SALT ’da yine tekinsiz bir
sergi vardı. Geçen yıl gördüğüm
Yazlık sergisi ile ilgili “artık
bu işler çocukluğumun sergileri gibi değil, imkanlar fevkalade tekamül etti.
Neleri nasıl anlatıyorlar, insan şallak mallak oluyor. Hem, bu işleri yapanlar
çok zeki çook” türü ahkamlar
kesmiştim. Tabii safım o zamanlar, SALT başıma daha ne çoraplar örecek
bilmiyorum. Sonra sanırım oturup, “şu
avanak BvP’ye bir oyun oynayalım; bi
çorap örelim, şey yapalım görsün dünya
kaç bucak” dediler. Yeni yaptıkları sergiyi anlamak, hazmedebilmek
için çok kere gitmem, yolda da birkaç
fırıncıya uğrayıp çokça ekmek yemek gerekti. Yine de hiçbir şeyden emin
değilim. Aslında yazmayıp, “ne haliniz
varsa görün, zaten siz de her b.ku biliyorsunuz” diyecektim ama, kaç
zamandır bu konuda internette dolaşan
papağan tekrarı ve böcek aklıyla
yazılmış tanıtım şeylerini, bilir bilmez eleştirileri okuyunca,
ciddi bir beşeriyet vazifesi ile karşı
karşıya olduğum belliydi.
"We will sell it sir, we will." |
Bu, otuz küsur evveli anlatan
kronolojik bir tarz-ı hayat; yaşam nesneleri anlatıcısı, folklorik bir sergi değil-miş, keşke öyle olsaydı. Netaş marka fıstık yeşili telefonlar, stres
bilezikleri ve Yasemin Evcim’in “Gece Jimnastiği” programında giydiği taytı
filan göreceğimi düşünüp heveslenmiştim. İlk gezdiğimde (“tanısan sen de seversin”
meseli, birkaç defa gezdikten sonra iş
başka türlü bir anlam zenginliği kazanıyor) “seksenlerde değişen fiziksel çevreye
daha fazla vurgu yapılmalıydı”, “insana ait gündelik ilişkiler ekseninden
bakılmıyor”, “nesne/insan ilişkilerinin değişen çevresi eksik” türü zart zurt
ettim. Gel gör ki, üçüncü ve dördüncü gezişlerimde işlerin o denli basit olmadığını
anladım. Burada anlatılan, hazırlayanın
gördükleri ve işe nasıl baktığı ile
ilgiliydi (öyle de olmalıydı).
O dönemde yaşamış bizler yani
benim yaşımdakiler garip, hastalıklı bir
nostalji ile bağlandık seksenlere, doksan ortalarına. Bir süre sonra da esas
soruyu, “Nerden Geldik Buraya”ya cevap
bulamaz hale geldik. Belki tam da bu yüzden o iklimi hiç solumamışların (sergiyi
hazırlayanlar oldukça genç) mesafeli
bakış açısı bizi objektif bir zemine taşıyabilir. Taşımış da. Hayatımda ilk
kez, şimdiye dek “kayyum”luk gibi bir b.k olduğunu sandığım “küratör” lük işinin neye yaradığını biraz anladım.
Seksenler üzerinden günümüze taşınan hikaye basit yaşam nesnelerin üzerinde değil de; anlık veya
süreli ipuçlarına bağlı zeka oyunları üzerinden
anlatılıyor. Bağlantıları kurmak her zaman basit değil, çoğu yerde işin içine kurgu,
bilgi, hayal gücü, vs girmek zorunda. Tıka basa dolu o üç kata yaptığım ilk geziden
çıkardığım tek açık motif
“siyasal çaresizlik içinde yeni arayışlar” dı ki, buna da ayrıca geleceğim.
Sergide çok fazla olay, imge,
anlık hal var. Hepsi hakkında fikir beyanatı beni aşar. O yüzden bazılarında
söz edeceğim. Bazı bölümleri kısa notlar
olarak bıraktım. Muhtemelen bu
yazdıklarım da yalan yanlış şeyler, ama bakalım benim uydurduklarım sizin uydurduklarınızla ne kadar benzeşiyor?
Siyasi kırılma :
“Ben bu hikayeyi 1946’dan beri dinliyorum”
“Her şey” doğru bir biçimde, Kenan Evrenin o meşhur ve meş’um televizyon konuşması ile değil, 1983 seçimlerinin hemen öncesi 22 Ekim 1983 saat 21:10’da başlayan yine o meşhur ve meş’um tv açık oturumu ile başlıyor. [Öncesi mi? %92 “Evet” li 1982 Anayasası, Danışma Meclisi, eski asker Bülend Ulusu başbakanlığında hükümet. Kendisi eğer darbe 12 Eylül’de değil de, 30 Ağustos 1980’den önce yapılsaydı, işe deniz kuvvetleri komutanı olarak katılacak kişi. Ama annemin deyimiyle “çok efendi adam”. Gerçekten de, kendisinde bir pilli bebek karizması vardı.] Çok bildik bu sahnede gözlerim önce Necdet Calp’i buluyor. 11 Eylül 1980’den geriye ne var ne yoksa onun simgesi, elbisesi, duruşu, asabi ciddiyeti ve sarsılmaz donukluğu ile Necdet Calp. Halkçı Parti adı ile kurulan partinin başkanı olan zat 1984’deki belediye seçimlerinde %8 oy almıştı! İzlediğim bölümde aslında dili döndüğünce, aklı erdiğince doğru şeyler söylemeye çalışıyor, “kim alacak o köprüyü? Dar gelirliler mi?” filan diyor ama, o kadar gerilerden sesleniyor ki, tüm bir ömründen kalan iki tanesi aynı olmak kaydıyla üç kelimelik bir cümle... “Sattırmam efendim, sattırmam” ! Etrafta çınlayan sesi insanın içini acıtıyor.
“Her şey” doğru bir biçimde, Kenan Evrenin o meşhur ve meş’um televizyon konuşması ile değil, 1983 seçimlerinin hemen öncesi 22 Ekim 1983 saat 21:10’da başlayan yine o meşhur ve meş’um tv açık oturumu ile başlıyor. [Öncesi mi? %92 “Evet” li 1982 Anayasası, Danışma Meclisi, eski asker Bülend Ulusu başbakanlığında hükümet. Kendisi eğer darbe 12 Eylül’de değil de, 30 Ağustos 1980’den önce yapılsaydı, işe deniz kuvvetleri komutanı olarak katılacak kişi. Ama annemin deyimiyle “çok efendi adam”. Gerçekten de, kendisinde bir pilli bebek karizması vardı.] Çok bildik bu sahnede gözlerim önce Necdet Calp’i buluyor. 11 Eylül 1980’den geriye ne var ne yoksa onun simgesi, elbisesi, duruşu, asabi ciddiyeti ve sarsılmaz donukluğu ile Necdet Calp. Halkçı Parti adı ile kurulan partinin başkanı olan zat 1984’deki belediye seçimlerinde %8 oy almıştı! İzlediğim bölümde aslında dili döndüğünce, aklı erdiğince doğru şeyler söylemeye çalışıyor, “kim alacak o köprüyü? Dar gelirliler mi?” filan diyor ama, o kadar gerilerden sesleniyor ki, tüm bir ömründen kalan iki tanesi aynı olmak kaydıyla üç kelimelik bir cümle... “Sattırmam efendim, sattırmam” ! Etrafta çınlayan sesi insanın içini acıtıyor.
Bizim kuşak Genel Kurmay II.
Başkanı (E.) Turgut Sunalp’i de tanır. Emekli olup boğazda istavrit tutacağına,
fesleğen yetiştireceğine, siyasete merak sardı. Onunki de Milliyetçi Demokrasi Partisi
idi. Kenan Evren’in gönlündeki aslan. Kof bir ciddiyet ve ağırlıkla “duruyor”
masada. Ve elbette Turgut Özal. İşin ilginç tarafı, Özal dışındaki iki lider bu açık oturuma “çok
ciddi” hazırlanıyorlar. Ama yeni hiçbir şey söylemeyen, “hazırlanmış”
diğerlerinin yanında vaatkar tek kişi var. O da Özal. Doğal olarak Kenan
Paşa’nın da çok zekice yardımı ile (sanırım iki gün önce televizyona çıkıp, zor
maskelenir bir pervasızlıkla “Özal’a oy
vermeyin” demişti) seçimleri kazanmıştı. Hayır, devamını anlatıp,
moralinizi bozmayacağım.
İşin iyi tarafı, tüm sergi boyunca Turgut Özal karşımıza sadece
bir kere, o da bir yılbaşı gecesine ait
klipte Zeki Müren’le dans eden Semra
Özal’ın arkasında belli belirsiz çıkıyor. ( Zeki Müren’le Semra Hanım’ın
ürkütücü bir benzerliği var. Sanki ikisinin mutasyonu T.’yi oluşturmuş gibi.
Şimdi düşününce; kim kimle dans ediyor hatırlayamıyorum. Herkeste
herkesten bir parça var) Kenan Evren ise Katerina Witt’ın “ı’m bad” şarkısı eşliğinde buz dansı
yaptığı görüntülerle kurulan muzipçe
ilinti dışında (kendini resme vurduğu dönemlerde o taş gibi yaratığın çıplak resimlerini yaptığı
söyleniyor!) hiç karşımıza çıkmıyor. Serginin güzelliklerinden biri de bu… Evren’in suratı yerine Witt’in bacaklarını
görmek…
İlk ayrışma ? Aydınlar Dilekçesi; 1984
Burada ilk defa 1256 kişi, kendine bir sıfat biçip (aydın), mevcuttan rahatsızlığını en anlaşılabilir şekilde dile getiriyor ve dile getirdiğinin de arkasında duruyor. (Dilekçenin metnini sevabına bastırıp koymuşlar oraya. İstersen al götür, evde de bulunsun) Geçen 15-20 yıl boyunca toplumun her kesiminden bir arada mücadele etmiş insanların ilk belirgin ayrışma noktası. Benzer ayrışmaların örnekleri karşımıza birkaç yerde daha çıkıyor: bilinç yükseltme toplantıları, reklamcılık gibi. Diyelim 65-76’ da, kendine “aydın” demek, o çok önem verilen kolektif ruhtan ayrılmak demekti ki, Sol mücadele içinde kabul edilebilir bir şey deği. “Revizyonist” olur çıkardın maazallah.
Burada ilk defa 1256 kişi, kendine bir sıfat biçip (aydın), mevcuttan rahatsızlığını en anlaşılabilir şekilde dile getiriyor ve dile getirdiğinin de arkasında duruyor. (Dilekçenin metnini sevabına bastırıp koymuşlar oraya. İstersen al götür, evde de bulunsun) Geçen 15-20 yıl boyunca toplumun her kesiminden bir arada mücadele etmiş insanların ilk belirgin ayrışma noktası. Benzer ayrışmaların örnekleri karşımıza birkaç yerde daha çıkıyor: bilinç yükseltme toplantıları, reklamcılık gibi. Diyelim 65-76’ da, kendine “aydın” demek, o çok önem verilen kolektif ruhtan ayrılmak demekti ki, Sol mücadele içinde kabul edilebilir bir şey deği. “Revizyonist” olur çıkardın maazallah.
Aydınlar dilekçesi bölümünde ufak
başka bir detay var: Mehmet Akif Dalcı’nın cenaze töreninde Yücel
Tunca’nın fotoğraf makinasının kırılışının üzeri çizili. Merak eden düşünce
erbabı oldu mu? Yücel Tunca yanlış
hatırlamış, makine daha sonra kırılmış. Sergiyi hazırlayanlar anlık olma, olduğu gibi aktarmak adına, “aman
kaldıralım” demeyip, üzerini çizmişler ki, her şey namusu dahilinde olsun.
Bu bölümdeki, “Dilekçe neden hep solculara gönderildi?
Aydın olarak bi onların mı borusu ötüyor toplumda?” serzenişine Aziz Nesin’in verdiği cevap, “Alanında
büyük uzman” sağcı profesörün imza
aşamasında vazgeçtiğini anlatışı, serginin önünde hoşça vakit geçirilebilecek noktalarından. “Büyük uzman”da ironi mi var,
yoksa gerçekten uzman mı? Bunu herhalde hiç bilemeyeceğiz. Ama, üsluba
üstünkörü bir bakış bile ne demek istediğini söylüyor.
Benzer uslup örneği de YÖK hikayesi
okunduğu zaman denk gelinen, ODTÜ
rektörlüğüne yazdığı, “Bilkent’e alışveriş
merkezi (AVM kısaltması o vakitler
bilinmiyor herhalde) yapmaları için
verdiğiniz arazi kadar bize de yer
verin, parası neyse veririz”
!
Sergide mektup işine epey kuvvet
vermişler. Mesela, az ilerde dönemle
ilgili hiçbir yerde rastlanamayacak türden ip uçları veren “Büyük Elçi’nin Ziyafeti”
adlı bir başka can sıkıcı şey var.
Arthur Miller’in Uluslararası Pen
Klüp adına Harold Pinter’le birlikte Türkiye’ye yaptığı geziyi ve Amerikan Büyük Elçiliğinde onuruna
verilen yemekle ilgili izlenimlerini anlatan, oldukça uzun ve radyoaktif bir metin bu. Karı kız işlerinden anladığı tartışılmaz
bay Miller’den (Adam bir dönem Marilyn
Monroe ile evli!) Büyük Elçi Robert
Strausz-Hupé’nin karısının güzelliğini, babasının
işini öğreniyoruz. (Seylanlı bir Ford bayiinin kızı) Ama ben size rosto servisi başlamadan, çabucak bir iki noktayı daha anlatayım:
Detaylı şekilde anlattığı, Amerikan
Büyük Elçisinin yancı tutumu ve tavrı o
“our boys did it” lafının pek de öyle
şehir efsanesi olmadığını düşündürüyor/ Torumtay’ın
görüşmeyi istememesi. 1. Ordu komutanı,
dolayısıyla konuşması gereken kişi o. Ama her nedense istemiyor/ İlhan Erdost’un
öldürülüşü ve katillerin ortaya çıkması konusunda Muzaffer Erdost’un çabaları/ Eternal
Figür : Nazlı Ilıcak ! Gözler Deniz Baykal’ı da arıyor, ama onun yerine Erdal İnönü var.
Seksenlerin Kent Arkeolojisi: Üst geçitler karikatürü ve Tarlabaşı
Karşı duvarda pek dikkati
çekmeyen bir karikatür: 1980’lerin başlarında
bir ara çok moda olan bir tuhaflık tı bu. Mali sıkıntı içinde ve yaya
trafiğine çözüm arayan Belediyenin
aklına gelen, bankalara saç ve putrelden yaya üst geçitleri yaptırmak
oldu! En tuhafı Rumeli Caddesinin, Halaskargazi’ye birleştiği yerdeydi. Hemen
“ahtapot” adı takılmış hemen sekiz ayaklı bir heyula idi. Kentin o
yıllardaki karanlık, derbeder görüntüsüne muazzam katkıları oldu. Sonra yavaş yavaş söküldüler. Şimdi bulunsa
bir yerlerde… Bienal’de filan sergilenir, güzel olurdu.
Hemen yandaki oldukça yetersiz (ya da kötü) aydınlatılmış
bir alanda serginin belki de en az işlenmiş bölümüne geliyorum. O dönem
yapıları çoklukla inşaat halleri ile duvara yansıtılıyor. Bir parça yetersiz ve
az. Seksenlerde fiziksel çevrenin
değişimine, kent ve yapı ölçeğindeki algı ve tavır değişikliklerine bence çok
daha fazla vurgu yapılmalıydı.
Hikaye Tarlabaşı yıkımı üzerinden
anlatılıyor. Müttefik hava bombardımanı yüzünden tarumar olmuş Alman şehirlerini anımsatır fotoğraflar üzerinden. Bu aslında 1939’da kabul edilen Prost planının; Taksim
Meydanı’nı Haliç üzerindeki iki köprü ile [Bir yol Atatürk Köprüsünü Tepebaşı
üzerinden İstiklal Caddesine (hemen hemen) paralel bir yolla Taksim’e, diğeri
de Galata Köprüsünü Taksim’e bağlamak-tı] tarihi yarımadaya bağlama planının
devamı bir acayiplik. Bunu için Karaköy’de geniş çaplı yıkım faaliyetleri
öngörülüyordu. Ellilerde yapıldı da.
Şimdi Karaköy’e lafın gelişi “meydan” diyoruz ya…
Kent ulaşımında taşıt trafiğini
baskın öge olarak kabul eden ama yılları içinde nüfus artışı için tutarlı bir
model bile oluşturmamış, topoğrafyayı umursamayan Prost’un başımıza sardığı bir
illet. Tek sorumlusu Menderes mi? Hayır,
Menderes, Dalan filan hep yancılar. Kırk yıl süren ve at izinin it izine
karıştığı bir keşmekeş. Yeni bir şey değil, ama hatırlamakta, unutmamakta yoğun
yarar var.
Acıklı öykünün daha kapsamlı bir
tarihçesi için Murat Gül’ün “Modern
İstanbul’un Doğuşu” kitabına bakabilirsiniz.
Veliaht'a Öğütler | Esra Ersen | 1995 |
Dikkat çekici başka bir nesne,
Prof. Dr. Neşet İzbudak isimli zat tarafından hazırlanmış 1984 basımı Türkiye Kitabı’nın akıllara zarar ilk sayfasının tepegözle duvar
yansıtıldığı Esra Ersen’in 1995 tarihli
“iş”i. Çok doğru bir şekilde Veliaht’a Öğütler adını taşıyor. Sergiyi ne zaman gezsem, bazı bay, bayan veliaht’lar
masaya oturmuş, boş Türkiye Haritasını üzerine, boya kalemleri ile “duygu ve
düşüncelerini” yansıtıyorlardı. Bence SALT o defterleri de sergilemeli.
Bu süregiden, Türkiye’de
biçim ve deri değiştiren ama hep olan bir saçmalık. Şimdi, 1984’den seslendiği
için ilginç geliyor bizlere. Yoksa şimdi olan biten 20-30 yıl
ileriden nasıl görünecek acaba? Ah Belinda: Atıf Yılmaz ; 1986
Evet bu var, “sen yap” deseler
herhalde ben de koyardım içine. Ama benim için önemli ve etkileyici olan “UGR” li, devasa Belinda şampuan şişesinin Serap’ın
üstüne gelişiydi. Ama çıldırma sahnesini münasip görmüşler. Komik, eğlendirici
film hiç umulmayacak bir şekilde yavaşça pis karabasana dönüşüyordu. Tam başına
gelenleri kabullenmişken Serap’ın normal yaşamına dönüşü ile de son
buluyordu. Filmden çıkınca kendimi iyi
hissettiğimi hatırlıyorum. Sanki bizler için de etkilerinin yeni yeni farkına
vardığımız karabasandan çıkma ümidi sunuyordu.
1986’da oldukça ses getiren bir filmdi bu.
Bilinç Yükseltme Toplantıları 1984 ;
Seksen öncesi bir arada mücadele
eden farklı saflardan insanlar
12 Eylül’den sonra oradan oraya savruldular (travmalar, askeri
rejimin zorlamaları gibi nedenlerle). Sosyalist Feminist hareket de onlardan
biriydi. 12 Eylül’ün bir tuhaf faydası, öncesinde
sıra gelmeyen, göz ardı edilen toplumsal mücadeleler için – geriye dönüp
bakınca epey çaresiz ve ham olduğu sezilmekle beraber – uygun bir zemin oluşturmasıydı
sanki. İklimsel çaresizlikten bahsederken hiç te fena değil. Cinsel kimlikler üzerinde tartışmalar, yeşil harekete ilgi başlıyor; ki, bu aslında batı için de oldukça yeni bir
şeydi. Alman Yeşiller bile 1983’de parlamentoya girebildiler. “Bilinç yükseltme
toplantısı” adı verilen varoluş da bu alternatif arayışlarından biri-imiş (yeni
öğrendim). Bir dizi ilginç fotoğrafta entelektüel oldukları her hallerinden
belli hanımefendilerin ev toplantıları
var. Bakarken hissettiğim, o insanların
yüzlerinden okunan kıstırılmışlık hissi oldu. Bir de onlara metal bir
tepside çay dağıtan örme kazaklı
adamcağızın vücut dili. Onun kafasında da bir tür “nerden geldik buraya?” var. Sergi
boyunca karşıma çıkan görsel malzeme ile ilgili
dikkatimi çeken başka bir şey de rahatlıkla tütün içilebilmesiydi. Yeni çıkacak
gazetenin kadrosu tanıtılırken sigarasından derin nefesler çeken yırtıcı
gazeteci beyler gösteriliyor, aşağıda dergilerin upuzun bir sıra oluşturduğu
etkileyici bölümde rastladığım “Very Important Person” (isme bak)
dergisinde, Parliament sigaralarının tanıtım kokteyli sayfalarında
“iş ve cemiyet hayatının ünlüleri” kocaman bir sigara paketi önünde boy boy
fotoğraf çektiriyorlar filan... Ortak kapalı alanlarda sigara içmenin hazzı
epeydir unutulan bir şey.
Can Kozanoğlu “Yol yapım
çalışmaları nedeniyle geçişler 12 Eylül
tünelinden veriliyordu”diyor.
Sağlanan “huzur ve güven ortamı”ndan devamla, tünelin çıkışlarından biri de cinsellik. Farkına varılan gündelik hayatın
ayrıntılarından biri. O zaman kadar
üzerinde konuşulmaya fırsat bulunamayan
konu üzerinde bol bol konuşacak zaman, tonlarca uzman, heves ve
mecra vardı. Bu mecranın başında da Nokta dergisi geliyor. Tan gazetesi
adlı organ yayını/ yayın organının pek
sevdiği, “Antalya tatilinde her gece
Hüseyin’inkini yedi” sululuklarını saymıyorum. Ama iş o kadar çığrından
çıkmıştı ki, Nokta Dergisi bile “Tan
haberciliği” üzerine analizler yapıyordu.
Bankın üzerinde üç cilt halinde
duran dergi kapaklarının her biri birer hazine: “İslam’ın Düşlediği Cinsellik, Politika ve Seks”,
“Erkek Fahişeler”, “Cinsel Fantaziler”,
“Erkekler de Cinselliği Keşfediyor”, Mayıs 1988, Kasım 1988’de bu defa “Haftada
Kaç Kez” sorusunun cevaplarını uzmanlar değerlendiriyor. “20 yıl Daha Uzayan
Cinsel Yaşam” vs. Hepsi kafayı iki yere takmış bir toplumu işaret ediyor. Uzun
yıllar gerilmiş bir yay etkisi sanki. Türkiye’de
tüm bunlar üzerine kafa yorulmuş muydu, yoksa acıklı bir çaresizliğin ürünleri,
yazar fantezileri miydi, gerçekten bilemiyorum. Ama uzaktan kumandalı, uçan bir
cihazla kız yurdu gözetleyenlerin, su damacanasına hallenen insanların
bulunduğu bir toplum bu. Yine öyle hafifçe dalga geçilerek cinsellik “ventile”
edilebilse keşke, belki bi işe yarar.
Kapaklar arasında şu meşhur “Bazıları Özal Sever” kapağını arayıp
buluyorum. “Aydınlar arasında Özal’ı
beğenen de var” alt başlık. Ha, işte bu kompozisyon bence “nereden geldik
buraya”nın cevaplarından birini içeriyor. Aydın kimliği, feraseti, omurgası
üzerinde tartışmaların geçmişi var demek ki… Aynı tartışma karşıma Sokak
Dergisi kapaklarına bakarken çıkıyor, Yalçın Küçük röportajında değerini hiç
kaybetmemiş “Türk Aydını Dalkavuktur” vecizesini yumurtluyor.
Toplumsal bilinçlenme elbette
sadece vücudumuzla ilgili değildi. Cezaevlerinde Terör ve tepki bulması, tek tip
yönetmeliği, açlık grevlerinde de sergide kendine epey yer buluyor.
Yatay, camlı vitrinlerde ilk
bakışta sıradan posta pulu blokları gibi görünen nesneler var. Dikkatli
bakınca, pula benzetilmiş bu şeylerin üzerlerinde gözaltında kaybolanların
resimlerini görüp, isimlerini okuyorum.
Halil Altındere tarafından hazırlanmışlar ve çok etkileyiciler. Bu ismi
hiç duymamış olmak canımı sıkıyor.
Halil Altındere |
Burada bir zaman kayması, daha
doğrusu ileriye sıçrama var. Hayatını kaybedenler seksenlerin politik harala
gürelesinde kaybolup gidenler değil, 90’ların üstü örtük çamuruna boğulanlar.
Yitip giden bu insanların yakınlarının protestoları bir dönem devletin canını
sıkan ama umursamadığı “cumartesi anneleri”ne dönüştü. Uzun süre Galatasaray
Lisesi önünde toplandılar. Her hafta birkaç kişi dayak yiyip gözaltına alındı.
Fakat kolektif zihin umursamış olmalı ki, kayıplardan Fehmi Tosun en
son şu “eeemen baaş”lı U2 Konserinde hatırlandı.
Bi kez daha canım sıkılıyor.
Salonlardan birinin duvarını kaplayan
kocaman, siyah beyaz bir fotoğraf var.
Ağustos 1989’da Cağaloğlu’nu trafiğe kapatıp oturma eylemi yapan grup: “Siyahlı
Kadınlar”.
1 Ağustos 1988’de nereden, hangi
maksatla akıllara geldiyse düzenlenen ve uygulanmaya çalışılan, ağır hasara
neden olan meşhur Ağustos genelgesini
protesto ediyorlar. Dönemin adalet
bakanı, merak eden varsa; Mehmet Topaç. 1994’de bürosunda öldürülüyor. Olayın gazetelere
haber olduğundan bile emin değilim. En azından bu gün kimse hatırlamıyor. Hatta protestonun yapıldığı ay -Ağustos
1989’da- Şarkıcı Bergen’in kocası tarafından öldürüldüğü de
hatırlanmıyor herhalde.
Bir Çiçek Türü |
Yan duvarda da “Papatyalar” dan
bahsediliyor. Hayır, bitki değil bunlar. Çoğunluğu (belki de tümü) yapay sarışın, tayyörlü,
degrade gözlüklü politikacı veya
politikacı yakını bir sürü kadın. Haber değeri yüksek marifetlerini görüyoruz
duvarda. Amerikalı türdeşleri ile çay içiyorlar, kutuplara gidiyorlar, muhtelif
konularda fikir beyan ediyorlar filan. Uzunca ve nefretle bahsedebilirim ama
bahsetmeyeceğim.
İki komşu duvar arasında şöyle,
yüzeysel bir ilişkilendirme ile yetineyim; duvar
boyunca - siyah beyaz- sabit – ciddiyet – acı / küçücük- renkli – hareketli - magazin sululuğu
(yüzlerde hep bir sırıtma).
Birkaç doktora tezi çıkacak
malzeme içeren papatya macerası sanıyorum Çırağan oteli bahçesinde yapılan son bir hasbahçe balosu ile sona erdi. O son “hasbahçe”
hepimize fazla gelmişti anlaşılan.
Bu salonda Sokak dergileri de sergileniyor, Ağustos 1989 – Nisan
1990’a kadar 32 adet. Kimlik siyasetine alan açan bir yayındı bu. Aziz ve necip Türk halkının hiç konuşmadığı, konuşamadığı “şey”lerden
pervasız bir cesaretle söz ediyordu. Sex
Pistols albüm kapaklarını çağrıştıran ön
sayfalar çok ilginç. Anlaşılan hiçbir telif hakkı, kaygu filan gözetmeden dikkat çekip seslerini duyurabilmek adına
ellerine ne geçmişse kullanmışlar. İlk
sayfalar çok güzel ve detaylı. Mesela
24-31 Aralık sayısının vinyetindeki “ABD ayısı Panamayı yiyor” dikkatimi
çekiyor (hakkaten de öyle oldu). Burada bence garip olan, 20 Aralıkta başlayan
Panama işgalinin adamların 24 Aralık sayısında kendine yer buluşu. Şimdi
hatırlamıyorum da, günlük gazeteler bu hikayeyi nasıl okudular acaba? Yani öyle
her şeye “maaar-jinaldır” şudur budur diye zart zurt etmemek lazım.
Reklamcılar/ Reklamlar:
“Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş, bu senin bayramındır” |
Yazının başından beri aynı sakızı
çiğniyorum ya, 12 Eylül aynı safta yer alan,
aynı heyecanı paylaşan grupları ayrıştırdı diye; o ayrışmanın en keskin
noktalarından biri de burada işte.
“Devrimin şanlı yolunda yürüyen emekçi arkadaş! bu, senin bayramındır”
türü şeyler yazılı afişler hazırlayan bir grup 80’lerin ortalarına gelindiğinde çamaşır
makinası, banka ve politikacı satıyordu. Bu iş için zengin kültürel sermayelerini, gerçekten
parlak yeteneklerini kullandılar. Kendi ajansları, ajans binaları oldu “Politik
reklam” diye bir şey keşfedildi. İcraatın içinden vardı. Zeybekler tam dizini yere vururken, F16’lar
göğe yükselir, Özal Cross marka kalemini gözümüze sokardı. Dönemin reklam ürünlerine bu gözle bakınca
hep üzülür insan.
Aşağı inerken sağdaki camın
üzerinde zavallı Cahit Aral’ın Çernobil felaketinden sonra radyoaktif
serpintiye maruz kalan çaylar üzerine vecizesini okuyorum. Alt dudağını hafifçe
uzatarak, iştahla çay içişi geliyor gözlerimin önüne. Atom Alimi Evren’de “azıcık radyoaktivitenin faydası bile
vardır, kemiklere iyi gelir” demişti.
Çorak siyaset “ortamları”nın
yerinde yeşeren dergi çayırının cömertçe sergilendiği bu katta başka bir
ilginçlik var. Vasat ve vasatın altı Fransız televizyon izleyicisi için
hazırlanmış haber parçacıklarından, bol miktarda hayal mahsulü motif içeren ama kaba gerçekleri de sunan görüntülerden oluşan bir video bu. Barış
Doğrusöz isimli bir hünerbaza aitmiş. Üst katta başka bir işi daha var. Önünde uzun süre çakılı kaldım. Gece karanlığında kamyon süren cessur alman
şoförler, Saygon sokakları tadında askeri araçlar, kentin içinde yükselen işkence
çığlıkları, karaborsa sigara satıcıları – ki karaborsa sigara 1983’den sonra
kalktı, seksen ortalarında Dolapdere
çingeneleri artık hap satıyordu. O meşhur “puding shop” muhabbeti de 70’lerin
başında kalmıştı.
Fakat bu haber kuşağı
zırvalarının doğruladığı başka bir şey var: Seksenlerde Türk halkı başka bir
şeyler tanıştı, veya farkına vardı. Korku idi bu… korku ve onun tezahürü stress… “Sit-res denirdi. Stres bilezikleri çıktı,
hatırlar mısınız? Depresyon, onun ilaçları, uzman uyarıları vs. Belki de var
olanın yeniden keşfiydi bu. Durup bakınca
hep o korkular geldi aklıma. Hoş,
kaderimiz korkudan yana zengin buralarda.
Tamam geldik de, “Bura”dan nereye gideceğiz?
BvP
2 yorum:
Değerli Baron,
Yazınızın başlığını görünce, "ay bu hafta gideyim artık bu sergiye" dedim. Yazıyı okudum, sergiyi görme kararlığım arttı. Sonra SALT sitesine gidip baktım ve serginin bittiğini gördüm. Çok acıklı! Zaman bu kadar hızlı geçmemeli ya da bu sergi kaçırılmamalı(ydı).
Hiç değilse sizin anlatımızdan okudum diye teselli edeyim kendimi, teşekkür ederim.
tc tarihi dipsiz bir kara kuyu gibi netekim. ne ka okursam o ka şaşırıyorum efendim. çapsız herkes söz sahabı olmuş, hamuduyla götürmüş, olan da faili meçhullere olmuş. tabi yani bu küresel bir nizam içinde devam ediyor, ww1 sonrası yerle yeksan edilen bir yerde her türlü rezillik, öyle marşlarla falan saklanacak şeyler değil. yani benim miğdem bulandı, migrenim tuttu okuyunca.. daha ne ki bu dememek, unutmak gerek sanki.
Yorum Gönder