* Bu lafın aynısını İngilizce
olarak - ama ukalalık olsun diye değil, başka dil bilmiyor adamcağız- 14 Nisan
1970’de Apollo 13’ün komutanı Bay James
A. Lovell sarf ediyor.
O tarihlerde Amerika şimdiki gibi
değil. Ayped, ayfon daha icat edilmemiş. Dişçi Bay Edward Zuckerberg bey’in bir
oğlan çocuk sahibi olmasına daha on dört yıl var. Fukara Amerikalılar da can
sıkıntısından Güneydoğu Asya ormanlarında yangın bombalarıyla insan avlayıp, Aya filan gidiyorlar.
Rabbim Yalnız Yıldız Eyaleti Dedi |
Tabi bizim derdimiz sağlık filan
değil. Hatta, zorumuz bu güzide şehirden iki saatlik mesafedeki başka bir yer
ile… CollegeSation/Bryan kasabasında konuşlu Texas - çok afedersiniz- A&M üniversitesine gideceğiz.
Hemen “Ulan sen bir orta yaşlı yedek
parça satıcısı adamsın, ne işin olur ilimle irfanla” demeyin, zamanında
bizde böyle üniversite çevrelerinden filan dostlar edindik. O dostlar ki seksenlerin
ortalarında birkaç sene içinde Bodrum gibi yerde genç bir hıyarı –bir parça
- adama dönüştürdüler. Kısacası hakları
ödenebilir değil. Geçen yıllar içinde ilişkimiz hiç kesilmedi. Yazları
Türkiye’de çalışmaya geldiklerinde birkaç gün de olsa gidip gördüm. Bana her
yıl dünyanın bir ucundan model uçaklar, zor bulunur kitaplar, bisiklet yaka fanilalar
filan taşıdılar. Yine her yıl sonbaharda Bodrum’daki güzel evlerinde bir hafta
geçirmemize izin verdiler. Kısaca, çok sabırlı eşhas. Sonra yıllar içinde
cebimiz bir miktar para gördü de, hayatta en değer verdiğim, adam yerine
koyduğum üç güzide insanı, Fredbey, Doktormengele ve Semaabla’yı yaşadıkları üniversite
kasabasında ziyaret edeceğiz. Bu Doktormengele çok acayip bir insandır. İnsan
diyorum ya, bakma lafın gelişi. Yarı insan yarı makine. Bildiğin siborg. Sözde
arkeolog geçinmekle birlikte, B24 bombardıman uçağının kanat aerodinamik özelliklerinden
tut; ontomoloji, kelebekler, türlü
mühendislik, Helenistik mimarlık, metalürji, buharlı lokomotifler, kısaca işe
yarayan, yaramayan ne varsa bilgisi dahilinde olup, sağlam bilgi birikiminin görkemli bir mendeburlukla bileşimidir. Otur on dakka konuş, sonra hayatının geri kalanını cahil bir salak hissiyatı ile geçir. Zaten seyahatimizin
esas –ve gizli- amacı da doktor’un
üniversitedeki odasında bulunan kitapları, tezleri ve sempozyum bildirilerini
eşeleyerek hoşça vakit geçirmek, gözüme kestirdiklerime el koymaktı. Yurdumdaki
yeni yetme çoğu dükkan/üniversitenin kütüphanesinde bulunandan daha fazla işe
yarar şey var bizim siborgun odasında.
Gıcır gıcır, kocaman ve tıklım
tıklım dolu uçağa biniyoruz. Fredbey de bizle geliyor , fakat onda para bol olduğu
için önde, daha konforlu bölümde seyahat edecek. En arkalarda bir yere Miki ile
beraber kurulup, hemen gözüme
kestirdiğim bir hostes hanımefendiye içinde bulunduğumuz aracın içinde yeterli miktarda bira olup olmadığını
soruyorum, aldığım cevap içimi rahatlatıyor. İçerisi çarşı hamamını andırmasına
rağmen servis filan pek güzel. Biçare
görevliler sürekli olarak bir şeyler tıkınma önerileri ile koşturup duruyor.
Elimdeki o her zamanki sıkıcı kitaplardan birine tam kendimi veremeden ve tüm
önerileri ciddi miktarda bira ile tüketip uzun saatler sonra, Türk hafif Osmanlı
müziği tımbırtıları eşliğinde Houston Corc Buş (baba olanı) havaalanına
iniyoruz. Vakit akşamüstü, havaalanı
kişiliksiz, bir parça köhne ve doğal olarak kocaman. Herhangi bir özellik
saptayabilmek için yırtınıyorum ama nafile. Tatsız bir yer işte.
“Defol Buşt”
Pintilik Edip Şunu almadım Ya, Bütün Seyahat boşa gitti. Çizmelere dikkat! |
Bu Prezidan Buş’un salak bi oğlu
vardı. O da allem etti kalem etti, nihayetinde başkan oldu. 2004 yazında da
Türkiye’ye geleceği tuttu kerrestenin. Gelmesin, gelse de istemediğimiz
anlaşılsın diye zart zurt edip, “defol Buşt” diye bağıranlar arasında ben de
vardım. Acaba kulağına mı gitti de babası oğlanın intikamını alıyor, diye
düşünüp dalga geçerken sıramız geldi huzura çıktık. Cumartesi günü sıkıcı bir mesainin sonlarındaki Güney Doğu
Asyalı oğlan kaatlarımıza bakıyor, parmaklarımızı bir yerle tutmamızı söylüyor
ve yapıştırıyor damgayı. O çok anlamlı “yolculuğunuzun amacı nedir” sorusunu
duymadığıma memnum tabii.
Kapıda Doktormengele bekliyor
bizleri, karşılıklı seyirtip sarılıyoruz. Herkes bu bktan yerden bir an önce
kurtulmak istiyor. Garajdan çıkıp, Doktor’un pek de iyi bilmediği anlaşılan
karmakarışık otoyol ormanındaki itiş kakışa biz de katılıyoruz.
Çöl Ulan Bura
Efendim, biz Türk çocuklarının
aklına “Teksas” denince ya Tommiks’in nişanlısının “turta” muhabbeti gelir ya,
“saloon” lar, ha bi de çöl... Yalan, külliyen yalan. Her yer, bağlık
bahçelik, otluk, çayır çimen. Bu avanak Teksaslı milleti otu, bağı bahçeyi sevdiği
yetmezmiş gibi, yabani çiçeğiyle filan
da gurur duyuyor. Yol kenarında, denizi andıran o çok güzel mavi çiçekleri - Blue Bonnet, Lupinus Texensis - durup mal gibi seyreden mi
ararsın, içine oturup hatıra fotoğrafı çektiren mi? Millet seyrediyor sadece. Kimsenin aklına “dur
şurdan topluyum bi güzel demet, şöyle eve, vazoya...” gelmiyor. Dedim ya, salak bunlar. Yol boyu bu mavi,
turuncu – Indian Paint Brush - çiçek denizinin
ötesindeki bomboş otlaklarda birkaç
upuzun boynuzlu, zekice bir tanımlamayla “Texas Long Horn” adı verilmiş sığır
tembelce otluyor. Zaman insanlar için de hayvanlar için de durmuş, ya da çok
yavaş geçiyor gibi. İnekler, yeşil
bomboş alanlar, alçak yayvan binalar, berrak ve güzel bir hava. Pastoral bir
aurası var buranın. Ama biraz tuhaf da sanki…
Çok büyük, boşluklu alanlarda yaşayan ve hiçbir şey için acelesi,
yapacak da fazla işi olmayan ahalinin belli ki canı sıkılıyor. Can sıkıntısını
izale maksatlı kocaman gıcır gıcır kamyonetlere atlayıp, kilise filan geziyorlar, adım başı kilise görüyoruz yollarda. Bu kadar
mabede değirmenin suyu nerden geliyor?
“U.S. Diyanet İsleri Baskanligi” filan mı var diye Mikiyle konu üzerinde
keyifle kafa ve çene yorarken, cevap bizim dostlardan geliyor: Bu kiliselerin cemaatleri tarafından
desteklenen, yalnızca onların parasal katkıları ile ayakta duran tamamen hür teşebbüse ait “işletmeler”
olduğunu öğreniyoruz. O yüzden de herkes elindeki malı en iyi şekilde satmaya
çalışıyor. Bu bize bazı kiliselerin neden görkemli, bakımlı ve şık olduklarını
ve önlerindeki kocaman, alışveriş merkezlerinde rastlanabilir boydaki
otoparkları açıklıyor. Demek onlar daha iyi, daha taze mal satıp daha çok müşteri
topluyorlar. Belki bazıları sürümden kazanıyor. İnsanın aklına “peki outleti, toptancısı filan da
var mı “ demek geliyor. Çok
müşterisi olmayan din evlerini oldukça mütevazi mimarilerinden anlayabiliyoruz.
Kiminin girişlerindeki büyük tabelalarda vaizin reklamı yapılıyor, birkaç özlü
söz var filan. “Vaazda olay… Kredi
Kartına Üç Taksit... Ayin Şimdi, Ödeme Hasattan Sonra…” türü yazılar da bekledim
ama göremedim. Belki de kaçırdım, bilmiyorum yani. Tuhaf olan başka bir şey de küçücük
kasabanın merkezinde de en az çevredeki ibadet müesseseleri kadar avukat,
kefalet bonocusu filan olması! Kocaman bir mahkeme, ona ek binalar filan da
cabası… Bi tuhaflık var o çok açık. Sanki insanlar can sıkıntısından ne
yapacaklarını bilemez halde kamyonetleri ile birilerini çiğneyip veya silahla
ortalığa ateş açıp, neticesinde mahkemelerde epey sürünmek sureti ile avukatlara,
kefalet bonocularına söğüşlenip, bir
daha bu işlere tövbe ederek kiliselere koşuyorlar gibi. Evet, galiba işin özeti bu.
Kalkıyor, E5'den Cennet. |
Bilgimizi Görgümüzü Artırıyoruz
Küçük Amerikan kasabaları
hakkında biraz daha bilgi sahibi olalım diye Semaabla bizi Bryan kasabasına
sabah saati bırakıp okula gidiyor, öğlene doğru buluşmak üzere sözleşiyoruz.
Ama arabadan indiğimiz andan itibaren burayı tek etmek konusunda dayanılmaz bir istek sarıyor ikimizin
de içini. İnanılmaz bir yer burası. Saat
sabahın onu ve ortalıkta bir Allahın
kulu yok! Yürüyen insan evladı görmeyi zaten ümit
etmiyordum da, arabayla dolaşan da
yok. Her yer terk edilmiş gibi. Anlamsızca
geniş sokaklarda bir süre sürtüp birkaç hediyelik
eşya dükkanına girip çıkıyoruz. Atmosfer,
satılan bok püsür ve satıcıların
tavrı bizim Galata’daki züppe butikleri andırıyor. Ulan Texas’ın
göbeğindesiniz. Kime bu hava? Halbuki ben Norman Rockwell ortamları veya adı “Twyla Fay” o da olmadı “Kimberley” olan güneyli beybilerin bira
ve etli patates servisi yaptığı; üzerinde “John Deere” yazılı plastik şapkaları
ile tütün çiğneyen köylülerin ve kamyoncuların sessizce bilardo oynadığı loş ve güzel barlar bulacağımızı hayal
ediyordum.
Birkaç kuaför ve kefalet
bonocusundan, bir de dünyanın en gerekli şeyiymiş gibi kovboy şapkaları satan
dükkandan başka hiçbir yerde yaşam belirtisi algılanmıyor. “Geri dönelim, evde veya okulda takılırız” diyoruz da, gel gör ki
bırak otobüs tertibatını, taksi bile yok
ortamlarda. Miki bir kuaföre girip “taksi”
adlı cihaz hakkında bilgi almaya
çalışıyor, içeride bulunan organizma kendisine Türkçe “koçum buralarda şöyle iyi bi işkembeci veya cağ kebapçısı filan var mı”
demişiz gibi baka kalıyor yüzümüze.
Ulan Bir tane Allahın Kulu Olmaz mı? |
Çaresiz iki kasaba arasındaki birkaç
kilometreyi yürüyeceğiz. Kasabın çıkışı terk edilmiş depolar, kamyonet
tekerleği satıcıları, kamyonet tamircileri, kullanılmış motorlu araç
satıcıları, ucuz, sefil moteller ve çok,
çok ucuza ıvır zıvır satan marketlerle dolu. Birine giriyoruz, satılan en karmaşık
ürünün altılı pakette naylon bira
altlığı, en pahalı şeyin de bir dolar sıfır beş sent olduğu acıklı bir yer burası. Ortalıkta Meksikalı olduğu anlaşılan çirkin karılar ellerinde sepetlerle
dolaşıyorlar. Benim aklımdaki gelişmiş tüketim toplumu resmine hiç uymayan işletmeye
fazla dayanamayıp çıkıyoruz. Bu tuhaf yerde tüm kapalı mekanlarda klimalar son
takatleriyle çalışıyor. Bir gün önceki Houston Johnson Space Center gezimizden
beri boğazım ağrıyor ve kendimi berbat hissediyorum, anlaşılan hastalık kapıda.
Biraz ilerde “Dollar General” adlı başka bir patetik market var. Bununla
beraber bizim general öyle osuruk bir işletme değil… Genellikle güneydeki ufak
kasabaları gözüne kestirerek büyüyen ve ülke genelinde yaklaşık on bin dükkanı
olan bir dev. Seyahat planlarımda bir Dollar General gezisi de vardı ama,
kendimi gittikçe bitkin ve yorgun hissediyorum. Otomatik açılır şemsiye, iş
eldiveni ve/veya buzdolabı kapağı mıknatısı görebilecek durumda değilim.
Yol boyunca yürümeye devam
ediyoruz. Kaldırımlar inanılmayacak kadar geniş ve boş, ortalıkta halen kimse
görünmüyor. Ana yola çıkmak üzereyken bizle karşılaşan sürücüler durup nazikçe yol
veriyorlar. Her an birinin şerifi aramış
olduğunu ve birazdan önümüzü kesecek olan sirenleri açık arabayı bekliyoruz.
Şerif inecek ve “hey ! Siz iki hıyar... Ne
yaptığınızı sanıyorsunuz ha? biz burada yabancıları, hem de arabasız
yabancıları sevmeyiz” diyecek. Biz de sinirlenip kasabayı ateşe vereceğiz
sonra, yatıştırmak için acemi birliğinden Tosyalı bölük astsubayımı arayıp
bulacaklar, o beni ikna edecek filan. Neyse, şerifi beklerken sıkılmayalım diye
duvarında “Pawn Shop” yazan başka bir sefalet konağından içeri giriyoruz.
Burası bildiğin rehineci. Loş bir
köşedeki tezgahta Meksikalı oldukları belli gençten oğlanlar duruyor ve ilgiyle
bize bakıyorlar. Girişin hemen yanında motorlu testere, yanında da Ümit Besen model bir elektrikli
piyano var . Yerde kocaman şapkalı bir herif çömelmiş, plastik leğenden cıvata
seçiyor. Dükkanın içlerine doğru altı camlı başka bir tezgahta walkmanlar, eski
saatler, boktan fotoğraf makineleri, tuşları eksik dizüstü bilgisayarlar seçmeye
başlıyorum. Ne dükkan belgesel kanalında gördüğümüz o şıkır şıkır yere, ne de
içindeki herifler o dükkandaki sevimsiz ama
-en azından – güleç ve semiz Amerikalı aileye benziyor. Bu herifler her
an kollarımızı motorlu testere ile kesip saatlerimizi aldıktan sonra öldürüp,
dükkanın zeminine gömecek gibiler. Akşam evde o dükkandaki çoğu malın etraftaki
küçük hırsızlar tarafından çalınan şeyler olduğunu, parasıyla da uyuşturucu
alındığını öğreniyoruz. Bize saldırıp soymamış olmalarının tek nedeni durumun
gözlerine fazla kolay görünmüş olması olabilir.
“Hey Migel, her şey bu kadar da uygun olamaz. Federallerin bir tuzağı bu. Sakın sazan gibi atlama dostum!”
Su Almak Kolay mı?
Azcık daha yürüyüp kapağı biraz
ileride başka bir süpermarkete atıyoruz. Elbette burası da donuyor, vakit
geçsin diye raflar arasında dolaşıyoruz. Düz bir saptamayla “boku çıkmış”
şeklinde özetlenebilecek bir tüketim malı tipolojisi var burada. Amerikalıların
kişisel temizliğe ne kadar düşkün oldukları hemen anlaşılıyor; ağzı, kıçı
kokmasın, çevresinde ter kokusu bulutu ile dolaşmasın diye satılan nesnenin
haddi hesabı yok. Bolca kullanıyor da namussuzlar, hiç kokanına rastlamadım. Yaşlı, genç, zengin,
fakir, kadın erkek herkes tertemiz (bi tek o Migel’den pek emin değilim). Fakat
şahsi kanaatim, fazla seçeneğin insan doğasına her zaman uygun olmadığı.
Su, bildiğimiz, hani şu çeşmeden
akan, içilebilir türden su alacaksın değil mi? E o kadar kolay değil bu işler.
Önce içecekler bölümüne gidip; raflar, nesiller boyu uzanan meyve suları, doğal meyve suları,
sentetik meyve suları, çok sentetik
meyve suları (tabii böyle demiyorlar,
hepsinin çok fiyakalı isimleri var) sütlü içecekler, gazlı içecekler bölümlerini
geçip, -eğer- bulabilirsen su bölümüne
geliyorsun. Nedense üreticilerin işine bu
sıvıyı düz “su” olarak satmak gelmediğinden, yasemin kokulu olanı, çim bilmemnesi
kokulusu, yağmurda kalmış ıslak köpek gibi kokan, yarım gazlı olan, yarım gazlıya yasemin kokusu
katılmış olanlarını satıyorlar. Bu açıdan bizim park ve bahçeler müdürlükleri
ile şaşırtıcı bir benzerlikleri var. Yahu otoyolun iki yanındaki tümseklere düz
çim eksenize, sadece çim! Ama hayır, illa üçgen
çiçek tarhları, onları sınırlayan odunlar, köşelere bodur bitkiler ekip
b.kunu çıkarmak gerekli. Her iki gruba da bir şey basit, düz ve sade olursa
yetersiz ve kötü olurmuş gibi geliyor. Globalleşme işte böyle bişey.
Uzun uğraşlardan sonra buluyoruz bizim dostu. Bu çalışmalar sırasında
et, türlü kümes hayvanı ve soğuk satılır diğer yiyecek bölümlerine yaklaşmamaya
dikkat ediyoruz. Mekandaki genel ısı düşüklüğü yetmezmiş gibi bu bölümler özel
olarak, ceset saklanıyormuşçasına soğuk. Bir şişe normal içme suyunun aynı boydaki
sentetik portakal suyundan daha pahalı olduğunu fark edip yüksek sesle küfür
etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bereket versin, yiyecek içecek –esasen
her şey - yurdumla kıyaslandığında
oldukça ucuz.
Doyamayanlar İçin Tekrar Bryan, TX |
Gittikçe kendimi daha kötü
hissediyorum. Hem artık iyice emin olduğun gripten hem de bütün bir sabahı
anlamsızca dolaşarak geçirmiş olmaktan moralim iyice bozuyor. İşin çığrından
çıkmaya başladığın sezen Miki, önündeki
mevzilere topçu atışı isteyecek subay titizliği ile konumuzu
saptadıktan sonra durumu telefonla Semaabla’ya
bildiriyor. Hassas verilmiş koordinatlara rağmen Semaabla’yı bulunduğumuz yer
ve oradaki kocaman alışveriş merkezi konusunda ikna edemiyoruz bir türlü. Çünkü
oradan en son geçtiğinde şimdi
otoparkında beklediğimiz tüketim mabedi yokmuş! Dolayısıyla orada
olmamamız gerektiğini söylüyor. Çevreme
bakıp “ulan acaba tüm bunlar Bryan
belediyesinin kenti yürüyerek kat eden biz iki hıyara düzenlemiş olduğu bir
şaka mı? Kasabanın merkezine kurulmuş dev ekranlarda halimize bakıp katıla
katıla gülüyorlar mıdır?” Diyorum Miki’ye. O da benzer hisler içinde.
Semabla’yı sonunda inandırıyoruz ve yarı melek
yarı insan – daha çok melek- ev sahibemiz kısa sürede gelip bizi kurtarıyor bu
gerçek üstü yerden. Öğleden sonrayı bitkin bir şekilde yatakta dinlenerek
geçiriyorum ama çok mutluyum. Sabahki uzun yürüyüş sırasında rehinecideki o dingillere, süpermarketlerdekilere ve bilimum kasaba
halkına grip mikrobu bulaştırmış olabileceğimi düşünüp seviniyorum.
Belki Cennet College Station/Bryan civarındaki gezilerimizi de bi ara yazarım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder