Emsallerine faiktir

Aralık 01, 2015

Nerden Geldik Buraya? (Peki Nereye Gideceğiz?)



"We will sell it sir, we will."
SALT ’da yine tekinsiz bir sergi vardı. Geçen yıl gördüğüm  Yazlık  sergisi ile ilgili  “artık bu işler çocukluğumun sergileri gibi değil, imkanlar fevkalade tekamül etti. Neleri nasıl anlatıyorlar, insan şallak mallak oluyor. Hem, bu işleri yapanlar çok zeki çook”  türü ahkamlar kesmiştim.  Tabii safım o zamanlar,  SALT başıma daha ne çoraplar örecek bilmiyorum.  Sonra sanırım oturup,  “şu avanak BvP’ye  bir oyun oynayalım; bi çorap örelim,  şey yapalım görsün dünya kaç bucak”  dediler. Yeni  yaptıkları sergiyi anlamak, hazmedebilmek için çok kere gitmem, yolda da  birkaç fırıncıya uğrayıp çokça ekmek yemek gerekti. Yine de hiçbir şeyden emin değilim. Aslında yazmayıp, “ne haliniz varsa görün, zaten siz de her b.ku biliyorsunuz” diyecektim ama, kaç zamandır bu konuda internette dolaşan  papağan tekrarı ve  böcek aklıyla yazılmış  tanıtım şeylerini,  bilir bilmez eleştirileri okuyunca, ciddi bir beşeriyet vazifesi  ile karşı karşıya olduğum belliydi.
Bu, otuz küsur evveli anlatan kronolojik  bir tarz-ı  hayat;   yaşam nesneleri anlatıcısı,  folklorik bir sergi değil-miş,  keşke öyle olsaydı.  Netaş marka fıstık yeşili  telefonlar, stres bilezikleri ve Yasemin Evcim’in “Gece Jimnastiği” programında giydiği taytı filan göreceğimi düşünüp heveslenmiştim.  İlk gezdiğimde (“tanısan sen de seversin” meseli,  birkaç defa gezdikten sonra iş başka türlü bir anlam zenginliği kazanıyor) “seksenlerde değişen fiziksel çevreye daha fazla vurgu yapılmalıydı”, “insana ait gündelik ilişkiler ekseninden bakılmıyor”, “nesne/insan ilişkilerinin değişen çevresi eksik” türü zart zurt ettim. Gel gör ki,  üçüncü ve dördüncü  gezişlerimde işlerin o denli basit olmadığını anladım. Burada anlatılan, hazırlayanın gördükleri ve işe nasıl baktığı  ile ilgiliydi (öyle de olmalıydı).
O dönemde yaşamış bizler yani benim yaşımdakiler garip,  hastalıklı bir nostalji ile bağlandık seksenlere, doksan ortalarına. Bir süre sonra da esas soruyu, “Nerden Geldik Buraya”ya  cevap bulamaz hale geldik. Belki tam da bu yüzden o iklimi hiç solumamışların (sergiyi hazırlayanlar oldukça genç)  mesafeli bakış açısı bizi objektif bir zemine taşıyabilir. Taşımış da. Hayatımda ilk kez, şimdiye dek “kayyum”luk gibi bir b.k olduğunu sandığım  “küratör” lük işinin neye yaradığını biraz anladım. Seksenler üzerinden günümüze taşınan hikaye basit   yaşam nesnelerin üzerinde değil de; anlık veya süreli ipuçlarına bağlı  zeka oyunları üzerinden anlatılıyor. Bağlantıları kurmak her zaman basit değil, çoğu yerde işin içine kurgu, bilgi, hayal gücü, vs girmek zorunda.  Tıka basa dolu o üç kata yaptığım  ilk geziden  çıkardığım tek açık motif “siyasal çaresizlik içinde yeni arayışlar” dı ki, buna da ayrıca  geleceğim.

Sergide çok fazla olay, imge, anlık hal var. Hepsi hakkında fikir beyanatı beni aşar. O yüzden bazılarında söz edeceğim. Bazı bölümleri  kısa notlar olarak bıraktım.  Muhtemelen bu yazdıklarım da yalan yanlış şeyler, ama bakalım benim uydurduklarım  sizin uydurduklarınızla ne kadar benzeşiyor?

Siyasi kırılma :
“Ben bu hikayeyi 1946’dan beri dinliyorum”
“Her şey” doğru bir biçimde, Kenan Evrenin o meşhur ve meş’um televizyon konuşması ile değil, 1983 seçimlerinin hemen öncesi  22 Ekim 1983 saat 21:10’da başlayan  yine o meşhur ve meş’um tv açık oturumu ile başlıyor. [Öncesi mi?  %92 “Evet” li  1982 Anayasası, Danışma Meclisi,  eski asker Bülend Ulusu  başbakanlığında hükümet.  Kendisi eğer darbe 12 Eylül’de değil de, 30 Ağustos 1980’den önce yapılsaydı, işe deniz kuvvetleri komutanı olarak katılacak kişi. Ama annemin deyimiyle  “çok efendi adam”. Gerçekten de, kendisinde bir pilli bebek karizması vardı.] Çok bildik bu sahnede gözlerim önce Necdet Calp’i buluyor.  11 Eylül 1980’den geriye ne var ne yoksa onun simgesi, elbisesi, duruşu, asabi ciddiyeti ve sarsılmaz donukluğu ile Necdet Calp.  Halkçı Parti adı ile kurulan partinin başkanı olan zat 1984’deki belediye seçimlerinde %8 oy almıştı!  İzlediğim bölümde aslında dili döndüğünce, aklı erdiğince doğru şeyler söylemeye çalışıyor, “kim alacak o köprüyü? Dar gelirliler mi?” filan diyor ama, o kadar gerilerden sesleniyor ki, tüm bir ömründen  kalan iki tanesi aynı olmak kaydıyla üç kelimelik bir cümle... “Sattırmam efendim, sattırmam” ! Etrafta çınlayan  sesi  insanın içini acıtıyor.
Bizim kuşak Genel Kurmay II. Başkanı (E.) Turgut Sunalp’i de tanır. Emekli olup boğazda istavrit tutacağına, fesleğen yetiştireceğine, siyasete merak sardı. Onunki de Milliyetçi Demokrasi Partisi idi. Kenan Evren’in gönlündeki aslan. Kof bir ciddiyet ve ağırlıkla “duruyor” masada. Ve elbette Turgut Özal. İşin ilginç tarafı,  Özal dışındaki iki lider bu açık oturuma “çok ciddi” hazırlanıyorlar. Ama yeni hiçbir şey söylemeyen, “hazırlanmış” diğerlerinin yanında vaatkar tek kişi var. O da Özal. Doğal olarak Kenan Paşa’nın da çok zekice yardımı ile (sanırım iki gün önce televizyona çıkıp, zor maskelenir bir pervasızlıkla “Özal’a oy vermeyin” demişti) seçimleri kazanmıştı. Hayır, devamını anlatıp, moralinizi bozmayacağım.
İşin iyi tarafı,  tüm sergi boyunca Turgut Özal karşımıza sadece bir kere,  o da bir yılbaşı gecesine ait klipte  Zeki Müren’le dans eden Semra Özal’ın arkasında belli belirsiz çıkıyor. ( Zeki Müren’le Semra Hanım’ın ürkütücü bir benzerliği var. Sanki ikisinin mutasyonu T.’yi oluşturmuş gibi. Şimdi düşününce; kim kimle dans ediyor hatırlayamıyorum. Herkeste herkesten  bir parça var)  Kenan Evren ise  Katerina Witt’ın  “ı’m bad” şarkısı eşliğinde buz dansı yaptığı    görüntülerle kurulan muzipçe ilinti  dışında  (kendini resme vurduğu dönemlerde o  taş gibi yaratığın çıplak resimlerini yaptığı söyleniyor!)  hiç karşımıza çıkmıyor.  Serginin güzelliklerinden biri de bu…  Evren’in suratı yerine Witt’in bacaklarını görmek…
İlk ayrışma ? Aydınlar Dilekçesi; 1984
Burada ilk defa 1256 kişi,  kendine bir sıfat biçip (aydın),  mevcuttan rahatsızlığını en anlaşılabilir şekilde dile getiriyor ve  dile getirdiğinin de arkasında duruyor. (Dilekçenin metnini sevabına bastırıp koymuşlar oraya. İstersen al götür, evde de bulunsun) Geçen 15-20 yıl boyunca toplumun her kesiminden bir arada mücadele etmiş insanların ilk  belirgin ayrışma noktası.  Benzer  ayrışmaların örnekleri   karşımıza birkaç yerde daha çıkıyor:  bilinç yükseltme toplantıları, reklamcılık gibi.  Diyelim 65-76’ da, kendine “aydın” demek, o çok önem verilen kolektif ruhtan ayrılmak demekti ki, Sol  mücadele içinde kabul edilebilir bir şey deği.  “Revizyonist” olur çıkardın maazallah.
Aydınlar dilekçesi bölümünde ufak başka bir detay var:   Mehmet Akif Dalcı’nın cenaze töreninde Yücel Tunca’nın fotoğraf makinasının kırılışının üzeri çizili. Merak eden düşünce erbabı oldu mu?  Yücel Tunca yanlış hatırlamış, makine daha sonra kırılmış. Sergiyi hazırlayanlar  anlık olma, olduğu gibi aktarmak adına, “aman kaldıralım” demeyip, üzerini çizmişler ki, her şey namusu dahilinde olsun.
Bu bölümdeki, “Dilekçe neden hep solculara gönderildi? Aydın olarak bi onların mı borusu ötüyor toplumda?”  serzenişine Aziz Nesin’in verdiği  cevap,  “Alanında büyük uzman”  sağcı profesörün imza aşamasında vazgeçtiğini anlatışı, serginin önünde  hoşça vakit geçirilebilecek noktalarından.  “Büyük uzman”da  ironi mi var,  yoksa gerçekten uzman mı? Bunu herhalde hiç bilemeyeceğiz. Ama, üsluba üstünkörü bir bakış bile ne demek istediğini söylüyor.
Benzer uslup örneği de YÖK hikayesi okunduğu zaman denk gelinen,  ODTÜ rektörlüğüne yazdığı, “Bilkent’e alışveriş merkezi  (AVM kısaltması o vakitler bilinmiyor herhalde) yapmaları için verdiğiniz arazi  kadar bize de yer verin, parası neyse veririz”  !
Sergide mektup işine epey kuvvet vermişler. Mesela, az ilerde  dönemle ilgili hiçbir yerde rastlanamayacak türden ip uçları veren “Büyük Elçi’nin Ziyafeti” adlı  bir başka can sıkıcı şey var.
Arthur Miller’in Uluslararası Pen Klüp adına Harold Pinter’le birlikte Türkiye’ye yaptığı geziyi ve  Amerikan Büyük Elçiliğinde onuruna verilen  yemekle ilgili izlenimlerini anlatan,  oldukça uzun ve radyoaktif bir metin bu.  Karı kız işlerinden anladığı tartışılmaz bay  Miller’den (Adam bir dönem Marilyn Monroe ile evli!)  Büyük Elçi Robert Strausz-Hupé’nin  karısının güzelliğini, babasının işini öğreniyoruz. (Seylanlı bir Ford bayiinin kızı)  Ama ben size rosto servisi başlamadan,  çabucak bir iki noktayı daha anlatayım:
Detaylı şekilde anlattığı, Amerikan Büyük Elçisinin yancı tutumu ve tavrı  o “our boys did it” lafının pek de öyle şehir efsanesi olmadığını düşündürüyor/  Torumtay’ın görüşmeyi  istememesi. 1. Ordu komutanı, dolayısıyla konuşması gereken kişi o. Ama her nedense istemiyor/ İlhan Erdost’un öldürülüşü ve katillerin ortaya çıkması konusunda Muzaffer Erdost’un çabaları/ Eternal Figür : Nazlı Ilıcak ! Gözler Deniz Baykal’ı da arıyor, ama onun  yerine Erdal İnönü var.

Seksenlerin Kent Arkeolojisi:  Üst geçitler karikatürü  ve Tarlabaşı
Karşı duvarda pek dikkati çekmeyen bir karikatür: 1980’lerin başlarında  bir ara çok moda olan bir tuhaflık tı bu. Mali sıkıntı içinde ve yaya trafiğine çözüm arayan  Belediyenin aklına gelen,  bankalara  saç ve putrelden yaya üst geçitleri yaptırmak oldu! En tuhafı Rumeli Caddesinin, Halaskargazi’ye birleştiği yerdeydi. Hemen “ahtapot” adı takılmış  hemen  sekiz ayaklı bir heyula idi. Kentin o yıllardaki karanlık, derbeder görüntüsüne muazzam katkıları oldu.  Sonra yavaş yavaş söküldüler. Şimdi bulunsa bir yerlerde… Bienal’de filan sergilenir, güzel olurdu.
Hemen yandaki  oldukça yetersiz (ya da kötü) aydınlatılmış bir alanda serginin belki de en az işlenmiş bölümüne geliyorum. O dönem yapıları çoklukla inşaat halleri ile duvara yansıtılıyor. Bir parça yetersiz ve az.  Seksenlerde fiziksel çevrenin değişimine, kent ve yapı ölçeğindeki algı ve tavır değişikliklerine bence çok daha fazla vurgu yapılmalıydı. 
Hikaye Tarlabaşı yıkımı üzerinden anlatılıyor. Müttefik hava bombardımanı yüzünden tarumar olmuş Alman  şehirlerini anımsatır fotoğraflar üzerinden. Bu aslında 1939’da kabul edilen Prost planının;  Taksim Meydanı’nı Haliç üzerindeki iki köprü ile [Bir yol Atatürk Köprüsünü Tepebaşı üzerinden İstiklal Caddesine (hemen hemen) paralel bir yolla Taksim’e, diğeri de Galata Köprüsünü Taksim’e bağlamak-tı] tarihi yarımadaya bağlama planının devamı bir acayiplik. Bunu için Karaköy’de geniş çaplı yıkım faaliyetleri öngörülüyordu. Ellilerde yapıldı da.  Şimdi Karaköy’e lafın gelişi “meydan” diyoruz ya…
Kent ulaşımında taşıt trafiğini baskın öge olarak kabul eden ama yılları içinde nüfus artışı için tutarlı bir model bile oluşturmamış, topoğrafyayı umursamayan Prost’un başımıza sardığı bir illet. Tek sorumlusu  Menderes mi? Hayır, Menderes, Dalan filan hep yancılar. Kırk yıl süren ve at izinin it izine karıştığı bir keşmekeş. Yeni bir şey değil, ama hatırlamakta, unutmamakta yoğun yarar var.
Acıklı öykünün daha kapsamlı bir tarihçesi için Murat Gül’ün “Modern İstanbul’un Doğuşu” kitabına bakabilirsiniz.
Veliaht'a Öğütler | Esra Ersen | 1995
Dikkat çekici başka bir nesne, Prof. Dr. Neşet İzbudak isimli zat tarafından hazırlanmış 1984 basımı  Türkiye Kitabı’nın  akıllara zarar ilk sayfasının tepegözle duvar yansıtıldığı  Esra Ersen’in 1995 tarihli “iş”i. Çok doğru bir şekilde Veliaht’a Öğütler adını taşıyor. Sergiyi  ne zaman gezsem, bazı bay, bayan veliaht’lar masaya oturmuş, boş Türkiye Haritasını üzerine, boya kalemleri ile “duygu ve düşüncelerini” yansıtıyorlardı. Bence SALT o defterleri de sergilemeli.
Bu süregiden, Türkiye’de biçim ve deri değiştiren ama hep olan bir saçmalık. Şimdi, 1984’den seslendiği için ilginç geliyor bizlere. Yoksa şimdi olan biten  20-30 yıl  ileriden nasıl görünecek acaba?

Ah Belinda: Atıf Yılmaz ; 1986
Evet bu var, “sen yap” deseler herhalde ben de  koyardım içine. Ama benim için önemli ve etkileyici olan “UGR” li, devasa Belinda şampuan şişesinin Serap’ın üstüne gelişiydi. Ama çıldırma sahnesini münasip görmüşler. Komik, eğlendirici film hiç umulmayacak bir şekilde yavaşça  pis karabasana dönüşüyordu. Tam başına gelenleri kabullenmişken Serap’ın normal yaşamına dönüşü ile de son buluyordu.  Filmden çıkınca kendimi iyi hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki bizler için de etkilerinin yeni yeni farkına vardığımız karabasandan çıkma ümidi sunuyordu.  1986’da oldukça ses getiren bir filmdi bu.

Bilinç Yükseltme Toplantıları  1984 ;
Seksen öncesi bir arada mücadele eden  farklı saflardan  insanlar  12 Eylül’den sonra oradan oraya savruldular (travmalar, askeri rejimin  zorlamaları  gibi nedenlerle).  Sosyalist Feminist hareket de onlardan biriydi. 12 Eylül’ün bir tuhaf  faydası, öncesinde sıra gelmeyen, göz ardı edilen toplumsal mücadeleler için – geriye dönüp bakınca epey çaresiz ve ham olduğu sezilmekle beraber – uygun bir zemin oluşturmasıydı sanki. İklimsel çaresizlikten bahsederken hiç te fena değil.  Cinsel kimlikler üzerinde tartışmalar, yeşil  harekete ilgi başlıyor;  ki, bu aslında batı için de oldukça yeni bir şeydi. Alman Yeşiller bile 1983’de parlamentoya girebildiler. “Bilinç yükseltme toplantısı” adı verilen varoluş da bu alternatif arayışlarından biri-imiş (yeni öğrendim). Bir dizi ilginç fotoğrafta entelektüel oldukları her hallerinden belli hanımefendilerin  ev toplantıları var. Bakarken hissettiğim, o insanların  yüzlerinden okunan kıstırılmışlık hissi oldu. Bir de onlara metal bir tepside  çay dağıtan örme kazaklı adamcağızın vücut dili. Onun kafasında da bir tür “nerden geldik buraya?” var. Sergi boyunca karşıma çıkan görsel malzeme ile ilgili  dikkatimi çeken başka bir şey de rahatlıkla tütün içilebilmesiydi. Yeni çıkacak gazetenin kadrosu tanıtılırken sigarasından derin nefesler çeken yırtıcı gazeteci beyler gösteriliyor, aşağıda dergilerin upuzun bir sıra oluşturduğu etkileyici bölümde rastladığım “Very Important Person” (isme bak) dergisinde,  Parliament  sigaralarının tanıtım kokteyli sayfalarında “iş ve cemiyet hayatının ünlüleri” kocaman bir sigara paketi önünde boy boy fotoğraf çektiriyorlar filan... Ortak kapalı alanlarda sigara içmenin hazzı epeydir unutulan bir şey.

Nokta Dergisi ve Kapakları
Can Kozanoğlu “Yol yapım çalışmaları nedeniyle geçişler 12 Eylül  tünelinden veriliyordu”diyor.  Sağlanan “huzur ve güven ortamı”ndan devamla, tünelin çıkışlarından biri de cinsellik. Farkına varılan gündelik hayatın ayrıntılarından biri.  O zaman kadar üzerinde  konuşulmaya fırsat bulunamayan konu üzerinde bol bol konuşacak zaman, tonlarca uzman, heves  ve  mecra vardı. Bu mecranın başında da Nokta dergisi geliyor. Tan gazetesi adlı organ yayını/ yayın organının  pek sevdiği,   “Antalya tatilinde her gece Hüseyin’inkini yedi” sululuklarını saymıyorum. Ama iş o kadar çığrından çıkmıştı ki,  Nokta Dergisi bile “Tan haberciliği” üzerine analizler yapıyordu.
Bankın üzerinde üç cilt halinde duran dergi kapaklarının her biri birer hazine: “İslam’ın  Düşlediği Cinsellik, Politika ve Seks”, “Erkek  Fahişeler”, “Cinsel Fantaziler”, “Erkekler de Cinselliği Keşfediyor”, Mayıs 1988, Kasım 1988’de bu defa “Haftada Kaç Kez” sorusunun cevaplarını uzmanlar değerlendiriyor. “20 yıl Daha Uzayan Cinsel Yaşam” vs. Hepsi kafayı iki yere takmış bir toplumu işaret ediyor. Uzun yıllar gerilmiş bir yay etkisi sanki.  Türkiye’de tüm bunlar üzerine kafa yorulmuş muydu, yoksa acıklı bir çaresizliğin ürünleri, yazar fantezileri miydi, gerçekten bilemiyorum. Ama uzaktan kumandalı, uçan bir cihazla kız yurdu gözetleyenlerin, su damacanasına hallenen insanların bulunduğu bir toplum bu. Yine öyle hafifçe dalga geçilerek cinsellik “ventile” edilebilse keşke, belki bi işe yarar.
Kapaklar arasında şu meşhur   “Bazıları Özal Sever” kapağını arayıp buluyorum.  “Aydınlar arasında Özal’ı beğenen de var” alt başlık. Ha, işte bu kompozisyon bence “nereden geldik buraya”nın cevaplarından birini içeriyor. Aydın kimliği, feraseti, omurgası üzerinde tartışmaların geçmişi var demek ki… Aynı tartışma karşıma Sokak Dergisi kapaklarına bakarken çıkıyor, Yalçın Küçük röportajında değerini hiç kaybetmemiş “Türk Aydını Dalkavuktur” vecizesini yumurtluyor.
Toplumsal bilinçlenme elbette sadece vücudumuzla ilgili değildi. Cezaevlerinde Terör ve tepki bulması, tek tip yönetmeliği, açlık grevlerinde de sergide kendine epey yer buluyor.

Yatay,  camlı vitrinlerde ilk bakışta sıradan posta pulu blokları gibi görünen nesneler var. Dikkatli bakınca, pula benzetilmiş bu şeylerin üzerlerinde gözaltında kaybolanların resimlerini görüp, isimlerini okuyorum.   Halil Altındere tarafından hazırlanmışlar ve çok etkileyiciler. Bu ismi hiç duymamış olmak canımı sıkıyor. 
Halil Altındere
Burada bir zaman kayması, daha doğrusu ileriye sıçrama var. Hayatını kaybedenler seksenlerin politik harala gürelesinde kaybolup gidenler değil, 90’ların üstü örtük çamuruna boğulanlar. Yitip giden bu insanların yakınlarının protestoları bir dönem devletin canını sıkan ama umursamadığı “cumartesi anneleri”ne dönüştü. Uzun süre Galatasaray Lisesi önünde toplandılar. Her hafta birkaç kişi dayak yiyip gözaltına alındı. Fakat kolektif zihin umursamış olmalı ki, kayıplardan Fehmi  Tosun  en son şu “eeemen baaş”lı  U2 Konserinde hatırlandı. Bi kez daha canım sıkılıyor.
Salonlardan birinin duvarını kaplayan kocaman,  siyah beyaz bir fotoğraf var. Ağustos 1989’da Cağaloğlu’nu trafiğe kapatıp oturma eylemi yapan grup: “Siyahlı Kadınlar”.
1 Ağustos 1988’de nereden, hangi maksatla akıllara geldiyse düzenlenen ve uygulanmaya çalışılan, ağır hasara neden olan  meşhur Ağustos genelgesini protesto ediyorlar.  Dönemin adalet bakanı, merak eden varsa; Mehmet Topaç. 1994’de bürosunda öldürülüyor. Olayın gazetelere haber olduğundan bile emin değilim. En azından bu gün kimse hatırlamıyor.  Hatta protestonun yapıldığı ay -Ağustos 1989’da-  Şarkıcı  Bergen’in kocası tarafından öldürüldüğü de hatırlanmıyor herhalde.
Bir Çiçek Türü
Yan duvarda da “Papatyalar” dan bahsediliyor. Hayır, bitki değil bunlar. Çoğunluğu  (belki de tümü) yapay sarışın, tayyörlü, degrade gözlüklü  politikacı veya politikacı yakını bir sürü kadın. Haber değeri yüksek marifetlerini görüyoruz duvarda. Amerikalı türdeşleri ile çay içiyorlar, kutuplara gidiyorlar, muhtelif konularda fikir beyan ediyorlar filan. Uzunca ve nefretle bahsedebilirim ama bahsetmeyeceğim.
İki komşu duvar arasında şöyle, yüzeysel bir ilişkilendirme ile yetineyim;  duvar boyunca - siyah beyaz- sabit – ciddiyet – acı /  küçücük- renkli – hareketli - magazin sululuğu (yüzlerde hep bir sırıtma).
Birkaç doktora tezi çıkacak malzeme içeren papatya macerası sanıyorum Çırağan oteli bahçesinde yapılan  son bir hasbahçe balosu ile sona erdi. O son “hasbahçe” hepimize fazla gelmişti anlaşılan.
Bu salonda  Sokak  dergileri de sergileniyor, Ağustos 1989 – Nisan 1990’a kadar 32 adet. Kimlik siyasetine alan açan bir yayındı bu.  Aziz ve necip Türk halkının hiç  konuşmadığı, konuşamadığı “şey”lerden pervasız bir cesaretle söz ediyordu.  Sex Pistols albüm kapaklarını  çağrıştıran ön sayfalar çok ilginç. Anlaşılan hiçbir telif hakkı,  kaygu filan gözetmeden  dikkat çekip seslerini duyurabilmek adına ellerine ne geçmişse kullanmışlar.  İlk sayfalar çok güzel ve detaylı. Mesela  24-31 Aralık sayısının vinyetindeki “ABD ayısı Panamayı yiyor” dikkatimi çekiyor (hakkaten de öyle oldu). Burada bence garip olan, 20 Aralıkta başlayan Panama işgalinin adamların 24 Aralık sayısında kendine yer buluşu. Şimdi hatırlamıyorum da, günlük gazeteler bu hikayeyi nasıl okudular acaba? Yani öyle her şeye “maaar-jinaldır” şudur budur diye zart zurt etmemek lazım.

Reklamcılar/ Reklamlar:
“Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş, bu senin bayramındır”
Yazının başından beri aynı sakızı çiğniyorum ya, 12 Eylül  aynı safta yer alan, aynı heyecanı paylaşan grupları ayrıştırdı diye; o ayrışmanın en keskin noktalarından biri de burada işte.  “Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş! bu, senin bayramındır” türü şeyler yazılı afişler hazırlayan bir grup 80’lerin ortalarına gelindiğinde çamaşır makinası, banka ve politikacı satıyordu. Bu iş için  zengin kültürel sermayelerini, gerçekten parlak yeteneklerini  kullandılar.  Kendi ajansları, ajans binaları oldu “Politik reklam” diye bir şey  keşfedildi.  İcraatın içinden vardı.  Zeybekler tam dizini yere vururken, F16’lar göğe yükselir, Özal Cross marka kalemini gözümüze sokardı.   Dönemin reklam ürünlerine bu gözle bakınca hep üzülür insan.
Aşağı inerken sağdaki camın üzerinde zavallı Cahit Aral’ın Çernobil felaketinden sonra radyoaktif serpintiye maruz kalan çaylar üzerine vecizesini okuyorum. Alt dudağını hafifçe uzatarak, iştahla çay içişi geliyor gözlerimin önüne. Atom Alimi Evren’de “azıcık radyoaktivitenin faydası bile vardır, kemiklere iyi gelir” demişti.
Çorak siyaset “ortamları”nın yerinde yeşeren dergi çayırının cömertçe sergilendiği bu katta başka bir ilginçlik var. Vasat ve vasatın altı Fransız televizyon izleyicisi için hazırlanmış haber parçacıklarından, bol miktarda hayal mahsulü motif  içeren ama kaba gerçekleri de  sunan görüntülerden oluşan bir video bu. Barış Doğrusöz isimli bir hünerbaza aitmiş. Üst katta başka bir işi daha var.  Önünde uzun süre çakılı kaldım.  Gece karanlığında kamyon süren cessur alman şoförler, Saygon sokakları tadında askeri araçlar, kentin içinde yükselen işkence çığlıkları, karaborsa sigara satıcıları – ki karaborsa sigara 1983’den sonra kalktı, seksen ortalarında  Dolapdere çingeneleri artık hap satıyordu. O meşhur “puding shop” muhabbeti de 70’lerin başında kalmıştı.
Fakat bu haber kuşağı zırvalarının doğruladığı başka bir şey var: Seksenlerde Türk halkı başka bir şeyler tanıştı, veya farkına vardı. Korku idi bu… korku ve onun tezahürü stress…  “Sit-res denirdi. Stres bilezikleri çıktı, hatırlar mısınız?  Depresyon, onun  ilaçları, uzman uyarıları vs. Belki de var olanın yeniden keşfiydi bu. Durup bakınca  hep o korkular  geldi aklıma. Hoş, kaderimiz korkudan yana zengin buralarda.   
Tamam geldik de, “Bura”dan nereye gideceğiz?
BvP

2 yorum:

EKMEKÇİKIZ dedi ki...

Değerli Baron,
Yazınızın başlığını görünce, "ay bu hafta gideyim artık bu sergiye" dedim. Yazıyı okudum, sergiyi görme kararlığım arttı. Sonra SALT sitesine gidip baktım ve serginin bittiğini gördüm. Çok acıklı! Zaman bu kadar hızlı geçmemeli ya da bu sergi kaçırılmamalı(ydı).
Hiç değilse sizin anlatımızdan okudum diye teselli edeyim kendimi, teşekkür ederim.

Unknown dedi ki...

tc tarihi dipsiz bir kara kuyu gibi netekim. ne ka okursam o ka şaşırıyorum efendim. çapsız herkes söz sahabı olmuş, hamuduyla götürmüş, olan da faili meçhullere olmuş. tabi yani bu küresel bir nizam içinde devam ediyor, ww1 sonrası yerle yeksan edilen bir yerde her türlü rezillik, öyle marşlarla falan saklanacak şeyler değil. yani benim miğdem bulandı, migrenim tuttu okuyunca.. daha ne ki bu dememek, unutmak gerek sanki.