Bayramları
Ankara’da geçirmeye özen gösteriyoruz. Miki’nin
ebeveynleri, o sevimli insanlar havalar soğumaya yüz tutunca ılıman ve sıcak
bölgelerden Ankara’ya göç ediyorlar ve daimi ikametgahları anlı şanlı
başkentimiz. Ebe ve veyn’le geçen birkaç günün sonunda terbiyeli bir insan
olmak ve Miki’yi üzmemek Tunalı’daki
Kıtır’da nihayetlenen bir Ankara gezisi
ile neticeleniyor genellikle… (Bu defa kokoreç kötüydü, onu da söyleyeyim.
Ayrıca, çalışanlar da pek mendebur. Genelde kendime yakın bulduğum bir karakter
özelliği, ancak hem para verip, hem
kendi biramı kendim alıp, masalarında peçete bile olmayan bir yerde köpek
muamelesi görmek pek hoşuma gitmiyor. Yeni öneriler varsa, açığım) Mükafat
gezilerinin ana teması eski güzel kamu
binaları, yeni ve saçma sapan kamu binaları, yeni ve görgüsüz kamu binaları. Miki
bu yapıların çevresinde büyük bir sabırla terörist filan damgası yemeyi
göze alarak arabada oturuyor. Ben de
fotoğraf çekiyorum. Son gezimiz bir
parça heykel ağırlıklı oldu.
Güven Anıtı | Ankara |1934 -1935 |
Güven Anıtı |Ankara | Ön , Ana Figürler| Anton Hanak | 1934 |
Anıtın
ağırlık merkezini oluşturan bu iki figür
anıtın tümünü bitiremeden Ocak 1934’de ölen Anton Hanak tarafından yapılmış. Heykelleri
çevreleyen ön ve arka yüzün kabartmalarını öğrencileri ve denildiğine göre
yerel taş ustaları tamamlıyor. Zaten belki de bu yüzden iki yüz arasındaki
işçilik ve ifade farklılıkları epey belirgin. Bence arka yüzdekiler, özellikle
sağ taraftaki bilim ve sanat taifesini anlatan bölüm daha oturmuş ve etkileyici. Bu işlerin simgesi baykuş da duvardaki yerini
almış ki, o da ayrı bir hoşluk.
Faşist Heykel 101
Arka
yüzdeki, ortada Atatürk’ün olduğu beşli grup asıl ününü Ankara’daki bu işten sonra
kazanan Josef Torak tarafından yapılmış. Zat, Adolf’un (şu ufak tefek, tuhaf
bıyıklı olan. Evet, o.) “yürü ya heykeltıraşım “dediği, Üçüncü Rayhın birinciye
olmasa bile (esas oğlan Arno Breker adlı
başka bir herif) ikinciye gelen yontucusu. Heykelleri kadar zamparalığı ile de
ünlü olduğu, Yahudi ilk karısını nasyonal sosyalizm dolmuşuna binip boşadığı, Çalışma
bakanı Robert Ley’in ilik gibi hanımını - af buyur – düdüklediği rivayet
olunuyorsa da, yazı heykel ağırlıklı olduğundan adamın başka işlerine girmeyeyim
diyorum.
1935 |
"Yoldaşlık" | Josef Torak Paris | 1937 |
Sınıfta Kalan Alegori ?
Erken
Cumhuriyet Türkiye’sinin pek az sayıdaki alegorik heykelinden biri bu (Osma:143).
Diğerleri Afyon’daki Zafer Anıtı (1396) ve Menemen’deki Kubilay Anıtı (1934). Onların
anlatmak istediği en azından anlaşılabilir fakat tuhaf bir şekilde bu anıtta, özellikle
ön yüzde “alegori” hepten güme gitmişe benziyor. Osma her ne kadar “bu sembolik figürler 1930’ların
Türkiye’sinde ancak Yeni ve Eski Yönetim olarak yorumlanabilir” deniyorsa
da,(Osma:102) bu şekilde yorumlamak için hayal gücünü epey zorlamak gerekiyor. Daha çok
ağzımıza sıçacakmış gibi görünen iki yarı çıplak müzisyene benziyorlar. Müziğe
duyduğu ilgi dolayısıyla şu müzisyen benzetmesi çok ta uydurma olmayabilir. Adamcağızın
ölümünden sonra teslim edilen figürleri bir
heyet eşliğinde (nedense, sipariş verilmiş/satın alınacak bir nesne için o şeyin üretildiği yabancı ülkeye gidilmesi gerekir, bu da mutlaka “heyet” le olur. Maalesef
cennet vatanımda yurt dışından alınacak/yaptırılacak çook nesne
olduğundan/olacağından, bu hoş geziler süreceğe benzer) almaya Viyana’ya giden Şükrü Kaya ne
düşünmüştür ? Hayır, yapana da soramaz “Anton!
Kardeşim, nedir bu böylecene demekteyim haaa?” diye… Ölmüş gitmiş zaten
adamcağız. Nasıl döndüler yurda acaba
altışar metre boyunda iki adet bronz çalgıcı-zebani ile?
Tüm düzenlemeye, havuzlara, kaidesindeki özene (onun tasarımı da Holzmeister’e
ait) rağmen bu ilginç heykel grubu ortasında kaldığı keşmekeş içinde olağanüstü anlamsız
ve absürt maatteessüf. Üstelik yıllar içinde büyüyen ağaçlar işin etkisini daha
da azaltmış. Eski kartpostallarda
görülen o uçsuz bucaksız çorak boşluk ortasında çok daha etkileyici. Ve muhtemelen
oraya konduğundan beri hiç bakılmamış olduğundan oldukça yıpranmış. Kaidesinde ve heykellerde eksik parçalar var. Bazıları
da epey büyük. Fakat en kötüsü, bu görkemli şey güvercinlerin istilası altında.
Her yere sıçıp duruyorlar, özellikle gölgelik alanlar vıcık vıcık, kaygan kuş boku. Lanet kurumuyor bir türlü anlaşılan.
Bu yüzden ortalık kümes gibi kokuyor!
Etrafa
sinmiş o pis taşralılık, arabalar, insanlar, karşıdaki, inanılmaz bir şekilde yarışma ile projesi elde edilmiş bombok bina ve altındaki
hamburgerci… Tüm bunlar o sonbahar öğleden sonrasında Güven Anıtı’na hiç, ama
hiç iyi gelmiyor. Evet, Güven Anıtı’nın
heykelleri 30’ların Moskova, Nürnberg veya Torino’sundan, Tiran’ından
ışınlanmış gibi. Oralarda çok benzerleri var. Yapılanı yönetici sınıf kibrinin bir
tezahürü, devlet eliyle yüceltilen faşist sanat filan diye okumak da mümkün. Ama,
kaynakları son derece kısıtlı bir ülkede yeni bir dünya kurup, yönetmeye
soyunan yöneticilerin bu yeni yaşamı oluşturma sürecine gösterdikleri özen ve
derinlik (tamam, alegori her zaman sökmemiş olabilir) günümüzün sığlığı ile
karşılaştırılınca çok etkileyici.
Yine
de insan 1930’larda başkentin civar kasabalarından (kentte yaşayanların bir
parça alışmış olduklarının düşünerek) kente gelmiş (muhtemelen yürüyerek)
köylülerin, İçişleri Bakanlığı eliyle
yaptırılan “polis ve jandarmanın halkın
güvenliği yolundaki çabalarını betimleyen” bu anıtla ilgili neler söylemiş olacaklarının
düşünmeden edemiyor!
BvP
Edited
By Miki
Fotoğraflar,
BvP
…………..
Osma, Kıvanç; Cumhuriyet Dönemi Anıt Heykelleri
(1923-1946), Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 2003.
7 yorum:
Sayın Plastik; yazılarınızın lezzeti her zamanki gibi olmasına rağmen sayfanın en tepesindeki anlatsamfotoromanolur'un banner'ının sündürülmüş olması benim için çok beklenmedik, bloğunuza yakıştıramadığım bir durum. Söz konusu durumu bilgilerinize sunarım.
Ankara yazılarınızı ayrı bir zevkle okuyorum.Bir daha şehre yolunuz düştüğünde, önce Yıldız 4Cd., daha sonra Rabindranath Tagore olarak vaftiz edilen Oran yoluna paralel caddeden Oran istikametinde devam etmenizi, Barış Manço parkını geçtikten az sonra solunuzda göreceğiniz tüm cephesi plastik kaya ve plastik bitki kaplı binayı da(Gaudi'den mi esinlenilmiş?) yazmanızı rica edeceğim.Sonra hemen ilerde yine soldaki Cambo'da inegöl köftesi yersiniz.Tavsiye ederim.(eğer hala duruyorsa)
Adsız bey,
Bloguna ait her konuda gösterdiğim özeni tefrik etmiş olmanız ve yazıları lezzetli bulmanız memnuniyet verici. Keza, bu hassasiyeti banner'de de göstermiş olduğumu düşünmenizi beklerdim. Bu kadar uzun bir kelimeyi -anlatsamfotoromanolur- doğal olarak ancak bu şekilde sündürülmüş bir zemine oturtabildim.
Bompay, Elbette o yapıdan haberim var, hatta fotoğrafı bile mevcut. En kısa sürede burada yerini aldırırız. Aslında önceliğim "cermodern" (nasıl bir araklamacılıktır bu?) deki "fışkıye" idi, ama bunu da araya sıkıştırırız.
Bu arada ; Cambo duruyor. Bilgine...
Sayın Plastik; ekteki gibi bir banner kullanmanız konusunda size baskı yapmaktan zevk duyuyorum.
http://i.imgur.com/PgaH2JT.png
Evet, sanki daha iyi oldu! Zaten O dişlek İngiliz Pilotun (Ginger Lacey)ne işi vardı ki orada? Teşekkür ederim bay Adsız.
1930'ların sonunda Ankara'ya okumak için gelen kasabalı Ali'nin Güvenlik Abidesi'ne bakışını Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak'ta anlatıyor. Daha uzun ama bir kısmını şuraya bırakıyorum:
İki iri heykelin altında iri harflerle TÜRK yazılı. Ali, heykelleri ilk gördüğünde, Bunlar Türk’se, ben neyim, diye düşünmüştür. Küçüklük duygusu o zamandan kalma. (...) İşte Ata. İki adam bir yanında, iki adam öte yanında. Ata’nın sarındığı çok ince bir pelerin olmalı. Bir çarşaf belki. Hadi ulan, koskoca Ata. Çarşaf olur mu? Bütün kolları, bacakları bir tül altındaymış gibi. Kaşları çatık. Boyunsuz burda Ata, belli değil. Kükrüyor belki. Belki Ata’nın en yüce duruşuydu bu. (...) Bir yanında, sağdakiler elele. Ali’ye kalırsa güreşe tutuşmuşlar. (...) Yok canım. Güreşe tutuşmamışlar. Ata’nın yanında neden tutuşmuş olsunlar güreşe? Bunlar elele böyle, dostluk-barış-yurtta sulh-cihanda sulh demek istiyorlardır belki. Ata’nın öte yanında, solundakiler de bir palayı almışlar orta yerlerine, çekiştiriyorlar. (...) Ötekiler barış demekse, bu palayı çekiştirenler, onu paylaşamayanlar ne öyleyse? Ama bunlar da iki yüce ve çıplak Türk işte. Bütün adeleleri dışarı fırlamış iki güçlü Türk. Çenelerini, saçlarını, kafa biçimlerini ne köylüde ne başkentte gördüğü insanlara benzetebilmekte Ali. Bir gün derste Yunan tanrılarını okudular. (...) Ata’nın yanındaki güçlü dört kişi o derste gördüğü resimleri anımsatıyor Ali’ye. (...) Öyle ya, Herkül bunlar.
Bütün bu heykeller, bütün bu yüce ve çıplak Türkler neden bu kadar surat asıyorlar? Neden kızıyorlar? Öfkeleri niye
Yorum Gönder