Çok uzun zamandır, bisikletçi o iki tuhaf kardeşin icat ettiği, tayyare denen
acayip nakil vasıtasına (hiç uçan makine olur mu?) inip binmem icap ediyor. Semalarda yolculuğun hasretle andığım o güzel günleri
çok gerilerde kaldı. Yetmişlerde dize
konulan ufak beyaz yastıkların üzerine yerleştirilen tepsilerde sunulan
yemekler, İstanbul’dan Diyar-ı Bekir’e,
Ankara ve Kayseri’ye uğrayarak geçen dört buçuk saatin sonunda
Diyarbakır Havaalanında pistin yanına ip
gibi dizilmiş sonsuz – o zamanlar bana
öyle gelirdi – RF84/F84 dizilerini, beton bunkerleri seyrederek inişler, seksenlerin “uçağa teşrifleriniz rica olunur”ları,
doksanların kıtalar arası uçuşlarında arkadaki boş koltuklarda keyifle doldurulan,
tüttürülen pipolar filan… Bitti, gitti
artık.
Yakın zamanda yine acilen
“Türkiye”nin Kalbi”, “Kemalist devrimin simgesi” yüce başkentimize ani bir yolculuk
icap etti. Reklamlarında üçüncü sınıf
Holivut artistlerini, muhtelif topçu oğlanları kullanıyor, arada pistte deve
filan kesiliyor olsa da, eski alışkanlıkları terk etmeme adına göksel yolculuklara
umumiyetle milli havayolumuz vasıtası ile çıkıyorum. Fakat bu defa beni istediğim saatte götüremeyeceklerini, götürseler
bile getiremeyeceklerini öğrendim. Tamam, geçmiş hukukumuz, hasretle andığım güzel
günlerimiz var da, burundan bu
kadar kıl aldırmamazlık fazla yani.
Kara kara düşünürken; “bak,bir
Kanatlı At Şirketi peyda olmuş, eskinin Taksim-Karaköy dolmuşu gibi
dakka başı tayyare çalıştırıyor, kocaman
karasinek gibi oradan oraya konup, konup kalkıyor.
Üstelik biletler pek ucuz. Niye ona binmiyorsun?” Dedi yakın akrabam. Ne de olsa yakın hısım. Kötülüğümü ister mi hiç diyerekten “ha bereket” diyip gayret kemerini yedi
yerinden perkittik, geçtik bilgisayarın başına. İnternet sitesini anlayabilirsen
(neticede at) ucuza alışveriş mümkün
sanki. Fakat arkadaş,at deyip geçme. “Zeki
hayvandır” derlerdi de inanmazdım. Bileti satarken üç beş tırtıklamak için öyle
cambazlıklar yapıyor, öyle derelerden su getiriyor ki, akıl fikir şaşar. Al
hayvanı, yap Yunanistan’a maliye vekili, birkaç ayda Merkel’midir nedir, o suratsız karının
kıçından donuna kadar almazsa, ben buradayım. Bileti aldığımda ödediğim paraya emniyet
kemerinin dahil olduğunu taa uçağa bindiğimde öğrenip sevindim. Ne olur ne
olmaz, uçak kalkmadan önce o şangır şungur tekerlekli dolabı gezdirip, “emniyet kemeri almak isteyen konuklarımız
için (zinhar “müşteri” veya “yolcu”
demeyeceksin, hepimiz ücreti mukabili birer “konuk" statüsündeyiz) bu uçuşta fiyat
16.95 tele’ye inmiştir” derler diye,
cepte
bi yirmi kaadı hazır bulunduruyordum. Çok şükür, o ve kabin basıncı fiyata dahilmiş.
Oldukça erken bir saatte, At’la sözleştiğimiz
gibi kapıdayım. Şimdi artık eskisi gibi değil, uçağa binebilmek taa kapıdan
başlayarak türlü maymunluk gerektiriyor. Bi kere, soyunup döküneceksin iyice. Zaman
makinesine benzeyen o cihazın yanında
nöbet tutan zabite kulak veriyorum. “Manevra kayışı, kemer, kabaralı çizme,
sustalı, fotokopi makinesi, gaz tenekesi,
matara … Üzerinizde ne var ne yok çıkacak!, içme suyunu da dert etmeyin, içerde eşşek yüküyle paraya size dayayacağız zaten” diyor. “Hepisi mi?” Demenin yararı yok.
Soyunuyoruz çaresiz. Ne var ne yok güzelce diziyorum ortaya. Fakat bu işlerde en çok kafamı kurcalayan konu
şu “Silah Teslim Masası” meselesi. Sanki
on dokuzuncu yüzyıl ortalarında
Tulsa’dan El Paso’ya gidiliyor, herkes ateşli silah sahibi. Bi bende yok sanırım. En güzeli ise Esenboğa’da. Nasıl bir bunalıma sebebiyet verildiyse artık,
dosya kağıdına “DOLDUR BOŞALT KESİNLİKLE
YASAKTIR” yazıp, kapıya asmışlar. Aslında militer, bu işleri bilir –
geçinen- milletiz. Şöyle bankonun yanına hat boyu nöbet
kulübelerindeki gibi kırmızıya boyanmış kum dolu variller koysalar, uyarılmadan
etmeden silahını gönül ferahlığı ile boşaltacak gariban “konuk”lar.
Son kapıda telsizli
melsizli bir bayanla rastlaşıyoruz, nefretle yüzüme ve hüviyetime bakıp, elimdeki
kağıdı ışıklı bir şeye değdirip
yırttıktan sonra birazını bana
veriyor. Sineğin yağını çıkarıyor, “para verin, koridor kenarına oturun”, “para
verin, bilet numaranızı telefonunuza gönderelim”, “para verin, istiyorsanız
amuda kalkın” kabilinden cinlikler
yapıyor ama, teknolojiye de çok para döküyor bu şirket. Doğruya doğru. Halbuki o cihazlar kim bilir kaç para. Şöyle han
koridorlarında çaycıya seslenmek için kullanılan türde bir cihaz denkleseler spotçulardan
falan, tasarruflu olur. Bu fikrimi o
gözlüklü güleç çocuğa iletsin diye tam bayana
diyecektim ki, arkadakilerin itiş kakışı ile bizi tayyareye ulaştıracak olan yerden bitme otobüse doluştuk. Karşımda kaportacı çırağı
veya rap şarkıcısı, -büyük ihtimalle her ikisi de- olduklarından kesin emin
olduğum iki oğlan var. Sanayideki
dükkana ustadan sonra girip,
eşşek sudan gelene kadar dayak yememek için gece İstanbul’daki konserin
“afterparty”sinden doğruca buraya
akmış gibiler. Türkçeye benzer bir dille
konuşuyorlar ama pek bir şey,
daha doğrusu hiçbir şey anlayamıyorum.
Oysa Türkçem fena değildir. Buraların dillerine hakimiyetim vardır yani.
Tarassut zaviyemdeki en ilginç tipler olmalarına rağmen Konuşmalardan bir şey
anlamayınca çaresiz kafamı başka yöne çeviriyorum. Hem, o parlak yeşil naylon eşofman altları artık gözümü
acıtıyor.
Diğer “konuklar” yüzlerce, belki binlerce defa rastladığım; kötü
dikilmiş takım elbiseleri, tokası
beyaz metal, ucuzdan kemerleri ve dar beyaz gömlekleri ile sabahın o
saatinde niye böyle bir yolculuk
yapmaları gerektiğini hiçbir zaman anlayamadığım gençten oğlanlar. Muhtemelen
bunların patronu bulunan zatlar gerçek işleri için daha normal saatlerde kalkan uçakları tercih
ediyor, adam gibi binip gidiyorlar. Hemen
hepsinin askılı, siyah suni deri bilgisayar çantaları var. O bilgisayarlar
öyle önemli, öyle şey bilgiler içeriyor ki, hafazanallah şimdi bineceğimiz uçak düşse, batar bu ülke… Musluktan suyu akıtamazsın, o derece. Tüm bu insanlar garip şekilde neşeli ve canlı,
genellikle ikişerli üçerli gruplar halinde ayakta konuşup, sabahın o saatinde benim aklımın ermediği
işleri yüzünden bir yandan da telefonlarını dikizliyorlar. Daha
anlaşılabilir bir Türkçe konuşabildikleri için de, hep çok meşgul olduklarını, yaşamlarını bu işin ölesiye
doldurduğunu anlamakta zorlanmıyorum.
Yemin Ederim Böyle Günleri Gördü Havayolu Taşımacılığı |
Uçağa tek sıra halinde doluşup, ilgili
koltuklarımızı bulmak suretiyle
oturuyoruz. Ben oturuyorum fakat bacaklarımı kıçımla aynı aksa getirmem biraz zaman alıyor. Uçağımızın koltuklarını monte
eden insan evladının aklına “konuk”ların iki ayağı olduğu gelmemiş, geldiyse
bile umursamamış anlaşılan. Belki de böyle bir uzvu olmayan yaratıklar;
nebleyim, dev sümüklü böcekler ilişsin diye düşünülmüş. Bu güzel fikri bizim oğlan, her türden böcek uzmanı MeKaDe ile paylaşmak üzere
aklın münasip bir köşesine not etmeli. At’ın bu satış nişini oluşturduğu
şu nesnel zeminde
değerlendirmemiş oluşu eksi bir puan tabii. Koltuğun önüne fazladan her
santim için “TRL 6,99” desene mesela. Ya da,
kafalar iyice karışsın diye 3 santimi TRL 20.97 değil, 18,63 olsun. Gtüne güveniyorsan sen de hiç mesafe olmayanından al, minderde kedi gibi
, veya sırtını koltuk duvarına verip “it oturumu” pozisyonu ile
yolculuğu daha da ucuza getir. Böyle
güzel düşüncelerle hoşça vakit geçirirken ön
tarafta gençten bir hanım efendi
yüzündeki muazzam bıkkınlıkla elinde tuttuğu kemer tokasına
öbür uçtaki dili sokup çıkararak bir şeyler yapıyor, tepemizdeki cızırtılı bir
hoparlörden (burada o han duvarlarına
takılan çaycı hoparlörlerini en azından uçaklara monte etmeyi akıl ettiğini
fark edip seviniyorum) Türkçeye azıcık benzer, ama kelime boşluklarının kullanılmadığı
başka bir dilden koridorun ucundaki bayanın sokup çıkardığı şeyin mahiyeti ve
ehemmiyeti anlatılıyor “görülitakılırbelinizegeayarlanırptelefonuvediğerelektroniczlar…”
gibi bir şeyler duyuluyor. Aynı metnin
sanırım İngilizce olanı da var, ama yokmuş gibi yapmak sağlık açısından
daha akıllıca.
Dikkatimi öndeki koltuğun kafa dayama şeyine iliştirilmiş bezin
üstündeki “saçların da senin kadar enerji
dolu ve güçlü” yazısına, böyle şeyleri nasıl insanların ne maksatla yazmış
olabileceğine veriyorum. Bu arada, uçan
makinemiz beton pistte sakin, dingin, tenezzüh sür'ati ile uzun süredir yolculuk
ediyor, “bir sonraki ışıklardan sola dönüp otoyola çıkacak da Ankara’ya karadan
mı gidilecek” diye kendi kendime dalga geçerkeen; bu muazzam karmaşıklıktaki makinayı uçuran –
belki de parçaları tek tek birleştirmiş de olabilir - kişiliğin o ulvi sesini duyuyoruz.
"Kaptan"ımız Sanırım Bu Beydi |
Buğulu, yorgun, Fırat’ın kıyısında kaybolan
kuzunun hesabını bile verebilecek kadar ona buna hakim, bir o kadar da güngörmüş ve kırılgan bir ses
bu. Diğerlerinin aksine tane tane konuşuyor,
ses tonu o kadar nemli ki, o
konuşurken yardımcısının kokpitin
buğulanan camlarını sürekli sildiğine eminim. Adına “pilot” denilen
kişilik grubunun niye şu ses tonu ile konuşması
gerekir? Neden uçak kalktıktan yaklaşık 10-15 dakika sonra biz ölümlülerle
“malumaten bildirmek” sureti ile iletişim kurarlar? Neden “Yalova
üzerinden Beypazarı – Göynük istikameti”
nin fevkalade önemi konusunda
saplantılıdırlar? Eskiden kokpitin kapısı uçuş sırasında sıklıkla açık
bırakılır, içerideki kır saçlı favorili ve çok nazik beyefendilerin ne tür bir
iş yaptığı konusunda fikir sahibi olurduk. İnişte de çoğunlukla bir tanesi kapıda durur, milleti yolcu ederlerdi. Doksanların ortalarına kadar uçak yolcusuna sanki gerçekten “konuk” gibi davranılıyordu. ASIANA pilotları diğer uçuş ekibi aprona tek sıra halinde dizilip otobüse binen yolcuları baş selamı ile uğurlarlardı. vs, vs). Şimdilerde çelik kuşaklarla sağlamlaştırılmış kapılar – öyle sağlam ki, “anahtar” olarak balta kullanılsa bile açılamıyor - hep kapalı. Ama kabinde dolaşan ses tonu dikkate alındığında, içerde kalmaları daha hayırlı galiba. Sabahın o saatindeki hava trafik yoğunluğu yüzünden “kalkışta bilmem kaçıncı” olduğumuzu fısıldayan bu ses önü açık ipek bir sabahlık giymiş ve elindeki bu kovasının içindeki şampanya şişesini hafifçe döndüren kır saçlı zampara bir herifi getiriyor gözümün önüne. Kapıyı çalıp “yoğunluk” nasıl oluyor? Bu bilinmedik bir şey mi? Bazı uçaklar “aabi şuraya bi ilişeyim sevabına” mı diyor? Karşılıklı birer kadeh şampanya eşliğinde tartışsak…
Ama bunlara
vakit kalmadan “kabinekibiarkşlrımkalkışiçinyelrize-kabnkruvtekofpzişin” komutu duyuluyor. Biz avanak yolcularla
anlayacağımız şekilde tane tane konuşan
gökler hakimi bir anda profesyonelleşip, sadece o büyülü dünya üyelerinin anlayacağı dile dönüp, uçağı pistte koşturmaya başlıyor. Yaklaşık yirmi dakikadır kapalı telefonunu daha en
az bi kırk dakika kapalı tutmak zorunda kalacağı, yaşamsal bu en önemli fonksiyonu hadım edildiği için korkudan büyümüş gözleri ile pencereden bakan yan koltuktaki komşuma;
“beyefendi sizce de tuhaf değil mi şu meretin uçması? Netice itibarıyla yetmiş sekiz ton ağırlığında, basınçlanmış
metal bir tüp bu. Bir de şu var; kanatların altına skindirik bir şekilde tutturulmuş o her biri iki buçuk ton ağırlığındaki
motorların 111 kilo newtonluk bir itme
sağlayacağını söylüyorlar! Hayır, dedikleri gibi 111.000 newton itme olsa, efendime söyleyeyim; kanadın, gövdenin orada ne tür momentler oluşturur, torsiyonlar, yırtıp
tarumar etmez mi oraları?” diye
muhabbet açmaya hazırlanırken, havalandığımızı fark edip boş veriyorum.
“Catering” olayına da belki başka bir yazıda değinirim.
Şimdilik;
“kabinekibiarkşlrımkalkışiçinyelrize-kabnkruvtekofpzişin”
Capt. BvP
Fotoğraflar:İnternet. (Dip not filan da yok!)
6 yorum:
Hay çok yaşayın beni güldürdünüz. Esasen sizin için şahane heykeller girmişti görüş alanıma ama fotoğraf makinesi yanımda değildi, mecburen sadece kulağınızı çınlattım :)
Hastasıyım uçan minibüslerin. Bilet alırken asla cam kenarı alınmamalı ama. Kati surette sığılamıyor o koltuğa, sanki sadece hobbit'ler uçuyor anasını satayım. Sen hatırlarsın bir PanAm vardı, onlarla uçmak feci prestij sayılırdı. Neydi o günler azizim:(
Bu arada Malatya Haber seni neden takip ediyor? Geçen Edirne'de yurt dışına kaçırılmak istenen midye' ler ele geçirilmiş. Sen de kayısı kaçakçılığına başladıysan haber et, seve seve sana kurye olurum ben!
Merhaba Bay plastik, Balıkesir'in, çocukluğumun muhteşem Kervansaray Otel'i için arama yaparken sizi buldum. O güzelim binayı hatırlayıp hatırlattığınız için teşekkürler. Artık kayıplarımıza üzülmekten yoruldum, 'zaten bir gün güneş büyüyecek ve dünyayı yutacak, bunların hepsi de geçecek' diye teselli buluyorum. Uçan atlı şirketimizin 'güvenlik videosu' değişmiş sanırım. Çünkü yolcu ve mürettebatın bir takım şirinimsi ve tiz sesli çocuk tarafından canlandırıldığı dünyanın en acayip ve ürkütücüsü olan bu videoyu görmüş olsaydınız mutlaka onun hakkında da döktürürdünüz.
Blogunuzu ve yazılarınız zevkle takip edeceğim. Keyifli günler dilerim
Merhaba Bay/Bayan Adsız,
Yorumlarınız için çok teşekkür ederim. Evet, sıklıkla ben de aynı hisse kapılıyorum:"N'olacaksa olsun, tarumar ettiklerimiz de biz de kurtulalım" diye.
Uçan Atlı Şirketinin o "şipşirin" videosuna ben de bir iki kere denk geldim, müşterilerin zihinlere nüzul inmeye diye her yolculukta göstermiyor olabilirler! (Aslında şimdi aklıma geldi, belki de, onsuz uçuşları daha pahalı satmalılar "...sinir bozucu güvenlik filminin olmadığı uçuş tercih eden misafirlerimiz bu ayrıcalığa 6.99 Tele karşılığı..."
Yorum Gönder