Emsallerine faiktir

Ekim 28, 2013

Güven Anıtı, Ankara

Bayramları Ankara’da geçirmeye özen gösteriyoruz. Miki’nin ebeveynleri, o sevimli insanlar havalar soğumaya yüz tutunca ılıman ve sıcak bölgelerden Ankara’ya göç ediyorlar ve daimi ikametgahları anlı şanlı başkentimiz. Ebe ve veyn’le geçen birkaç günün sonunda terbiyeli bir insan olmak ve  Miki’yi üzmemek Tunalı’daki Kıtır’da  nihayetlenen bir Ankara gezisi ile neticeleniyor genellikle… (Bu defa kokoreç kötüydü, onu da söyleyeyim. Ayrıca, çalışanlar da pek mendebur. Genelde kendime yakın bulduğum bir karakter özelliği,  ancak hem para verip, hem kendi biramı kendim alıp, masalarında peçete bile olmayan bir yerde köpek muamelesi görmek pek hoşuma gitmiyor.  Yeni öneriler varsa, açığım) Mükafat gezilerinin  ana teması eski güzel kamu binaları, yeni ve saçma sapan kamu binaları, yeni ve görgüsüz kamu binaları. Miki bu yapıların çevresinde büyük  bir sabırla terörist filan damgası yemeyi göze alarak arabada oturuyor.  Ben de fotoğraf çekiyorum.  Son gezimiz bir parça heykel ağırlıklı oldu. 



Güven Anıtı | Ankara |1934 -1935
Kızılay’daki, yapıldığı günlerdeki adı ile (Polis ve jandarmanın halkın güvenliği yolundaki çabalarını betimlediği için)  “Emniyet Abidesi”, şimdinin Güven anıtını en son seksenlerin sonunda Ankara’da “Güverte Er” olarak askerliğimi yaparken görmüştüm. Torpido isabeti alıp batmakta olan bir gemiden denize atlanırsa  kolayca çıkarabilme imkanı sağlayan,  iki yanından düğmeli bembeyaz pantolonum ve ben bir hafta sonu izninde etrafında epey vakit geçirmiştik. O zaman da ön cephedeki bronz figürler ölçek dışı, tuhaf ve ürkütücü gelmişti. Vücudun bu abartılı kas yapısı fazla boğum boğum geliyor bana (Krippel’in Afyon’daki anıtında da öyle. O zavallı da çüksüz müksüz ama hulk gibi… Neyse).  Altı metre boyunda bu iki heyula “D.C. Comics” karakterleri ile karakucak güreşçisi arasında bir yerde duruyorlar sanki.  Ama vücut dilinin, dinamizmin, hareket algısının oluşmasında gösterilmiş maharete diyecek yok. Elini duvara dayayıp güç alan yaşlı zat biraz soluklansın, dürecek defterimizi. Gençten olan ise bir saniye önce alttan yukarıya doğru savurduğu o balyoz ile saz (belki de levye demiri, kim bilir?) arasındaki şeyi tam baktığımız anda tutmuş; yeniden savurup, bu defa oturtacak gibi çenenin ortasına.


Güven Anıtı |Ankara | Ön , Ana Figürler| Anton Hanak | 1934
Anıtın  ağırlık merkezini oluşturan bu iki figür anıtın tümünü bitiremeden Ocak 1934’de ölen Anton Hanak tarafından yapılmış. Heykelleri çevreleyen ön ve arka yüzün kabartmalarını öğrencileri ve denildiğine göre yerel taş ustaları tamamlıyor. Zaten belki de bu yüzden iki yüz arasındaki işçilik ve ifade farklılıkları epey belirgin. Bence arka yüzdekiler, özellikle sağ taraftaki bilim ve sanat taifesini anlatan bölüm daha  oturmuş ve etkileyici.  Bu işlerin simgesi baykuş da duvardaki yerini almış ki, o da ayrı bir hoşluk.
Güven Anıtı| Ankara |Arka, Sağ Alt Friz | Ankara | Wirth, Triberer, et al | 1935

Faşist Heykel 101

Arka yüzdeki, ortada Atatürk’ün olduğu beşli grup asıl ününü Ankara’daki bu işten sonra kazanan Josef Torak tarafından yapılmış. Zat, Adolf’un (şu ufak tefek, tuhaf bıyıklı olan. Evet, o.) “yürü ya heykeltıraşım “dediği, Üçüncü Rayhın birinciye olmasa bile  (esas oğlan Arno Breker adlı başka bir herif) ikinciye gelen yontucusu. Heykelleri kadar zamparalığı ile de ünlü olduğu, Yahudi ilk karısını nasyonal sosyalizm dolmuşuna binip boşadığı, Çalışma bakanı Robert Ley’in ilik gibi hanımını - af buyur – düdüklediği rivayet olunuyorsa da, yazı heykel ağırlıklı olduğundan adamın başka işlerine girmeyeyim diyorum.
Güven Anıtı |Ankara | Arka, Ana Figürler| Josef Torak | 1935

1935
Orada duran tam anlamıyla dönemi ve peşi sıra gelecekleri anlama kılavuzunu andırıyor. Uçları aşağı doğru sımsıkı kapalı ağızlar ve çatık kaşları ile asık suratlı,  ele ele tutuşan kaslı erkekler! Torak Almanya’ya döndükten sonra bu motifin benzerlerinden epey yapıyor. En bilineni de,  1937'de Paris'te düzenlenen Dünya Fuarı için yaptığı “Yoldaşlık” isimli grup. Bu heykeller Albert Speer'in tasarladığı o çok acayip Almanya Pavyonunun önünde duruyorlar. (Karşılarında da en az onlarınki kadar acayip Sovyetler Birliği Pavyonu duruyor)  Doğal olarak işin içinde yine el ele tutuşan, şallak mallak adamlar var. Fakat bizim heykel ustası akıllı olduğundan, Krippel’in Afyon’da düştüğü hatayı tekrarlamayıp, buradakilerin takım taklavatı örtmüş. Fakat ne olursa olsun çok güzel ve gözüme zebanilerden daha usta işi görünüyor.  Bunda muhtemelen gün ışığının da payı var. Torak’ın şansına o tarafa yumuşak, difüze ışık tam karşıdan vuruyor ve güzel bir kontrast sağlıyor. Oysa Hanak tarafında ışık arkada ve kaidenin vuran gölgesi ile iyice çamur gibi.  Belki de o heykellerin bronz oluşu kaide ile bir şekilde uyumsuzluğa neden oluyor. Torak Heykellerinin altına Romen rakamı ile “1935” yazılmış, o da çok özenli ve bütünün bir parçası olarak algılanıyor. Oysa önde, alt frizdeki “TÜRK ÖĞÜN, ÇALIŞ, GÜVEN” yazısı  fazla aralıklı ve -yine- bronzun rengi yüzünden uyumsuz –muş gibi.


"Yoldaşlık" | Josef Torak
Paris | 1937
Sınıfta Kalan Alegori ?

Erken Cumhuriyet Türkiye’sinin pek az sayıdaki alegorik heykelinden biri bu (Osma:143). Diğerleri Afyon’daki Zafer Anıtı (1396) ve Menemen’deki Kubilay Anıtı (1934). Onların anlatmak istediği en azından anlaşılabilir fakat tuhaf bir şekilde bu anıtta, özellikle ön yüzde “alegori” hepten güme gitmişe benziyor. Osma her ne kadar “bu sembolik figürler 1930’ların Türkiye’sinde ancak Yeni ve Eski Yönetim olarak yorumlanabilir” deniyorsa da,(Osma:102) bu şekilde yorumlamak için hayal gücünü epey zorlamak gerekiyor. Daha çok ağzımıza sıçacakmış gibi görünen iki yarı çıplak müzisyene benziyorlar. Müziğe duyduğu ilgi dolayısıyla şu müzisyen benzetmesi çok ta uydurma olmayabilir. Adamcağızın ölümünden sonra teslim edilen figürleri  bir heyet eşliğinde (nedense, sipariş verilmiş/satın alınacak  bir nesne için o şeyin üretildiği  yabancı ülkeye  gidilmesi gerekir,  bu da mutlaka “heyet” le olur. Maalesef cennet vatanımda yurt dışından alınacak/yaptırılacak çook nesne olduğundan/olacağından, bu hoş geziler süreceğe benzer) almaya  Viyana’ya giden Şükrü Kaya ne düşünmüştür ? Hayır, yapana da soramaz “Anton! Kardeşim, nedir bu böylecene demekteyim haaa?” diye… Ölmüş gitmiş zaten adamcağız.  Nasıl döndüler yurda acaba altışar metre boyunda iki adet bronz çalgıcı-zebani ile?

Tüm düzenlemeye, havuzlara, kaidesindeki özene (onun tasarımı da Holzmeister’e ait) rağmen bu ilginç heykel grubu ortasında kaldığı keşmekeş içinde olağanüstü anlamsız ve absürt maatteessüf. Üstelik yıllar içinde büyüyen ağaçlar işin etkisini daha da azaltmış.  Eski kartpostallarda görülen o uçsuz bucaksız çorak boşluk ortasında çok daha etkileyici. Ve muhtemelen oraya konduğundan beri hiç bakılmamış olduğundan oldukça yıpranmış.  Kaidesinde ve heykellerde eksik parçalar var. Bazıları da epey büyük. Fakat en kötüsü, bu görkemli şey güvercinlerin istilası altında. Her yere sıçıp duruyorlar, özellikle gölgelik alanlar vıcık vıcık, kaygan  kuş boku. Lanet kurumuyor bir türlü anlaşılan. Bu yüzden ortalık kümes gibi kokuyor!

Etrafa sinmiş o pis taşralılık, arabalar, insanlar, karşıdaki, inanılmaz bir şekilde yarışma  ile projesi elde edilmiş bombok bina ve altındaki hamburgerci… Tüm bunlar o sonbahar öğleden sonrasında Güven Anıtı’na hiç, ama hiç iyi gelmiyor.  Evet, Güven Anıtı’nın heykelleri 30’ların Moskova, Nürnberg veya Torino’sundan, Tiran’ından ışınlanmış gibi. Oralarda çok benzerleri var. Yapılanı yönetici sınıf kibrinin bir tezahürü, devlet eliyle yüceltilen faşist sanat filan diye okumak da mümkün. Ama, kaynakları son derece kısıtlı bir ülkede yeni bir dünya kurup, yönetmeye soyunan yöneticilerin bu yeni yaşamı oluşturma sürecine gösterdikleri özen ve derinlik (tamam, alegori her zaman sökmemiş olabilir) günümüzün sığlığı ile karşılaştırılınca çok etkileyici. 

Yine de insan 1930’larda başkentin civar kasabalarından (kentte yaşayanların bir parça alışmış olduklarının düşünerek) kente gelmiş (muhtemelen yürüyerek) köylülerin,  İçişleri Bakanlığı eliyle yaptırılan   “polis ve jandarmanın halkın güvenliği yolundaki çabalarını betimleyen” bu anıtla ilgili neler söylemiş olacaklarının düşünmeden edemiyor!

Güven Anıtı| Ankara |Arka, Sağ Alt Friz | Ankara | Wirth, Triberer, et al | 1935

BvP

Edited By Miki

Fotoğraflar, BvP
…………..

Osma, Kıvanç; Cumhuriyet Dönemi Anıt Heykelleri (1923-1946),  Atatürk Araştırma Merkezi. Ankara, 2003.

7 yorum:

Adsız dedi ki...

Sayın Plastik; yazılarınızın lezzeti her zamanki gibi olmasına rağmen sayfanın en tepesindeki anlatsamfotoromanolur'un banner'ının sündürülmüş olması benim için çok beklenmedik, bloğunuza yakıştıramadığım bir durum. Söz konusu durumu bilgilerinize sunarım.

Bompay Segundo dedi ki...

Ankara yazılarınızı ayrı bir zevkle okuyorum.Bir daha şehre yolunuz düştüğünde, önce Yıldız 4Cd., daha sonra Rabindranath Tagore olarak vaftiz edilen Oran yoluna paralel caddeden Oran istikametinde devam etmenizi, Barış Manço parkını geçtikten az sonra solunuzda göreceğiniz tüm cephesi plastik kaya ve plastik bitki kaplı binayı da(Gaudi'den mi esinlenilmiş?) yazmanızı rica edeceğim.Sonra hemen ilerde yine soldaki Cambo'da inegöl köftesi yersiniz.Tavsiye ederim.(eğer hala duruyorsa)

Baronvonplastik dedi ki...

Adsız bey,

Bloguna ait her konuda gösterdiğim özeni tefrik etmiş olmanız ve yazıları lezzetli bulmanız memnuniyet verici. Keza, bu hassasiyeti banner'de de göstermiş olduğumu düşünmenizi beklerdim. Bu kadar uzun bir kelimeyi -anlatsamfotoromanolur- doğal olarak ancak bu şekilde sündürülmüş bir zemine oturtabildim.

Baronvonplastik dedi ki...

Bompay, Elbette o yapıdan haberim var, hatta fotoğrafı bile mevcut. En kısa sürede burada yerini aldırırız. Aslında önceliğim "cermodern" (nasıl bir araklamacılıktır bu?) deki "fışkıye" idi, ama bunu da araya sıkıştırırız.
Bu arada ; Cambo duruyor. Bilgine...

Adsız dedi ki...

Sayın Plastik; ekteki gibi bir banner kullanmanız konusunda size baskı yapmaktan zevk duyuyorum.
http://i.imgur.com/PgaH2JT.png

Baronvonplastik dedi ki...

Evet, sanki daha iyi oldu! Zaten O dişlek İngiliz Pilotun (Ginger Lacey)ne işi vardı ki orada? Teşekkür ederim bay Adsız.

peri şey dedi ki...

1930'ların sonunda Ankara'ya okumak için gelen kasabalı Ali'nin Güvenlik Abidesi'ne bakışını Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak'ta anlatıyor. Daha uzun ama bir kısmını şuraya bırakıyorum:
İki iri heykelin altında iri harflerle TÜRK yazılı. Ali, heykelleri ilk gördüğünde, Bunlar Türk’se, ben neyim, diye düşünmüştür. Küçüklük duygusu o zamandan kalma. (...) İşte Ata. İki adam bir yanında, iki adam öte yanında. Ata’nın sarındığı çok ince bir pelerin olmalı. Bir çarşaf belki. Hadi ulan, koskoca Ata. Çarşaf olur mu? Bütün kolları, bacakları bir tül altındaymış gibi. Kaşları çatık. Boyunsuz burda Ata, belli değil. Kükrüyor belki. Belki Ata’nın en yüce duruşuydu bu. (...) Bir yanında, sağdakiler elele. Ali’ye kalırsa güreşe tutuşmuşlar. (...) Yok canım. Güreşe tutuşmamışlar. Ata’nın yanında neden tutuşmuş olsunlar güreşe? Bunlar elele böyle, dostluk-barış-yurtta sulh-cihanda sulh demek istiyorlardır belki. Ata’nın öte yanında, solundakiler de bir palayı almışlar orta yerlerine, çekiştiriyorlar. (...) Ötekiler barış demekse, bu palayı çekiştirenler, onu paylaşamayanlar ne öyleyse? Ama bunlar da iki yüce ve çıplak Türk işte. Bütün adeleleri dışarı fırlamış iki güçlü Türk. Çenelerini, saçlarını, kafa biçimlerini ne köylüde ne başkentte gördüğü insanlara benzetebilmekte Ali. Bir gün derste Yunan tanrılarını okudular. (...) Ata’nın yanındaki güçlü dört kişi o derste gördüğü resimleri anımsatıyor Ali’ye. (...) Öyle ya, Herkül bunlar.
Bütün bu heykeller, bütün bu yüce ve çıplak Türkler neden bu kadar surat asıyorlar? Neden kızıyorlar? Öfkeleri niye