Emsallerine faiktir

Nisan 07, 2009

Annem

Uzun süredir hasta olan Annem onsekiz mart ikibindokuz günü, sabah onu biraz geçe, yatağında öldü…

Son günlerinde kendine değildi pek. O, içten bir korkuyla tekrarladığı, “Allah aklımı alıp canımı orta yerde koymaya!” dileği gerçekleşmedi.

İnsanın aklının ışığı olmadan, gövdesinin vazodaki çiçekler gibi yaşamaya bir süre daha devam etmesi pek iyi bir şey değil... Son ziyaretimizde doktor bize kalbinin ve ciğerlerinin çok güçlü olduğunu, ama bu aşamada durumun aslında bir dezavantaj olduğunu söylemişti. (Kalıtımsal olarak bize de geçmesi beklenen bu sağlamlığın iyi bir şey olduğunu eklemeyi ihmal etmedi!) Bu ölüm işi epey tuhaf. Uzun süren bir acının, sıkıntının bu şekilde dinişi, sanki giden taraf için de, kalan taraf için de rahatlık verici bir durum olarak görünüyor. Öyle telaffuz ediliyor. Ben de en azından, ilk bir kaç gün kendimi oldukça rahat ve ferah hissettim! Fakat yavaşça içimi bir daha hiç ama hiç bir şekilde göremeyecek, sesini duyamayacak olmanın hüznü sarıyor.

Ne ben onu çok severdim, ne de o insanları çok severdi. Hep sevme/sevmeme kelimelerinin sığlığına batıp kaldı onunla ilişkim. Fakat geriye dönüp bakınca her şeyin bu kadar basit olmadığını kavrıyorum. İnsanları sevmezliğin, nefretin, ilişkilerindeki yapaylığın çok derinlerde, karanlık ve boğuk nedenleri olduğunu biliyordum belki. Uzun yaşamı boyunca bunların üstesinden gelememesi ve bu defoların önemli bir bölümünü bana aktarmış olması yüzünden sevemedim onu.

Bir solucan veya kurbağayı sevmeyi: küçümsenen, korkulan, iğrenilen çoğu canlıdaki güzelliği, mükemmelliği görebilmeyi bana o öğretti. Dokuz on yaşlarındayım. Elazığ’a gitmiştik. Bir meyve bahçesinde manikürlü ince uzun, uçlarında hiç bozulmayan parlak kırmızı ojeli tırnakları ile toprakta kocaman, berbat görünüşlü bir böceği gösterip: “Bu, dana burnu. İnsanlar zehirli olduğunu sanırlar. Sakın korkma, öldürmeye de çalışma. Sadece bitki köklerine zarar verir” demişti. Sonraları, şehir yaşamım süresince şehirlerarası bir mola yeri dışında bir daha karşılaşmadık dana burnu canlısı ile. Ama öğüdünü hiç unutmadım. Kocaman gece kelebeklerini, kirpileri, durgun su birikintilerinde bir ayağını tembelce hareket ettirerek dolaşan kurbağaları sevdim. Geceleri perdelere pençeleri takılmış küçük, yumuşacık yarasaları korkmadan, onlardan iğrenmeden kurtardım hep.

Her sabah işe giderken çöp kutularının üzerindeki kedilerle konuşan, hatırlarını sormayı ihmal etmeyen, ama çok sevdiği üvey kardeşlerinin en büyüğü Amerika’da ölmek üzereyken, son anlarında yanında olmayı, -bakımını üstlenmeyi bile değil- yoldaşlık etmeyi “yüreğim yok” diye geri çeviren, bunayan öz annesini bir bakım evinde ölmeye terk eden de oydu…

İlişkilerinde böyle kıyıcı, acımasız birinden; yaşı ne olursa olsun insanlara nezaket göstermeyi ama karşılığını da beklemeyi, kızımın odasına beş yaşında iken bile kapısını vurmadan içeri girmemeyi, karımın çantasını hiçbir zaman karıştırmamayı, yetişkin bir insan gibi davranmayı, onun deyimi ile "mes'uliyetini müdrik" olmayı öğrendim. Bunlar ona değer vermek için yeterli mi bilmiyorum. Ama öyle olmasını istiyorum. Cansız yatan halini görünce hiç ağlamadım. Oysa martının yakalayıp çatır çutur yediği yengeç içimi sızlatır, gözlerim dolar benim.

Ölümünden hemen sonra evini toparlamaya başladık. Tüm ev, eşyalar, bin bir türlü ıvır zıvır bir anda tüm anlamını yitirdi. Sanki bir televizyon stüdyosunu boşaltıyormuşuz gibi geldi bana. Bir mekanı dolduranın aslında yaşam olduğunu, sona erdiğinde ise onunla birlikte her şeyin de ölüp, anlamını yitirdiğini kavradım.

Dolap ve çekmecelerden, çoğu altmış yetmişlerin içkili gazino eğlentilerinde çektirilmiş yüzlerce fotoğraf çıktı. Kah masanın ucunda, kah masanın ucuna eklenmiş alçak başka bir masa üzerinde buz kovaları. İçlerinde rakı, su şişeleri ve kameraya ölçülemeyen, ancak yaşayanın kavrayabileceği bir sıkıntı ile bakan ben…

Dolmabahçe’de Stadyum’un hemen arkasındaki sırtta bulunan Güney Park gazinosu yetmişlerin başlarında kapanana ve ticaretle uğraşan Babamın yazıhanesinin - “büro” veya “ofis” denmezdi, bu güzide kelimeler Türkçeye kazandırılmamıştı o zamanlar - bulunduğu handa, kat komşularından sarışın, etine dolgun gayri Müslim bir bayanla ilişkisi ortaya çıkana dek sürmüştü cümbüş. Fotoğrafların çoğunda, Babam bayanın eşleri bulunan zat ile karşılıklı göbek atıyordu! Bu vodvil açığa çıktığında ya da, daha sonraları Babam öldüğünde onları atmamış olması hayatı boyunca elden bırakmadığı mizahın kanıtları sanki.

Gerçekten zarif, komik ve nüktedandı. Son yıllarındaki, yakın zamanı unutma geçmişi de uydurma hali bir kenara bırakılırsa; oturup saatlerce konuşabilirdiniz onunla. Şu Dünya’da üçtür benim niyazım: sırtım, sikim, boğazım!” deyişini ondan duymuştum ilk defa.

Size Van’da Devlet Hizmetinde geçen maceralı kış günlerini, yeni tayin olmuş toy mühendislerin kar mücadelesi sırasında açılmış yolların iki yanında yükselen birkaç metrelik kar duvarı üzerindeki kurtların parlayan gözlerini gece karanlığında nasıl köy ışıkları sandıklarını, İskenderun’da sıhhat memurluğu yapan üvey babası ile birlikte gittiği evlerde burunları ve kulakları cardonlar tarafından yenmiş çocukları, Elazığ’a gelen C.H.P. Müfettişi Memduh Şevket Esendal ile babasının havuzlu bağ evlerinin bahçesinde sabahlara kadar rakı içişlerini, kendisinin onları dinleyebilmek ve isterlerse kahve yapmak üzere bir sandalye üzerinde uyuklayarak oturmuşluğunu ve bunun gibi yüzlerce şeyi anlatırdı. Babaannesinden de sıkça ve korkuyla karışık bir saygı ile söz ederdi. Bu akıllı, güngörmüş kadını çok sevmiş olduğunu düşünür, “benim niye böyle bir babaannem yok?” diye düşünürdüm. Daha sonraları, bu uzak akrabam hakkında anlattıklarına dair alt okumaları yapabilecek yaşa geldiğimde, “sevgili” babaannenin hastalıklı ve oğluna aşık Allahın belası bir kadın[1]ve annemin insanlara, özellikle kadınlara yönelik travmatik sevgisizliğinin nedeni olduğunu sökmüştüm.

Aile arasında fikir birliğine varılmış kanı: gerçekten sevdiği, değer verdiği tek kadının eski karım olduğuydu. Bu yüzden, alyansı onda. Büyük oğlunu çok sevmesine, hayran olmasına ve hep kıskanmasına rağmen eşleri ile de her zaman iyi ilişkiler içinde oldu. Hiç kırmadı, hep nazik ve sevecen oldu onlara karşı.

Çocukluğu mutsuz ve sevgisiz geçmiş, evliliği de; çok istemesine rağmen okutulmamış olmanın bilediği gemlenemez hırslar ve hoyrat, sorunları kavrayabilecek donanıma sahip olmayan bir eş yüzünden iyice mutsuz olmuştu. Fakat, Babamın 1981’deki ölümünden sonra evlenmedi nedense.

Umursamadığı, değerini bilmediği, bilemediği pek çok insan hastalığı süresince onun yanında oldu. Aradı, sordu ve ilgilendi. Yıllar önce ölmüş üvey kardeşinin eşi ve çocukları, İskenderun yıllarından arkadaşlarının çocukları, Kocasının nefret ettiği kardeşlerinin küçümsediği eşleri... Garip bir şekilde; çoook uzun yıllar kıçlarını yaladığı, saygıda kusur etmediği, sevip saydığı Ankara’daki bürokrat/politikacı eskisi aile dostu ve eşleri hanımefendi bildiğim kadarı ile bir kere aramadılar. Kafamın iyi olduğu bir gün onları arayıp, konuyu irdeleyeceğim. Neticeyi yazarım.

Uzun süredir hasta olan Annem onsekiz mart ikibindokuz günü, sabah onu biraz geçe, yatağında öldü…
Hiç ağlamadım. Oysa martının yakalayıp çatır çutur yediği yengeç içimi sızlatır, gözlerim dolar benim...

[1] Aslında hakkını da yemeyelim: Annem’e öğrettiği, onun da bana öğrettiği şöyle bir bulmaca vardı mesela:
“Uzundur, kızıldır yarıktır başı
Altına sermiş beyaz kumaşı
Sürttükçe, dürttükçe döker göz yaşı!”

Hayır. Elbette düşündüğünüz şey değil. Doğru cevap: kamış kalem.
Edited By Miki

2 yorum:

Seyit Balkuv dedi ki...

Merhaba Ahmet,

İşyerinde okudum bu yazını. Tabii ona okumak denirse. Ağlamamak için 10 defa yerimden kalkarak, pencere açıp teneffüs ederek, kimsenin gezmediği koridorlarda dolanarak.

Bir daha okumaya cesaretim yok şu an doğrusu.

Üniversitede Safdar diye bir arkadaşım vardı. Şiir yazardı. Sonra ayrıldı, bir türlü izini bulamadım. Şiirden pek anlamam ama aklımda şu mısrası kaldı:

Bırak dudaklarındaki mührü açıp
Esir binlerce gülüşü kurtarayım

“Dudak” yerine “göz” koy, “gülüş” yerine “gözyaşı”; bilmecenin cevabı “ölüm”

Biraz “entel” kaçtı kusura bakma. Nerden aklıma geldiyse şimdi.

Tekrar başın sağ olsun kardeşim.

Seyit

Adsız dedi ki...

Sevgili Ahmet,
Once Hepinizin Basi sagolsun. Bu yazini da zevkle ama garip bir hisle okudum. Ben kizkardesinin yakin arkadasiyim, anneni taniyordum. Yazindaki pek cok duyguda kendi anne - kiz iliskimi hissettim.leyla