi söylemin güçlenmesi sonucu gelişen bu anti semitik hareket ve sonuçları tarih kitaplarında halen  yer almıyor. Çok merak edilirse, olaylar, sonuçları ve olan bitene hükümetin tavrı ile ilgili olarak Toplumsal Tarih dergisi Ekim 1996,  Tarih ve Toplum dergisi Şubat 1996 tarihli sayılarına bakılabilir.
[3] İzmir Kent Ansiklopedisi Mimarlık, İkinci Cilt.  2013; 211.
[4] Kazım Dirik üzerine yazılmış; ilginç fotoğraflar, belgeler de içeren, torunu tarafından yazılmış, kapsamlı, güzel bir kitap : Dirik, K. Doğan. “Atatürk’ün İzinde VALİ PAŞA Kazım Dirik”. Gürer Yayınları, İstanbul 2008.

Ekim 15, 2014

İksperya" ve "Galaksi"


Gençler Eviniz Yok mu Sizin?
Kağıt üzerine şablon ?
Şubat 2014 | Kuledibi 


Radyolara ne zamandır bir cin fikir erbabı dadandı;  Kızgın bir herif bir de onun yancısı, sunucu gibi olan başka biri var. Bu kızgın ses  bağıra çağıra verdiği telefon numarasını ilk arayan bilmem kaç  kişiye bir malı fevkalade ucuza verecek. Ama o bilmem kaç kişiden bir fazlasına değil.  Yandaki, o sunucuymuş gibi yapandan bu işin biz radyoları başında bulunan biçarelere yapılmış fevkalade bir kıyak olduğunu öğreniyoruz. Mazhar olduğumuz/olacağımız kıyak öylesine görkemli ve büyük ki, muazzam faydalarına rağmen, arayan her fani bir tane alabilecek. Yani “ver bakalım şurdan ki tane de, birini kaynatama vereyim hayır duasını alayım n’olacaksa  oh emmi” desen yok. O kadar şey. Gelgelelim;  bizim yancı  kızgın herif kadar acımasız değil,  habire gazlıyor, “12 dediniz ama, bu büyük hizmetten birkaç dinleyicimiz daha yararlansa, hadi şunu 15 yapalım, hatırım için…” Zar zor ikna olmakla birlikte,  zinhar bir den fazla alınmaması konusunda israrcı bizimki. Öyle ya, kıyağın da bir haddi hududu, eni boyu var. 

Pazarlayıcı aklın mal sunum yelpazesi  oldukça geniş. İstanbul’dan Ankara’ya bir araba yolculuğu sırasında Gebze’den Bolu çıkışına kadar,  her defasında zorlukla  ikna edilerek,  marifetli  seccade ve gül kokulu tespih satmak zorunda bıraktılar o kızgın herifi. Cırlak bir sesle “Hayır, niye satayım kardeşim, ben zaten malımı daha yüksek fiyata satıyorum, ama seni kırmamak için…” Hokkabazlık kanalını her yeniden buluşumda aynı heyecanlı, tatlı didişme vardı. Başka bir yolculukta da hiçbir Türk erkeğinin hiçbir surette yaşamadığı, yaşamayacağı ve fakat  sadece  yakın dost,  arkadaş çevrelerinde duyduğu  o meş'um duruma ziyadesi ile  iyi geleceği garantili   - hem de yüzde yüz doğal ha ! -  türden devayı  sırf  yenge müşkül durumda filan  kalmasın adına  kısıtlı miktarda satmaya razı oluyordu bizim bey.

Son birkaç defadır  aynı  dümenin telefon satıcılığına evrilmiş başka bir haline denk geliyorum:  Bilinen ve ürününe güven duyulan  bir markaya ait  model adı ile açılan bir üçkaat bu: Önce,  “iksperya” veya “galaksi” telefonların  hayatımıza yer gün yeni ufuklar açıcı, akıllara zarar özelliklerini  dinliyoruz. Hiçbir şekilde soni veya samsunk demiyor,  “iksperya marka” da demiyor. Detayların eksik söylenişi yalancılık değil elbette. “iksperya” telefonun çok ama çok pahalı olduğunu, ama kalitesi, zartı zurtu ile bizi bizden aldığını  – bu defa kadın – yancı ve satacak olan arasındaki konuşmalardan öğrenmekle birlikte canımız fevkalade sıkılıyor… Fakat durun! Satıcı herif babanın oğluna  yapmayacağı bi kıyağı bana tam  Orhangazi ile  Gedelek  Köyü oku arasında  çakacak gibi… Verilen telefon numarasını arayan ilk on kişi arasında  olursam, bir tane “iksperya” telefonum olacak; feysbuklu meysmuklu, efendim, ona buna girip çıkabileceğim.  Amma sıkıca aklımda tutmam gereken, sürekli tembihlenen husus öyle mal bulmuş mağrıb ahalisi gibi beşer onar almayı aklımdan bile geçirmemem, edebimi bilip bir tane almalı, diğer bekleşenleri mağdur etmemeliyim… Kıyak çok büyük çünkü !

Şu,“pezevenk bir olsa yağla balla besleyelim”  sözünü koluma, kıçıma başıma dövme olarak yaptırsam mı ? diye düşünüp gaza basıyorum. 

BvP

Ekim 13, 2014

Eskiden Böyle Değildi Bu İşler, “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi”



Hayır,  Kesin Böyle Değildi | SALT Ekim 2014
Sergi. Bu laf eskiden bel hizasında (veya çocukluğumda sıkça başıma gelen gibi, göz hizanda) üstü camlı dolapların etrafında sessizce  - ama çok sessizce –dolanıp; ölü, ruhsuz nesnelere bakmak, duvara çakılı resimleri bir parça  uzaktan hafif kısık gözlerle kesmekle eş anlamlıydı. Kavram veya  olgular  değil, nesnelerdi sergilenen. Algı derinliği/mesafesi değiştirilmeden nesnelerin tarifi okunurdu. “Algı mesafesi”ni gerçek anlamda kullanıyorum. Aynı hurufattaki açıklamaları okumak için sabit bir yakınlığa eğilirdin.  Derinlik ayarı ile oynamak ta gerekmez-di zaten.

Bugün Galatasaray’daki Yapı Kredi binasının altı kitapçıdan önce sergi salonuydu ve düzenli olarak sözünü ettiğim türden sergiler düzenlenir, açılacağına yakın da, vitrininde “yüzbilmemkaçıncı” olarak gururla ilan edilirdi. Sıkıcıydılar filan ama; ablamın götürdüğü bu sergiler, Taksim Belediye Galerisi duvarlarındaki resimler nispeten çorak bir çocukluğun halen önemli anıları olarak duruyorlar. Rengarenk kelebekleri, devasa yusufçukları, tuhaf mineralleri, Kuzgun Acar eskizlerini ilk kez buralarda gördüm. Ama nedense çocukluk ve ilk gençlik yıllarında Charles Bronson’un karısı Jill Ireland, Tünele doğru, Narmanlı Yurdu’nun yan aralığındaki JET Model’in vitrini ve bir sürü başka şey rüyama girdi de bu sergilerin hiçbiri ve Kuzgun Acar girmedi. Anlaşılan  yaşlanıyorum ki,  – mesela birkaç yıl önce Ankara, Turan Güneş Bulvarı’ndaki o kaburgacı bile  girdi – artık rüyalarımda son yıllarda gördüğüm sergiler de var. Sanırım bunların ilki Osmanlı Bankası Müzesi’ndeki şu meşhur “Aradığınız Kişiye Şu An Ulaşılamıyor” du. Kataloğunu da edindim. Sonrakini de net olarak hatırlıyorum: çok hırslı ve yoğun bir çabanın ürünü olarak, bol para ile  ortaya çıkarılmış Bilgi Üniversitesindeki  “İstanbul 1910-2010” sergisiydi (evet, bu defa üstelik  ciddi bir para verip onun kataloğunu da aldım).  
Rüyalara giren üçüncü de SALT Beyoğlu’ndaki “Yazlık: Şehirlinin Kolonisi” Sergisi. “Sergi” diyorum ya, lafın gelişi o. Elin adamı “dur, şurdan içeri girenin, gezenin aklını fikrini başından alıp az yontayım, ufkunu açayım” demiş. Biz de bayramda Miki’nin, MeKaDe’nin rızasını alıp, (aslında bu aralar onu razı etmek pek kolay.  İşin ucunda “çukutala”lı dondurma da olduğunu öğrenince hemen kapıya seyirtip, ayakkapları giymeye koyuldu) evcek şu sergiyi gezelim, bir şeyler öğrenelim niyeti ile düştük yollara. 
Dönercinin Kıralı Olur
Oradan
Hamdolsun ki,  sabahın onotuzunda kapısı açıktı biz de o kocaman hoş yapının içine girdik. İstiklal Caddesi’nin göbeğinde hangar gibi yeri öyle sergi mergi yapacağız diye bomboş tutuyorlar. Oranın tek bir katından kaç kebapçı, köfteci, ayakkabıcı, cep telefonu şeyi sebeplenir. Nasıl bir akıl bu anlaşılır gibi değil.
Bu işler eskiden hiç böyle değildi. Ortadaki salıncak, tavandaki göz alıcı simitler (yetmişlerde eczanelerde mavi teneke kutulu “Nivea”larla birlikte satılırdı, hatırladın mı?), ortalarındaki şişme “yazlık”, şezlonglar ve duvarlarda  ne zaman okunsa yüzüne şöyle hafifçe gülümseme yayan naif Hayat Mecmuası sayfaları ile her şey çok davetkar. Bir süre sonra olacak  ilginçlikler hakkında da  epey laf ediyor.  Bir tür tanıtım ofisi yani. “Hani, nerde bunu gerisi” diye yukarıya seyirtirken, masa başındaki nazik hanım üst katlarda SALT’ın bize göstereceği daha ne numaralar, akıllara durgunluk verici ne seyirler olduğundan bahisle 12:00’de gelmemiz gerektiğini bildirdi. Bu arada hava soğuk olur, İstiklal Caddesi’ne kar, mar yağar  diye yanımızda dolaştırdığımız gocukları, paltoları alıp, karşılığında da fiş vermeyi ihmal etmedi. Saatler onikiyi vurunca yine oradaydık. Hazır gelmişken dördüncü kattaki Robinson kitapçısını da gezeyim dedim ( evet, dört katlı  filan var bura, varın siz düşünün kaç köfteci, Osmanlı tadları dükkanı, kaç beyinbiçer müziği ile ışıl ışıl “book and music” teşebbüsü  daha çıkar).    
Ne ararsan var kocaman bir kitapçı  burası.  Aldıklarına/almadıklarına/alamayacaklarına bakmaya çöreklenmek üzere sakin iki köşede  fiyakalı koltuklar, güzel aydınlık ferah orta alan, hatta pencerelerden birinin önünde etrafı kesebilmek için dürbün bile var.  Adını da “Robinson” koymakla iyi etmişler. Çünkü hal ve tavırlarından dükkanla ilişkili olduğu anlaşılan, içerideki zat çok uzun yıllar insan yüzü görmemiş, temel nezaket kurallarını unutmuş olacak ki, “merhaba” dememize çok şaşırdı! Ne diyeceğini pek bilemedi. Bir süre karşılıklı bakıştık öyle. Sonra gözlerimizi utançla yere indirdik.  Ama bak, o camlı bölmedeki bayanı tenzih ederim. Bilgisayarında  intergalaktik  savaş yönettiği ve tam da bu yüzden  çok meşgul olduğundan, o bizden yana bakmadı bile.
Galiba nazik ve mesafeli olup, insanı rahatsız etmeme  hali ile “Merhaba”  arasındaki sınır o  kadar da ince değil. Cadde üstündeki dükkanda da, kasada duran bir zat ne zaman gitsem öylesine meşgul oluyordu ki, birkaç bir şeyler sormak için önünde dikilip de  kafasını bile kaldırmamasına sıkılıp hiç bi şey almadan çıkmıştım (Ufak bir tüyo vereyim: Bankalar Caddesindeki Robinson’da mukim, gençten sevimli adam hiç böyle değil mesela). Eski kafalı bir mendebur olabilirim ama, böylesi esnaflık tuhaf. Çünkü neticede sofistike kitaplar satılıyor, bu işlem de  ritüel sarmalı ile bezeli olsa da, sanırım orası neticede  kitap satmak üzere tesis edilmiş bir işletme. Ve, esnaflığın, nezaketin kuralları üniversal. Neyse, sergiyi anlatayım.


Doğal olarak bir nesne ve durum gereği olarak “yazlık” ile çağrıştırdıklarını anlayabilmek / anlatabilmek toplumsal tarih derinliklerine yapılan bir seyyahat ile mümkün.  Mümkünat ise okunmaya değer ilginçlikteki on dokuzuncu yüzyıla ait belgeleri ile başlayıp, Bay Refik Halit Karay’ın Akşam ve Tan gazetelerindeki fıkraları, fikir beyanatları ile sürüyor (Yazlığa gidenlerin göçden önce kışlık komşularına ve ahbaplarına “bekleriz, muhakkak geliniz, gelmezseniz güceniriz” kabilinden sözlerine ciddi bir kıymet vermemelidir…)  İlk kez burada gördüğüm;  bazı belgelerin, bu fıkraların duvardan koparılıp alınabilmesi de cabası.  Evet, üşenmeyip bloknot gibi bastırıp duvara yapıştırmışlar. Hoşuna mı gitti, “cart” kopar duvardan al cebine koy, vapurda metrobüste oku, vaktin ziyan olmaz, üstelik havan olur. Daha ne yapsın adamlar? Ama hizmet burada bitmiyor. Eğer benim gibi eşşeklik edip, zamanında  hazır gezilebiliyorken gidip görmemişsen  Seyfi Arkan’ın muhteşem Florya Deniz Köşkü’nün içine ait güzel fotoğrafları yassı televizyonlar vasıtası ile görmek olası.  O sevimsiz nesnelerin işe yarar bir amaç için kullanıldığını gördüm ya, ne diyeyim? 

Böyle sergilerin bir iç gıcıklayıcı tarafı da bu; hiç bir şey durağan değil,  hareket ve sesli, “otuz iki kısım tekmili birden”. Yazlıkçıları konu eden bir diziyi,  yıllar önce çekilmiş, kim bilir nerede yitirilip unutulmuş yazlık hatırası filmleri,  yıllar önce projelendirdikleri kocaman  tatil sitesini anlatan usturuplu beyefendilerin işi nasıl yaptıklarını tatlı tatlı hikaye edişlerini izlemek olası. 
Bunu Çeken de İnsan | Mavi Bayrak |
Ekin Özbiçer | SALT Ekim 2014
Fakaat, iki adet yassı televizyonda gösterilen  ve  hafif karanlık bir bölümde insanın kıçından kaçan küp kesilmiş süngerlere oturmaya çalışıp, kafayı gözü yarmaya değer başka bir şey var ki orası işte fena… “Mavi Bayrak” adlı bölüm bu. Ekin Özbiçer’in “Bu serideki fotoğraflar 2013 ve 2014’ün Temmuz aylarında çekildi Çekimler İzmir’de eşimin çocukluğunda yazlarını geçirdiği(,) zamanla ilk sahiplerinin Bodrum ya da Çeşme gibi tatil beldelerin tercih etmesiyle demografisi değişen Menderes ve Seferihisar belediyelerine bağlı Ahmetbeyli, Gümüldür,  Özdere ve Ürkmez kumsallarındaki yazlıklar, sahil kampları, gece pazarları ve piyanist şantörlerin çıktığı içkisiz gazinolarda yapıldı”  dediği inanılmaz fotoğraflar. Çok uzun zamandır bu kadar içten, etkileyici ve  mükemmel  şeyler gördüğümü hatırlamıyorum. Philip Jones Griffiths’in Kuzey İrlanda fotoğrafları gibi,“sıradan an”ın erbabı elinde aslında hiç de sıradan olmadığını tekrar fark ettirip, “Ulan, işte  bunu çeken de insan” dedirtiyor. Keşke albüm olarak bassalar. İkinci gezişimde akıllanıp, ayakta durarak daha büyük bir keyifle izledim onları.
Usta'nın Şezlongu, Yalnız ve Mesafeli | SALT Ekim 2014
Parlak bir grup  zeka sahibinin ciddi çalışmasının ürünü olduğu belli ilginç anlatıların önünden geçip, sergideki “arzu nesnesi” nin önüne geliyorum ( O parlak zeka bazen “Yerel olanın dikkatle incelenmesi ve yeni dokuda yorumlanmasının, 1970’lerden itibaren kendini göstermeye başlayan bu “fiziksel felakete” karşılık bir panzehir olabileceği ifade buldu" türünden cümlelerde az tökezliyorsa da, yine de zihin açıcı). Bu nesne Sedad Hakkı Eldem’in Büyükada’daki Derviş Manizade köşkü için tasarladığı bir şezlong. Ellilerin sonunda  yapılmış görkemli ve şık  yapının önünden - daha doğrusu arkasından - geçerek, şimdi hangisi olduğunu hatırlamadığım bir plaja giderdik çocukluğumda. Duvarın arkasından yarım yamalak görünenin  üst katımızdaki  “Madam Ayda” larla birlikte yazları geçirdiğimiz o  köhne ahşap yapıya benzemediğini sezerdim. Meğer denize bakan geniş bahçede de neler varmış. Adalar Müzesinden ödünç alınmış (nelerle uğraşıyorlar). Dikkat çekici  bir tasarım olmamakla birlikte,  Beyoğlunun  ortasında onu görmek ilginç ve şaşırtıcı. Çünkü muhtemelen bilinçli bir tercih ile  yazlık  ve çevresini oluşturan, günlük yaşama dair nesneler yok. Mesela gözlerim hep bir şambrel ya da yetmişlerde  yazlıklarda giyilen, yazlık coğrafyasının bakkallarında bile bulunan  şu “tokyo”lardan aradı durdu. O terlikler kalınca ve kat kat lastik türevi bir maddeden yapılır, her kat da ayrı bir renk olurdu. kısa sayılacak süre sonunda zemine sürtünme  ve giyenin toplam deplasmanı  ile ilintili olarak incelir, aşınır, sonunda serçe parmak kalınlığında biçimsiz bir şey olur çıkardı. 
Daha N'apsınlar ? | SALT Ekim 2014
Tokyo yok ama, “yahu bu da olur mu” denecek, Ahsen Yapanar’in “Yüzer Ev’”inin bir bölümünün 1/1 kesit maketi gibi  bir figür var. 

Florya Plajında Olgun Bey (Fedoralı ) | SALT Ekim 2014
Tüm bunların üstüne Paul Bonatz’ı (Şevki Balmumcu’nun  Ankara’daki güzelim  Sergi Evini maymun edip, “Opera” yapan zat olduğunu öğrendiğimden beri aramız pek iyi değildir) Florya plajında mayolu ve elinde fedorası ile görmek gönül yağlarımı eritti.   Hem giyinik hem de mayo ile  - ikisinde de şapkasının aynı açıda tutuyor! - hoş bir cambazlıkla bir arada sergilenen  iki fotoğraf da SALT Araştırma’da bulunan Harika-Kemali Söylemezoğlu Arşivinden-miş. Sadece bunu görmek için bile kalkar giderdim doğrusu.

Alçak gönüllü ve nazik kişi, SALT Araştırma ve Programlar Direktörü  bay Vasıf Kortun kısa süre önce kendisi ile yapılan söyleşide SALT’ın  keyif endüstrisine karşı sanatı ayakta tutmaya çalıştığını söylüyor ya, inanmayın ona;  ben onu kadar nazik ve seviyeli  değilim. Bu sergi  o endüstriye  “Kol gibi” girip “kapak” olmuş işte. Gidip görmekte yarar var,  iyi geliyor.








Hadi selametle,  
BvP ,

Fotoğraflar; MKD'li fotoğraf Miki, Diğerleri BvP