Emsallerine faiktir

Mart 20, 2012

Cibali'de Bir Cevelan

Haliç'te bir Üniversite         
Bizim Miki Eşşek kadar oldu; yavruladı, kurumsal ormanlarda balta elinde, uzun ip belinde adem avlar oldu ama, halen bin bir türlü olmadık iş peşinde… Şimdi de bir mesleki eğitim şeyi çıkardı başımıza… Sanırsın roket alimi olacak. Geçen hafta sonunu bu şekilde çarçur etti. Ben de nazik davetini kıramayarak işin pazar günümüzü heba eden bölümüne icabet ettim.
Hadise Haliç’deki üniversitelerden birinde gerçekleşecekmiş. Boynuzun kıyıları bereketli, sulak bir bostan gibi mümbit topraklara sahip ki, bol üniversite yapıyor mübarek. Karşılıklı iki kıyı hep üniversite. Efendim, hep ilim irfan yuvası…

Hoş, gitmesem ne olacak? MKD kalkmış sabahın köründe, üstelik; pekmezi, peyniri, elma püresi, ıspanağı derken günden az bir kere tepe gibi yığakoyuyor namussuz “yok ben gelmiyorum, evde kalacağım” demek, adamın bokunu temizlerim demenin başka bir yolu. Bir öküzün kuvvetine, kedinin merakına sahip ve fakat -şimdilik- bir salyangoz kadar bile kafası çalışmayan bu canlı ile yalnız kalacağıma, gezer bilgimi görgümü artırırım. Haaa nedir, o da yanımda, sepetinde uyuklar dedim.
Aslında Haliç Kıyısı maceralarım pek iyi neticelenmiyor. Ama ne denilmiş: “hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür”. Kalktık gayret kemerini yedi yerinden perkittik, tuttuk biz de maceranın bir ucundan.

Hayırsever, zengin yurttaşın şık bir şekilde onartıp, türlü iki soyadlı (tercihan biri Türkçe değil) ilim pehlivanı ile doldurduğu eski cigara fabrikası müze ve sergi salonu da eklenince olmuş sana üniversite. Belli ki iyi niyetlerle kurulmuş bu ”üniversite”lerin çoğu maalesef yol kenarı benzin istasyonu veya katlı mobilya mağazası derinliğinde. Umutsuzca üniversite radyolarına, öğrenci kulüplerine, Amerikan Futbolu takımlarına, Haliç'te tertip edilen kürek yarışlarına vb. bel bağlansa da, hiç biri heveslendikleri o karmaşık ve çok boyutlu, uzun yıllar içinde biçimlenmiş ince dokulu geleneklerle beslenen organizmanın: üniversitenin algoritmalarını içermiyor, içeremiyor. Müsamere dekorundaki bu dalgasız ve ince kumlu sığlıkların keyfini çoğu vasat yüzlerce akademisyen çıkarıyor sanki.
Hiç Bir Zaman Böyle Eğitmenlerin Olmayacak!

...Ya da Böyle.
İşin çaresizlik içindeki köklü devlet üniversitelerine cömert para yardımları yapmak, yüksek lisans/doktora programları için burslar vermek, enstitüler, araştırma üniteleri kurmaktan daha cazip bir tarafı olmalı ki; cennet yurdumun para –pul, mal-mülk erbabı nedense hep üniversite kurup, üzerine de adını yazdırıyor [1].  

Uzatmayalım; kapıya bir hususi zaptiye koymuşlar, kapılara sığmaz ,“yıkıl karşımdan bre rezil” diye gürlese, insanı altına pisletir bir yiğit. Sanki İstanbul içinde üniversite kapısı değil, New Mexico çölünde mahrem atom tesisi bekliyor. Fakat mübareğin arabanın içine bi bakışı ne müstesna insanlarla karşı karşıya olduğunu anlamasına yetti ve “ilerigdnbeyfiszeyrdmcolcaklar” buyurdu.

Tefriş edilmemiş reklam ajansı edalı ana mekanlar pek güzel hakkaten. Giriş katında rahat koltuklarda oturup çay kahve içilecek, lak lak edilecek epey büyük bir alan var. Yapının diğer ucuna da yaşamımızın bir olmazsa olmazı Starbaks çöreklenmiş (var, var onun da rahat kadife koltukları, şeyleri)… Fakat anlaşılan haftanın diğer günleri çok iş yaptıklarından yedinci gün hasılatını pek ehemmiyete haiz görmemişler ki, kapalıydı.

İlim irfan mabedinde olunca insanın aklına ister istemez kendi öğrencilik günleri geliyor: Buz gibi koridorların pencere önlerine konmuş, muhtemelen şakirt taifesine işkence maksatlı, kalın bir borunun etrafına dikine yerleşik ince plakalardan mamul “radyatör”lerin üzerine tüneyip, kantinden alınan ve yoğun karton tadı yüzünden paketin komple atıldığına inandığımız şeyi - çayı - içtiğimiz günler. O ısıtıcı cisimlerin üzerinde kısa bir süre sonra kıçın ince şeritler halinde yanmaya başladığından, uzun oturamazdın. Zaten bir oturma sırası olur ve kıçının yanmasını bekleyen başka birine devrederdin yerini! Aradan geçen yaklaşık otuz yılın eğiten ve eğitilenlerin kalibresine ne kadar yansıdığı müphem, ama işin catering ve dükkancılık boyutu çok yol almış. Doğruya doğru.

Üniversite Günlerimden bir Anı 
Miki içerde roket alimliği tekamül kursunda sıkılırken biz de dışarıda sıkılmaya başladık. Rahat koltuk, kanepe, kahve bir yere kadar. Yapının altındaki -yine çok iyi restore edilmiş- tonozlu bölümde Neolitik Çağdan başlayarak, sıra takip eden ve yer yer tematik olarak da gruplu çok zengin, hiçbir temel objeyi atlamayan bir arkeolojik koleksiyon sergileniyor. Bu, MKD’nin ilk, benim de şimdiye dek gördüğüm Anadolu Arkeolojisine ait en derli toplu, kronolojik bütünlük içinde derdini anlatan sergi. Zaten o da “gaaa?… agu” diyerek beğenisini belirtiyor. Gezimizin geri kalanında da bir daha ağzını açmıyor. Burayı dolaşırken devlet müzelerinin halen sergileyiş tarzı, kronoloji bütünlüğü, konservasyon, aydınlatma, açıklayıcı metinler gibi temel (geriye de başka bir şey kaldı mı?) gerekler açısından yemeleri gereken ne çok ekmek olduğunu düşünüyorum, içim burkuluyor. Mutlaka gidilip görülesi.
Nedense epey kapsamsız, sergilenişin ustalığına yaraşmayan ve fakat güzel fotoğraflarla fiyakalı kağıda basılmış sergi kataloğu da alınabilir.

Kilise bodrumunu andıran bu alçak, tonozlu, yarı karanlık yerde dolaşırken başka bir odaya giriyoruz. Ortalık alanın geri kalanına oranla bir parça daha karanlık. Yaşlıca, saygın görünümlü bir bey çalışma masasında sessizce oturuyor. Hafif aydınlatılmış duvarda çeşitli  fotoğraflar ve “Cartier” marka bir evrak çantası var! Dikkatli bakınca masada oturanın, Üniversite’nin kurucusu, artık bu dünyadan göçmüş varsıl kişinin inanılmayacak kadar gerçekçi mumdan heykeli olduğunu fark ediyorum... Katedral  krypt'ini andıran, nasıl bir akıl ve dürtüyle yapıldığını pek anlayamadığım bu tuhaf,  ürkütücü odadan çabucak çıkıyoruz.
Üstte, giriş katındaki sanat galerisinde bir resim sergisi var. Serginin banisi; Üniversite’nin kurucusu varsıl kişinin sanat aşıklısı, kocasıyla birbirlerine eser hediye eder ve boş vakitlerinde de müzede yerleri silip eserleri yerleştirir gelinleri hanımefendi. Kucağımda, bir kolunu bıçkın taksici edasıyla omuzum üstünden gevşekçe sarkıtmış MKD bunu duyunca ağzından ister istemez bir “gaaa?...agu” kaçırıyor… “Terbiyesizleşme!” diyorum ama, hak vermemek de elde değil.
Sergi Salonu
Nazmi Ziya Güran’ın çoğu özel koleksiyonlardan toparlanmış, geniş bir dönem boyunca ürettiği resimler sergileniyor. İnanılır gibi değil, çok güzel. Hazır hiç kimse de yokken resimlerin önünde uzun uzun vakit geçiriyoruz. Zihnimizden Mumya’nın görüntüsü silikleşiyor ve keyfimiz yerine geliyor. Tam yeniden başlayıp bir daha dolaşacakken, bizi bir süredir göz hapsine almış sergi bekçisi hanımefendi “beyefendi!  Çocuğun üstü çok ince, üşüyecek” buyuruyor. Türk ülkesindeki küçük çocuk popülasyonu mutsuzluğunun, ota boka ağlayan sinirli ve dengesiz canlılar olmasının temel sebebinin aşırı giydirilip sıcaktan bunalmaları ve bunun ileri yıllar da muhtelif kişilik bozuklukları şeklinde tebarüz ettiğini anlatmalı mı? Ama pek didişesim yok. Namussuz MKD’yi saatlerdir kucağımda taşıyorum ve artık bir öküz kadar ağır sanki... “Biz de şimdi giriyorduk içeri” diyorum terbiyeli terbiyeli. Fazla dikkati çekmeden biraz dolaşıp, nisbeten daha sıcak kahve/laklak bölümüne geri dönüyoruz.

Miki’nin de kursu bitmiş bizi bekliyor. Gitmeye hazır. Evet, o artık bir roket alimi. Aceleyle ortalığa yaydığımız ıvır zıvırı toplarken “nası geçti gününüz, sıkılmadın ya?” diyor. “Gaaa?...agu” diyorum. “Terbiyesizleşme” diyor.


BvP,

Edited By Miki
.....................
[1] Wikipedia'ya göre Türkiye'de 2011 itibarıyla faaliyetgösteren 172 üniversite var! Yüz-yetmiş-iki...

Resimler: 1. Princeton, 1949. 2. Harvard Üniversitesi Kütüphane Memurları,Life. 3.Üniversitede Ders Sonrası, William Faulkner, 1950'ler. 4.  Yazıya Konu Üniversite, İç Avlu. 5. Ek Bilgi Yok. Bir Amerikan Üniversitesinde Tütün İçenler Klübü!, 1960'lar. 6. Yazıya Konu Üniversite'nin  Sergi Salonu.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

lectoris salute,
fırat der ki,
geçenlerde bizim firma da mesleki eğitim şeyi düzenlemişti, sultanhisar nysa otelde. bi kadın hoca çıktı; değişim, değişim, değişiiiiiiiiiiiiiiiiğğğğn! diye bağırdı durdu. molada otelin çitlerinden atlayıp hemen arkadaki nysa antik kentine sığındım. hemen dyonyssos sunağının dibine çömeşip kulaklarımı da tıkadım.. ''eğitim'' bitene kadar..korkumdan giremedim bi daha salona. allah belasını kaldırsın o kadının..iyi ki senin böyle eğitim şeylerin olmuyo efe,insanın kendi işinin olması başka, valla kafayı yersin. gerçi yengenin eğitimleri farklı oluyodur da.. sen yine de yersin kafayı işte, mesajı aldın sen..ben de izmirde görmüştüm vaktin birinde balmumu heykellerden,kafası nohut kadar elleri de yaba gibiydi,islam bilginiymiş,upuzun adı var okuyamadım bile molla ali nek muhammed geylani bin faraş mıydı neydi bilmem.. korkumdan tekme tokat dalmışım heykele, güvenlik zor aldı elimden. karanlık kuytu yerlere koyuyolar hep hallam ya..