Emsallerine faiktir

Mayıs 06, 2014

Houston, Bi Sıkıntımız Var! *


* Bu lafın aynısını İngilizce olarak - ama ukalalık olsun diye değil, başka dil bilmiyor adamcağız- 14 Nisan 1970’de Apollo 13’ün komutanı  Bay James A. Lovell sarf ediyor. 
O tarihlerde Amerika şimdiki gibi değil. Ayped, ayfon daha icat edilmemiş. Dişçi Bay Edward Zuckerberg bey’in bir oğlan çocuk sahibi olmasına daha on dört yıl var. Fukara Amerikalılar da can sıkıntısından Güneydoğu Asya ormanlarında yangın bombalarıyla insan avlayıp,  Aya filan gidiyorlar.

Rabbim Yalnız Yıldız Eyaleti Dedi
Biz de “Houston için yolculuk vaktidir” dediğimizde eş dost hemen “hayrola bi sıkıntı mı var” diye sordu. Doğru ya,  orası öyle sebepsiz gidilebilecek bir yer değil.  Bizim Maraş’ın dondurması, Devrek’in bastonu  gibi onları da hastanesi, doktoru meşhur. Eski maliye bakanlarımızdan birinin sayın eşlerine Rabbim Cleveland demiş olsa da, Türk milleti zorlu illetlerin çaresi için umumiyetle Houston’un yolunu tutar.

Tabi bizim derdimiz sağlık filan değil. Hatta, zorumuz bu güzide şehirden iki saatlik mesafedeki başka bir yer ile… CollegeSation/Bryan kasabasında konuşlu Texas  - çok afedersiniz- A&M üniversitesine gideceğiz. Hemen “Ulan sen bir orta yaşlı yedek parça satıcısı adamsın, ne işin olur ilimle irfanla” demeyin, zamanında bizde böyle üniversite çevrelerinden filan dostlar edindik. O dostlar ki seksenlerin ortalarında birkaç sene içinde Bodrum gibi yerde genç bir hıyarı –bir parça -  adama dönüştürdüler. Kısacası hakları ödenebilir değil. Geçen yıllar içinde ilişkimiz hiç kesilmedi. Yazları Türkiye’de çalışmaya geldiklerinde birkaç gün de olsa gidip gördüm. Bana her yıl dünyanın bir ucundan model uçaklar, zor bulunur kitaplar, bisiklet yaka fanilalar filan taşıdılar. Yine her yıl sonbaharda Bodrum’daki güzel evlerinde bir hafta geçirmemize izin verdiler. Kısaca, çok sabırlı eşhas. Sonra yıllar içinde cebimiz bir miktar para gördü de, hayatta en değer verdiğim, adam yerine koyduğum üç güzide insanı, Fredbey, Doktormengele ve Semaabla’yı yaşadıkları üniversite kasabasında ziyaret edeceğiz. Bu Doktormengele çok acayip bir insandır. İnsan diyorum ya, bakma lafın gelişi. Yarı insan yarı makine.  Bildiğin siborg. Sözde arkeolog geçinmekle birlikte, B24 bombardıman uçağının kanat aerodinamik özelliklerinden tut; ontomoloji, kelebekler,  türlü mühendislik, Helenistik mimarlık, metalürji, buharlı lokomotifler, kısaca işe yarayan, yaramayan ne varsa bilgisi dahilinde olup, sağlam  bilgi birikiminin görkemli bir mendeburlukla bileşimidir. Otur on dakka konuş, sonra hayatının geri kalanını cahil bir salak hissiyatı ile geçir.  Zaten seyahatimizin esas –ve gizli- amacı  da doktor’un üniversitedeki odasında bulunan kitapları, tezleri ve sempozyum bildirilerini eşeleyerek hoşça vakit geçirmek, gözüme kestirdiklerime el koymaktı. Yurdumdaki yeni yetme çoğu dükkan/üniversitenin kütüphanesinde bulunandan daha fazla işe yarar şey var bizim siborgun odasında.
 
Gıcır gıcır, kocaman ve tıklım tıklım dolu uçağa biniyoruz.  Fredbey  de bizle geliyor , fakat onda para bol olduğu için önde, daha konforlu bölümde seyahat edecek. En arkalarda bir yere Miki ile beraber kurulup,  hemen gözüme kestirdiğim bir hostes hanımefendiye içinde bulunduğumuz aracın içinde  yeterli miktarda bira olup olmadığını soruyorum, aldığım cevap içimi rahatlatıyor. İçerisi çarşı hamamını andırmasına rağmen servis filan pek güzel.  Biçare görevliler sürekli olarak bir şeyler tıkınma önerileri ile koşturup duruyor. Elimdeki o her zamanki sıkıcı kitaplardan birine tam kendimi veremeden ve tüm önerileri ciddi miktarda bira ile tüketip uzun saatler sonra, Türk hafif Osmanlı müziği tımbırtıları eşliğinde Houston Corc Buş (baba olanı) havaalanına iniyoruz. Vakit akşamüstü,  havaalanı kişiliksiz, bir parça köhne ve doğal olarak kocaman. Herhangi bir özellik saptayabilmek için yırtınıyorum ama nafile. Tatsız bir yer işte.

“Defol Buşt”

Pintilik Edip Şunu almadım Ya, Bütün Seyahat boşa gitti.
Çizmelere dikkat! 
Birleşik Devletlerde zaman geçirmeye meraklı birkaç yüz insanın yüzüne bakmak, fotoğrafını çekmek, bi yerlere parmak bastırtmak ve iş olsun diye arada saçma sapan sorular sormak için çok az miktarda görevlinin olduğu pasaport kontrolünden geçebilmek için usanç ve nefretle saatlerce bekliyoruz. Sıkıntıdan Miki’ye, “eğer şu hıyarlardan biri kalacağımız adresi sorarsa; necrofilia drive,  69 cunnilungus blocks olarak bildireceğim” deyip korkutuyorum. Milliyet ayrımı gözetmeksizin devlet memurları ile benzeri şakalaşmalarıma geçmişte de şahit olduğu için cidden ürküyor. Şaka olduğunu söyleyip rahatlatmaya çalışıyorum ama nafile, aklının bir yerlerine yerleşti fikir. Havaalanından çıkana dek rahat etmeyecek artık.
Bu Prezidan Buş’un salak bi oğlu vardı. O da allem etti kalem etti, nihayetinde başkan oldu. 2004 yazında da Türkiye’ye geleceği tuttu kerrestenin. Gelmesin, gelse de istemediğimiz anlaşılsın diye zart zurt edip, “defol Buşt” diye bağıranlar arasında ben de vardım. Acaba kulağına mı gitti de babası oğlanın intikamını alıyor, diye düşünüp dalga geçerken sıramız geldi huzura çıktık. Cumartesi günü  sıkıcı bir mesainin sonlarındaki Güney Doğu Asyalı oğlan kaatlarımıza bakıyor, parmaklarımızı bir yerle tutmamızı söylüyor ve yapıştırıyor damgayı. O çok anlamlı “yolculuğunuzun amacı nedir” sorusunu duymadığıma memnum tabii.
Kapıda Doktormengele bekliyor bizleri, karşılıklı seyirtip sarılıyoruz. Herkes bu bktan yerden bir an önce kurtulmak istiyor. Garajdan çıkıp, Doktor’un pek de iyi bilmediği anlaşılan karmakarışık otoyol ormanındaki itiş kakışa biz de katılıyoruz.

Çöl Ulan Bura
Efendim, biz Türk çocuklarının aklına “Teksas” denince ya Tommiks’in nişanlısının “turta” muhabbeti gelir ya, “saloon” lar, ha  bi de çöl...  Yalan, külliyen yalan. Her yer, bağlık bahçelik, otluk, çayır çimen. Bu avanak Teksaslı milleti otu, bağı bahçeyi sevdiği yetmezmiş gibi,  yabani çiçeğiyle filan da gurur duyuyor. Yol kenarında, denizi andıran o çok güzel mavi çiçekleri  - Blue Bonnet,  Lupinus Texensis - durup mal gibi seyreden mi ararsın, içine oturup hatıra fotoğrafı çektiren mi?  Millet seyrediyor sadece.  Kimsenin aklına  “dur şurdan topluyum bi güzel demet, şöyle eve, vazoya...”  gelmiyor. Dedim ya, salak bunlar. Yol boyu bu mavi, turuncu – Indian Paint Brush -  çiçek denizinin ötesindeki  bomboş otlaklarda   birkaç  upuzun boynuzlu, zekice bir tanımlamayla “Texas Long Horn” adı verilmiş sığır tembelce otluyor. Zaman insanlar için de hayvanlar için de durmuş, ya da çok yavaş geçiyor gibi.  İnekler, yeşil bomboş alanlar, alçak yayvan binalar, berrak ve güzel bir hava. Pastoral bir aurası var buranın. Ama biraz tuhaf da sanki…  Çok büyük, boşluklu alanlarda yaşayan ve hiçbir şey için acelesi, yapacak da fazla işi olmayan ahalinin belli ki canı sıkılıyor. Can sıkıntısını izale maksatlı kocaman gıcır gıcır kamyonetlere atlayıp,  kilise filan geziyorlar,  adım başı kilise görüyoruz yollarda. Bu kadar mabede değirmenin suyu nerden geliyor?  “U.S. Diyanet İsleri Baskanligi” filan mı var diye Mikiyle konu üzerinde keyifle kafa ve çene yorarken, cevap bizim dostlardan geliyor:  Bu kiliselerin cemaatleri tarafından desteklenen, yalnızca onların parasal katkıları ile ayakta duran  tamamen hür teşebbüse ait “işletmeler” olduğunu öğreniyoruz. O yüzden de herkes elindeki malı en iyi şekilde satmaya çalışıyor. Bu bize bazı kiliselerin neden görkemli, bakımlı ve şık olduklarını ve önlerindeki kocaman, alışveriş merkezlerinde rastlanabilir boydaki otoparkları açıklıyor. Demek onlar daha iyi, daha taze mal satıp daha çok müşteri topluyorlar. Belki bazıları sürümden kazanıyor. İnsanın aklına “peki outleti, toptancısı filan da var mı “  demek geliyor. Çok müşterisi olmayan din evlerini oldukça mütevazi mimarilerinden anlayabiliyoruz. Kiminin girişlerindeki büyük tabelalarda vaizin reklamı yapılıyor, birkaç özlü söz var filan. “Vaazda olay… Kredi Kartına Üç Taksit... Ayin Şimdi, Ödeme Hasattan Sonra…” türü yazılar da bekledim ama göremedim. Belki de kaçırdım, bilmiyorum yani. Tuhaf olan başka bir şey de küçücük kasabanın merkezinde de en az çevredeki ibadet müesseseleri kadar avukat, kefalet bonocusu filan olması! Kocaman bir mahkeme, ona ek binalar filan da cabası… Bi tuhaflık var o çok açık. Sanki insanlar can sıkıntısından ne yapacaklarını bilemez halde kamyonetleri ile birilerini çiğneyip veya silahla ortalığa ateş açıp, neticesinde mahkemelerde epey sürünmek sureti ile avukatlara, kefalet bonocularına söğüşlenip,  bir daha bu işlere tövbe ederek kiliselere koşuyorlar gibi.  Evet, galiba işin özeti bu.


Kalkıyor, E5'den Cennet.

Bilgimizi Görgümüzü Artırıyoruz
Küçük Amerikan kasabaları hakkında biraz daha bilgi sahibi olalım diye Semaabla bizi Bryan kasabasına sabah saati bırakıp okula gidiyor, öğlene doğru buluşmak üzere sözleşiyoruz. Ama arabadan indiğimiz andan itibaren burayı tek etmek  konusunda dayanılmaz bir istek sarıyor ikimizin de içini. İnanılmaz bir yer burası.  Saat sabahın  onu ve ortalıkta bir Allahın kulu yok!   Yürüyen insan evladı görmeyi zaten ümit etmiyordum da,  arabayla dolaşan da yok.  Her yer terk edilmiş gibi. Anlamsızca geniş sokaklarda bir süre sürtüp  birkaç hediyelik eşya dükkanına girip çıkıyoruz.  Atmosfer, satılan bok püsür  ve satıcıların tavrı  bizim  Galata’daki züppe butikleri andırıyor. Ulan Texas’ın göbeğindesiniz. Kime bu hava? Halbuki ben Norman Rockwell ortamları veya  adı  “Twyla Fay” o da olmadı “Kimberley” olan güneyli beybilerin bira ve etli patates servisi yaptığı; üzerinde “John Deere” yazılı plastik şapkaları ile tütün çiğneyen köylülerin ve kamyoncuların  sessizce bilardo oynadığı  loş ve güzel barlar bulacağımızı hayal ediyordum.
Ulan Bir tane Allahın Kulu Olmaz mı?
Birkaç kuaför ve kefalet bonocusundan, bir de dünyanın en gerekli şeyiymiş gibi kovboy şapkaları satan dükkandan başka hiçbir yerde yaşam belirtisi algılanmıyor. “Geri dönelim, evde veya okulda takılırız” diyoruz da, gel gör ki bırak  otobüs tertibatını, taksi bile yok ortamlarda.  Miki bir kuaföre girip “taksi” adlı cihaz  hakkında bilgi almaya çalışıyor, içeride bulunan organizma kendisine Türkçe “koçum buralarda şöyle iyi bi  işkembeci veya cağ kebapçısı filan var mı” demişiz gibi baka kalıyor yüzümüze.


Çaresiz iki kasaba arasındaki birkaç kilometreyi yürüyeceğiz. Kasabın çıkışı terk edilmiş depolar, kamyonet tekerleği satıcıları, kamyonet tamircileri, kullanılmış motorlu araç satıcıları, ucuz, sefil moteller  ve çok, çok ucuza ıvır zıvır satan marketlerle  dolu. Birine giriyoruz, satılan en karmaşık ürünün altılı pakette  naylon bira altlığı, en pahalı şeyin de bir dolar sıfır beş sent olduğu acıklı bir yer burası. Ortalıkta Meksikalı olduğu anlaşılan çirkin karılar ellerinde sepetlerle dolaşıyorlar. Benim aklımdaki gelişmiş tüketim toplumu resmine hiç uymayan işletmeye fazla dayanamayıp çıkıyoruz.  Bu tuhaf yerde tüm kapalı mekanlarda klimalar son takatleriyle çalışıyor. Bir gün önceki Houston Johnson Space Center gezimizden beri boğazım ağrıyor ve kendimi berbat hissediyorum, anlaşılan hastalık kapıda. Biraz ilerde “Dollar General” adlı başka bir patetik market var. Bununla beraber bizim general öyle osuruk bir işletme değil… Genellikle güneydeki ufak kasabaları gözüne kestirerek büyüyen ve ülke genelinde yaklaşık  on bin  dükkanı olan bir dev. Seyahat planlarımda bir Dollar General gezisi de vardı ama, kendimi gittikçe bitkin ve yorgun hissediyorum. Otomatik açılır şemsiye, iş eldiveni ve/veya buzdolabı kapağı mıknatısı görebilecek durumda değilim.
 
Yol boyunca yürümeye devam ediyoruz. Kaldırımlar inanılmayacak kadar geniş ve boş, ortalıkta halen kimse görünmüyor. Ana yola çıkmak üzereyken bizle karşılaşan sürücüler durup nazikçe yol veriyorlar.  Her an birinin şerifi aramış olduğunu ve birazdan önümüzü kesecek olan sirenleri açık arabayı bekliyoruz. Şerif inecek ve “hey ! Siz iki hıyar... Ne yaptığınızı sanıyorsunuz ha? biz burada yabancıları, hem de arabasız yabancıları sevmeyiz” diyecek. Biz de sinirlenip kasabayı ateşe vereceğiz sonra, yatıştırmak için acemi birliğinden Tosyalı bölük astsubayımı arayıp bulacaklar, o beni ikna edecek filan. Neyse, şerifi beklerken sıkılmayalım diye  duvarında “Pawn Shop” yazan başka bir sefalet konağından içeri giriyoruz. Burası bildiğin  rehineci. Loş bir köşedeki tezgahta Meksikalı oldukları belli gençten oğlanlar duruyor ve ilgiyle bize bakıyorlar. Girişin hemen yanında motorlu testere, yanında da  Ümit Besen model bir elektrikli piyano var . Yerde kocaman şapkalı bir herif çömelmiş, plastik leğenden cıvata seçiyor. Dükkanın içlerine doğru altı camlı başka bir tezgahta walkmanlar, eski saatler, boktan fotoğraf makineleri, tuşları eksik dizüstü bilgisayarlar seçmeye başlıyorum. Ne dükkan belgesel kanalında gördüğümüz o şıkır şıkır yere, ne de içindeki herifler o dükkandaki sevimsiz ama  -en azından – güleç ve semiz Amerikalı aileye benziyor. Bu herifler her an kollarımızı motorlu testere ile kesip saatlerimizi aldıktan sonra öldürüp, dükkanın zeminine gömecek gibiler. Akşam evde o dükkandaki çoğu malın etraftaki küçük hırsızlar tarafından çalınan şeyler olduğunu, parasıyla da uyuşturucu alındığını öğreniyoruz. Bize saldırıp soymamış olmalarının tek nedeni durumun gözlerine fazla kolay görünmüş olması olabilir. 
Hey Migel, her şey bu kadar da uygun olamaz.  Federallerin bir tuzağı bu. Sakın sazan gibi atlama dostum!”
 
Hayır Nüyork'taki Değil, Bu "Holiday" Olan. Byan Çıkışı, Yan Yol, TX.
Su Almak Kolay mı?

 
Azcık daha yürüyüp kapağı biraz ileride başka bir süpermarkete atıyoruz. Elbette burası da donuyor, vakit geçsin diye raflar arasında dolaşıyoruz. Düz bir saptamayla “boku çıkmış” şeklinde özetlenebilecek bir tüketim malı tipolojisi var burada. Amerikalıların kişisel temizliğe ne kadar düşkün oldukları hemen anlaşılıyor; ağzı, kıçı kokmasın, çevresinde ter kokusu bulutu ile dolaşmasın diye satılan nesnenin haddi hesabı yok. Bolca kullanıyor da namussuzlar,  hiç kokanına rastlamadım. Yaşlı, genç, zengin, fakir, kadın erkek herkes tertemiz (bi tek o Migel’den pek emin değilim). Fakat şahsi kanaatim, fazla seçeneğin insan doğasına her zaman uygun olmadığı.
Su, bildiğimiz, hani şu çeşmeden akan, içilebilir türden su alacaksın değil mi? E o kadar kolay değil bu işler. Önce içecekler bölümüne gidip; raflar, nesiller  boyu uzanan meyve suları, doğal meyve suları, sentetik  meyve suları, çok sentetik meyve suları  (tabii böyle demiyorlar, hepsinin çok fiyakalı isimleri var) sütlü içecekler, gazlı içecekler bölümlerini geçip, -eğer- bulabilirsen su bölümüne geliyorsun. Nedense üreticilerin işine  bu sıvıyı düz “su” olarak satmak gelmediğinden, yasemin kokulu olanı, çim bilmemnesi kokulusu, yağmurda kalmış ıslak köpek gibi kokan, yarım gazlı olan, yarım gazlıya yasemin kokusu katılmış olanlarını satıyorlar. Bu açıdan bizim park ve bahçeler müdürlükleri ile şaşırtıcı bir benzerlikleri var. Yahu otoyolun iki yanındaki tümseklere düz çim eksenize, sadece çim! Ama hayır, illa üçgen  çiçek tarhları, onları sınırlayan odunlar, köşelere bodur bitkiler ekip b.kunu çıkarmak gerekli. Her iki gruba da bir şey basit, düz ve sade olursa yetersiz ve kötü olurmuş gibi geliyor. Globalleşme işte böyle bişey.
Uzun uğraşlardan sonra  buluyoruz bizim dostu. Bu çalışmalar sırasında et, türlü kümes hayvanı ve soğuk satılır diğer yiyecek bölümlerine yaklaşmamaya dikkat ediyoruz. Mekandaki genel ısı düşüklüğü yetmezmiş gibi bu bölümler özel olarak, ceset saklanıyormuşçasına soğuk.  Bir şişe normal içme suyunun aynı boydaki sentetik portakal suyundan daha pahalı olduğunu fark edip yüksek sesle küfür etmekten başka bir şey gelmiyor elimden. Bereket versin, yiyecek içecek –esasen her şey -  yurdumla kıyaslandığında oldukça ucuz.


Doyamayanlar İçin Tekrar Bryan, TX
Gittikçe kendimi daha kötü hissediyorum. Hem artık iyice emin olduğun gripten hem de bütün bir sabahı anlamsızca dolaşarak geçirmiş olmaktan moralim iyice bozuyor. İşin çığrından çıkmaya başladığın sezen Miki, önündeki mevzilere topçu atışı  isteyecek subay titizliği ile konumuzu saptadıktan sonra  durumu telefonla Semaabla’ya bildiriyor. Hassas verilmiş koordinatlara rağmen Semaabla’yı bulunduğumuz yer ve oradaki kocaman alışveriş merkezi konusunda ikna edemiyoruz bir türlü. Çünkü oradan en son geçtiğinde şimdi  otoparkında beklediğimiz tüketim mabedi yokmuş! Dolayısıyla orada olmamamız gerektiğini söylüyor.  Çevreme bakıp “ulan acaba tüm bunlar Bryan belediyesinin kenti yürüyerek kat eden biz iki hıyara düzenlemiş olduğu bir şaka mı? Kasabanın merkezine kurulmuş dev ekranlarda halimize bakıp katıla katıla gülüyorlar mıdır?” Diyorum Miki’ye. O da benzer hisler içinde. Semabla’yı  sonunda inandırıyoruz ve yarı melek yarı insan – daha çok melek- ev sahibemiz kısa sürede gelip bizi kurtarıyor bu gerçek üstü yerden. Öğleden sonrayı bitkin bir şekilde yatakta dinlenerek geçiriyorum ama çok mutluyum. Sabahki uzun yürüyüş  sırasında rehinecideki o dingillere,  süpermarketlerdekilere ve bilimum kasaba halkına grip mikrobu bulaştırmış olabileceğimi düşünüp seviniyorum.

Belki Cennet  College Station/Bryan civarındaki  gezilerimizi de bi ara yazarım. 

Hiç yorum yok: