Ecnebi bir memlekete gitme hallerinin sevdiğim bir tarafı da, (tıkabasa yemek yemek ve değişik biralar içmeyi saymaksak), acıklı ve donanımsız bir üniversite öğrenimi sırasında ancak kitaplarda görülen,; tam da ne bok olduklarının, ne anlama geldiklerinin anlaşılamadığı yapıları görmek. İnsan evladının yapılarla ilgili algı noktasının bu tür bir deneyimle ne ölçüde değiştiği hususunda fikrim var ama bunu zikredecek takatim yok. İsteğim de yok aslında. Çok istiyorsanız siz kafa yorun.
Bu gereksiz ve esasen hiç bir işe yaramayan dürtü ile yakın zamanlı bir İspanya seyahatinde yolum Barselona'ya düştü. Bu durumda Mies van der Rohe nam Alaman mimarının 1929 Uluslararası Sergisi için tasarladığı pavyonun yeniden yapılmışını görmemek olmazdı. Olmadı da...
Çokları tarafından şimdiye dek tasarlanan en zarif modern mimari yapısı olarak tanımlanan bu "şey", içinde herhangi bir şeyin bulunmadığı bir nesne. Kesenin ağzının sonuna kadar açıldığı ve Mimar'ın el parası ile gerdeğe girdiğinin - hem de oldukça iyi girdiğinin- kanıtı bir düş ürünü. Bir mimari “olur da, bu kadar mı olur”. En azından bindokuzyüzyirmidokuzda öyleymiş.
İç avludaki Kolbe yontusu dışında, Adamımız "ulan çok boş oldu, hele şurdan bir dizi mobilya üfürsem ve de içeri salsam gerektir" dediğinden, oturup bir dizi mobilya tasarlamış. Bugün Banka ve reklam ajansı lobilerinde sıkça rastladığınız, Züppe mimar ve iç mimarların oraya buraya serpiştirmekten hoşlandığı son derece zarif “Barselona Çeyr” denen koltuklar… (Şimdiye dek bunlardan birine oturamamış olanlara sesleniyorum. Üzülmeyin. Oldukça rahatsız, muhtemelen de oturulsun diye de yapılmamışlar zaten).
Ablamın öğrencilik yıllarından sonra bana devrolan Peter Blake’ in Mies van der Rohe kitabına her baktığımda bu bina/pavyon/nesne ya da her neyse, travertenden bir tabanın üzerine (en pahalısından elbette) uçarcasına konumlanan gri cam, yeşil mermer yatay/dikey düzlemler ve onları taşıyan sekiz adet krom kaplamalı çelik kolon tarafından tanımlan mekanlar ve ışık/karanlık oyunları beni şallak mallak ederdi. Hırslı bir mimarlık öğrencisi iseniz ilginç bir deney aslında: Beleşe yetenek-sizliğinizi sorgulama fırsatı…
Rivayete göre, sergi sonunda sökülen yapı Almanya’ya götülüyor ve bir daha da kendisinden haber alınamıyor! Durun, hemen “hassktir” demenin alemi yok. Bu ufak nesnenin Modern Mimarlık üzerindeki etkileri o kadar güçlü ki, sonraki elli yıl içinde bizim mimarın yaptığından daha “Miesian” binlerce yapı yeryüzünün orasında burasında boy gösteriyor. Bir tür konstrüktif ad nauseam hadisesi yani.
Hikaye burada bitti mi? Hayır. Cristian Cirici, Fernando Ramos ve Ignasi de Sola-Morales adlı üç mimar beyfendinin önayak olması ile yapı aynı yerde orijinal uygulama projesinden yararlanarak 1983-1986 yılları arasında yeniden inşa edildi. (Meraklısına: yapının içindeki hediyelik eşya dükkanında bir sürü bok püsürün yanında bu çizimlerden de satıyorlar. Hani alıp Söke ovasında falan bir tane yapmak istersiniz diye söylüyorum).
Bu işlere kalkışıldığı dönemde çok öğrenciydim. Çok nahif ve cahildim. O kadar ki, Türkiye’deki sarı saçlı kadınların tümünü doğal sarışın sanacak kadar…Yıllarca, Barselona’da yapılanın güzel bir şey olduğunu düşünecek kadar devam etti bu cehalet. Taa ki İkibinsekiz yılının bir ekim günü Pandora’nın kukusu açılana dek.
Bu gün hala sergi/fuar alanı olarak kullanılan pek büyük alanın içinde fazla yürümeden ulaşabilmek olası kukuya. Ana kapıdan girip, yolun iki yanındaki büyük sergi salonlarına abuk sabuk makinaları sokmaya çalışan ve forklift ve amele ve elektrik kablosu kalabalığını yarıp geçmeniz yeterli. Sağa Dönüp, bir süre yürüdükten sonra karşılaşacaksınız onunla. Iskalamak imkansız.
Orada duruyor. Katalanca’yı çok iyi görüştüğünden emin olduğum Katalan bir oğlan duruyor kapıda. Bütün gün kapıda durmaktan yorulmuş. Sıkıntı ile ile size iki yuro’nuz olup olmadığını soruyor. Yoksa giremeyeceksiniz çünkü. “Paraysa para” deyip giriyoruz içeri. “Aslında içine gireceksin de ne olacak. Dışardan bakılsın diye yapmamış mı adam bunu?” diye soruyorum kendime. Ama, duvarlara elimi sürmek, iç havuzu yakında görme dürtüsü ağır basıyor. Dalıyorum içeri. Beklediğim gibi olmuyor…Yeniden yapmaya çalışmışlığın acıklı kokusu var içeride. Kullanılan malzeme, yapı kalitesi hayal ettiğim gibi değil. İç mekandaki halıların üzerinde ayak izleri var ve buruşuk. Camlarda ve fazla parlak olmayan mermer duvarlardaki parmak izlerini görünce benim de içim buruşuyor. Etkileyici, kusursuz bir formu oluşturmuş tüm bu malzemelerinin 1929’da bu şekilde bir araya getirilmemiş olduklarına eminim. Kötü bir işçilik ve boktan malzemelerle ortaya çıkan sonuç insana “keşke hiç yapmasalardı” dedirtecek kadar tatsız. Ruhsuz bir kutu gibi görünüyor gözüme.
Oysa, Mies’in binalarını görmek her zaman heyecan verici. Chicago’da IIT kompleksinde çoğu oldukça bakımsız binaların, Birinci ve ikinci sınıf mimarlık öğrencilerince hala kullanılan proje stüdyosunun, pencerelerinden perdeler ve abajurlar görünen, birilerinin oturduğu göl kıyısı apartmanları inadına büyüleyici. Belli bir işlevi olmayan, aslında gerçek bir yapı bile olmayan bu kütlenin yeniden yaratımının olanaksızlığı belki de malzemesinde değil. Sanki varoluş nedeni ortadan kalkınca ruhu da uçup gitmiş gibi.
Bu kadar hayal kırıklığına uğramamam gerekir aslında. Kötü yapılmış ruhsuz bir replika da olsa, her şeyin başladığı yerdeyim işte. Dikkatimi açık havuzun uzun kenarına paralel giden duvara çeviriyorum. Havuzun karşısından, sonbahar güneşi altında çok güzel görünüyor. Kafamda mekanı parçalara ayırıp sadece bu bölümü algılamaya çalışıyorum. Duvarın önünde zarif bir bank var. Çok, ama çok güzel namussuz. Karımın küfretmesini sağlayacak kadar uzun bir süre duruyorum karşısında…Sonra: sonra, ayrılıyoruz oradan. Canım bir bardak bira ve puro istiyor. Çıkarken Katalan oğlan bizden çıkış için para talebinde bulunmuyor. Seviniyorum. Bir tarafı ağaçlı yolda yürürken ağaçların altına dizilmiş üç dört tane plastik/portatif kenef görüyorum. Gülme tutuyor o kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder