Kadıköy Halkevi | Mimarın Plaketi |
Genelde yazı yazmaya bu kadar ara
vermiyorum. Kafamda yazacak şeyler, beyan edecek fikirler filan, hep oluyor. Zaten edecek bir ki çift lafımız
olduğu için soyunmuyor muyuz bu işlere? Ama bu defa ne olduysa oldu “Neymiş, 3 dil biliyormuş bu
monşer aday, biz tercüman aramıyoruz, ülkeyi yönetecek adam arıyoruz” denildiğini duyunca aslında kimsenin benim akıllarıma
fikirlerime ihtiyacı olmadığı, hemen herkesin cehaleti ve “akıllı telefon”u ile
mutlu olduğu gerçeğini fark ettim. Ulan;
üç dil biliyor olmak, ülkenin dışında ciddiye alınmak, saygı görmek önemsenmiyordu bu ülkede, Titan II roketinde oksidizer
için azot tetroksit, yakıt olarak da Aerozine50 kullanılmış olduğunu anlatmak
isteyen birinin söyledikleri kimin umurunda olacak-tı ?
Kadıköy Halkevi | Proje Maketi | Arkitekt 1938
Sonra… Sonra, üç dil bilmesem de mesela Kadıköy ile ilgili
anlatacaklarımın bitmediğini, edecek epey lafımın olduğunu hatırladım. Mesela en son, hayatını Rubiaceae familyasından bir bitkinin kavrulmuş
tohumlarının satarak idame ettiren adamcağız
ve onun -muhtemelen- yapacak daha iyi işleri olmadığı için babalarının yanında
işe girmiş erkek çocuklarından bahsediyordum.
Bu kadar anlatınca da, yapıldığı tarihte büyük ihtimalle epey sıradan, mütevazi olan ve çevresi genişçe bir bok yığınına dönüştükçe bu işlere meraklı olanlar gözünde değer
kazanan o yapıdan yukarı, şu meşhur boğa heykelinin oralara çıkmak lazımdı. Ancak; maalesef anlatacaklarım bırak yedi düvele nam salmış Osmanlı “medeniyyeti”
ile ilgili olmayı, Selçuklu bilmemnesi
ile ilgili bile değil. Yani,
karar sizin.
Sol boynuz yönü halen araç trafiğine
açık ve bu pis keşmekeş hayvanın kıçına doğu kıvrılıp, tepenin öbür tarafına
devam ediyor. Sağ taraf ise içten
yanmalı motorlara memnu, ve fakat homo sapiens’e açık. Tahmin edileceği gibi bu
da başka bir pis keşmekeş. Ancaaak,
sıkıntıya yeterince göğüs gerilirse ilginç bir şeyler görme olasılığı da var
elbette . Hem, [çokafedersiniz Latince] boşuna mı “Magna Labores , Magna Premia” denilmiş?
Süreyya sinemasından yukarı, yakın
geçmişin o acayip ve pejmürde “Makdonalds Parkı”na doğru çıkarken, öndeki bahçeye benzeyen
bakımsız boşluğun ardına dikkatle bakılırsa uzun yıllar önce eli yüzü çok
düzgün olduğu her halinden belli bir kütle göze çarpar. Şimdilerde pudra renkli
cephesi ve ucuz ruj pembesi söveleri ile çaresiz bir orospuya benzeyen bu güzel
yapı bir zamanların görkemli Kadıköy
Halkevi’dir.
Kadıköy Halkevi | 2012 |
İstanbul Halkevi’nin 1935’de
lağvedilmesiyle Eminönü, Şehremini, Beşiktaş, Beyoğlu, Üsküdar ve Şişli ile
birlikte kurulur [1]. Önceleri Bahariye, Gül sokakta kiralanan konakta
faaliyettedir (Malkoç:99). Anlaşılan Kadıköy ahalisinin Halkevlerine hücum edip
, tıklımbasa doldurmaklığından mütevellit kısa süre içinde yeni bir yapıya ihtiyaç duyulmuştur ki, projeleri Ocak 1938’de teslim edilmek üzere
bir proje yarışması düzenlenir. Aralarında Arif Hikmet (Holtay), Bruno Taut ve
Halkevi Başkanı Celal Esat Arseven gibi ağır beyefendilerin bulunduğu jüri
incelikli düşünülmüş ve ödül alan diğer
iki projenin “mimari cihetinden ve diğer evsaftan aldıkları not mecmuunun birinci
gelen projeden aşağı derecede bulunması”[2] nedeniyle gerçekten göz alıcı,
zarif bu projeyi seçer. Hah, işte onu tasarlayan zat, 1970’de bu dünyadan göçen (çok merak eden
için, 3 Ekim 1970 cumartesi) muhterem Bay Rüknettin
Güney.
Galatasaray Lisesi’ni bitirdikten
sonra Fransa’ya giden ve mimarlık eğitimini Ecole National de Beaux Arts’da
tamamlayan Güney okulu bitirdikten sonra iki yıl kadar Fransa’da Auguste Perret’in yanında çalışıp, otuzların
başında Türkiye’ye dönmüş olmalı. O dönem mesleki eğitimin yurtdışında “ikmal
etmiş” her gelecek vaat eden mimar gibi bir süre Maarif Vekaleti Yapı İşleri
Bürosu’nda bulunur. Ne kadar sürdüğü bilinemeyen (ne tuhaf değil mi, bir sürü
yapısı olan, yaşamının en az on iki yılını Belediye İmar Müdürlüğü’nde geçirmiş
önemli bir mimarın hayat hikayesinde
bile bir sürü bilinmez var) süre sonunda
İstanbul Belediyesinde işe başlar.
İkinci Dünya Savaşı sırasında ikinci kez yapılan askerlikle kesintiye uğrayan,
görev 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelip, vali ve belediye başkanı olan Lütfi Kırdar’ın
görevden ayrılışı ile 1951’de sona erer. Şevki Vanlı’ya göre çok duyarlı ve yetenekli
olduğu kesin R. Güney’in şansı, kamu mimarisinde tutucu rüzgarlar eserken, çağdaş
görüşlü Kırdar’ın İstanbul’unda
olmak. Talihsizliği ise 1950 ve 1960 yıllarında politikacıların değişmesidir [3] (Vanlı:189).
“Çağdaş görüşlü Kırdar’ın İstanbul’u” tamlamasına pek inanmıyor olsam da,
sebep-sonuç kronolojisi açısından doğru bir saptama. Hayat hikayesini [4] burada kesip, Kadıköy Halkevi ile
devam edeyim:
Kadıköy Halkevi | 2012 |
Yarışma maketinde insanın gözünü alan
kütle çeşitliliğinin sunduğu zengin görüntü halen bir ölçüye kadar seziliyor. Düz
çatıları, arkadaki kütüphane ve sahne arkasını oluşturan yarı silindirik kütle ve diğer basit formlar (benzer geometrik
atraksiyonu Holzmeister’in Genel Kurmay Başkanlığında, Şevki Balmumcu’nun talihsizce iğdiş edilmiş
Ankara’daki Sergievi Binasında da, üzerindeki tüm soytarılığa rağmen halen
sezmek olası. Ayrıca o dönem yapılan apartmanlarda da sevilen bir motif bu, ana
kütleye eklenen silindirik şeyler),
pencere form ve ritmine bakılınca kolayca akla gelen Türkiye’de otuzların önemli modern mimarlık
örneklerindendir” yorumu biraz kısa kalıyor gibi. Hani kübist, mübist
modern mimarlık ama, bir Enst Egli’nin İsmet Paşa Kız Enstitüsü gibi ders
kitabı modern mimarlığı değil. [5]
Ne edilse, nasıl tanımlansa diye kıvranırken; imdada dünya durdukça durası Uğur
Tanyeli yetişip, o çok akla yatan ve Güney’in
30’lar 40’lar boyu devam eden mimari retoriğini Fransa’daki eğitimiyle ilişkilendiren “En başarılı işleri olan Florya Tesisleri, Taksim Belediye Gazinosu ve
Kadıköy Halkevi de yine gerçek anlamıyla Modern olmaktan çok, bezemeden
arındırılmış klasisist eğilimli yapılardır” saptamasını yapıştırıyor [6] (Tanyeli:86).
Bina 2012 yılına kadar yarısı Mili
Eğitim Bakanlığı Kadıköy Halk Eğitim Merkezi diğer yarısı da Kadıköy Adliyesi olarak kullanılıyordu. Ben gidip
baktığımda adliye henüz taburcu olmuş, “Halk” eğitimi ise artık kimsenin skinde
değildi. Mimarın adı yazılı mezarlık mermeri plaket de öyle.
Kadıköy Halkevi | 1940'lar |Orijinal Fotoğraftan Tarama |
Oysa, 23 Aralık 1943’de Abidin Daver
“Hemşerilik Adabı” , 17 Şubat 1944’de Ercüment Ekrem Talu “Tanzimat’tan Sonra Osmanlı Sosyetesi”, 18 Ocak 1945’de
Ramiz Gökçe “Karikatürcü Gözüyle Dünya” , 30 Nisan 1945’de Ord. Prof. Dr. Fritz
Neumark “Harpten Sonra Milletlerarası Ekonomik Münasebetler” , 14 Ocak 1946’da ise
A. Davenport “Shakespare” konulu konferanslar vermiş, 26 Ocak 1944 tarihindeki
oda müziği konserinde A. Emine Arel, Cemal Reşit Rey, Muhittin Sadak ve Dr.
Bülent Tarcan çalmıştı. Hemen
arkasından, 3 Şubat 1944’de Amerikan Deniz Piyadesi Pasifikteki Kwajalein Atolünü ele geçirmek için Japonlarla itişip
kakışırken Viyolonist Şef Josef Zirkin de Halkevinde konser veriyordu [7]. Dil ve Edebiyat Şubesinden ayrılan
Tarih kolu, Müze ile birleştirilmiş, 1943 yılı başlarından itibaren Tarih ve
Müze şubesi adı altında faaliyet göstermişti. Şubenin başkanlığına 1948’de
getirilen Reşat Ekrem Koçu burada tarih dersleri vermişti. Halkevinin 1945’in
ilk altı ayında 21.341 okuyucu tarafından ziyaret edilen Kütüphanesinin de 4.163 kitabı vardı.
Bir Pazar sabahı, ortalıkta dolaşıp kapının
önündeki, binayı “koruyan” polis’e,
neden gidip saatlerce “serpme kahvaltı” etmek yerine oranın fotoğraflarını
çektiğimi anlatmam gerekti. Sonra ne oldu bilmiyorum. Ama en azından, mimarın
çok önemseyip açıklama notuna yazdığı “avluda
şenlik günleri bir kısım halk da (“halk” kelimesini ince “a” ile okuyun
bence) toplanarak fuaye balkonunda
söylenecek nutukları dinleyebilir, Parti Başkanı odasındaki balkondan da
sokakdan geçen halk kitlesine hitap edebilir” dediği balkon, biçare görüntüsüne rağmen öndeki avlu halen
duruyordu. Fakat düz çatılar gayet iyi
bildiğimiz ve sevimsiz Marsilya kiremidi ile kaplıydı. Bizim Halkevi çatı lanetinden inşaatın bittiği günden beri
kurtulamamış anlaşılan. Malkoç Hıfzı Veldet
Velidedeoğlu’ndan aktararak “Kadıköy Halkevinin akan çatısının onarılması için
Halkevi Başkanlığı emrine 1500 lira tahsis”
edildiğinden söz ediyor (Malkoç: 107). Velidedeoğlu 1943 ortalarında CHP
il yönetim kuruluna girdiğine göre, çatı akıntısı yapı tamamlandıktan çok kısa
süre sonra başlamış olmalı.
Caddeden görülen kütlenin arkasında,
ona dik olarak konumlu ve eğimli araziye ustaca oturtulmuş, çok amaçlı
salon ve spor salonu ( 6 Nisan 1946’daki Beykoz ile Kente gelen Missouri zırhlısı arasındaki basketbol karşılaşması bu
salonda yapılıyor) barındıran büyük bir kanat var. Çok amaçlı salon lafını
ciddiye alın; tiyatro, konferans, sinema
gösterileri düzenlenebilecek, tüm yardımcı üniteleri tamam, galerili, fuayeli
filan sekiz yüz kişilik kocaman bir yer burası. Ve tüm kompleks sokaklardan bakıldığında, etrafındaki
sevimsizliğe rağmen halen farklı ve etkileyici.
1953’de “Kadıköy Halk Eğitim
Merkezi” adı altında yeniden açılışın ardından
artık iyice kullanılamaz hale geldiği 1980'e kadar ite kaka kullanılmış.
Yapı 1992’de onarılıp, kütüphanenin
önemli bir kısmı da dijital ortama aktarılmış. Peki Cehape’ye ne mi oluyor? Halkevi Ekim 1951’de hazineye devredilip parti
buradan taburcu edilince, onlar da ilçe merkezi de Muvakkithane caddesindeki Şekerci
Hacı Bekir’in üzerine taşıyorlar!
Madem en başarılı işler listesinde –
doğal olarak- Taksim Belediye Gazinosu da var. Onunla da ilgili bir iki laf etmeden olmaz: Temmuz 1939’da
başlanan ve çok kısa sürede bitirilip, aynı yılın 29 Ekiminde açılan gazino
Halkevi ile birlikte Güney’in en başarılı yapısı (Florya Tesisleri de işin
içine katılıyor olsa da, bu yazıyı yazdığım tarih itibarıyla fazla bir bilgim
yok). Daha önce kullanılan “klasik” deyimi yapıları arasında en çok buna uyuyor
ve gerçek anlamda modern denebilecek ne varsa burada taşlaşmış işte. Olağanüstü zarif kolonların arasından
geçilerek çıkılan iki kanatlı merdiven ve ana salonun yalın görkemi anlatılır gibi değil. Girişte azıcık
oyalandıktan sonra salona geçip, kalın beyaz keten örtülü bir masada bir bardak
soğuk bira içmek için neler vermezdim. Şu fotoğraftaki genç
adama gıpta etmemek mümkün değil.
Taksim Belediye Gazinosu | 1939 | Orijinal Fotoğraftan Tarama |
Kütle plastiğindeki tek geometrik
marifet girişin yanındaki dairesel salon. Basit (gibi görünen) bu usta işi ek,
cephe bölümlemesi ve oranları ile birleşince belediyenin genç bir mimara
yaptırdığı “inşaat” dönemin en dikkate değer yapılarından biri haline geliyor.
Lafı uzatmaya gerek yok, Başka bir uzay zaman boyutunda, bulunduğu ülkenin değerli mimari miraslarından
sayılacak gazino yer yüzünde geçirdiği 26 yılın sonunda, 1965’de Sheraton Oteli
yapılmak üzere yıkılmış işte. Ama en azından projesi ve belediye dönemindeki
yapılarına ait bazıları (Florya Tesisleri de dahil) İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk
Kitaplığı Harita Arşivi’inde saklanıyor. Siz de, “ulan oraya AVM yapmak niye
akıllarına gelmemiş, hem de kışla olsa
şöyle ” dediniz değil mi? Sıkın
dişinizi, az kaldı. O civardan
bahsetmişken; Hemen karşıdaki Divan
Oteli ’de Beyefendi tarafından yapılmış.
Gazino’yu tanıtan Arkitekt
nüshasında (1943, 7-8) Güney’in adı altında
“İstanbul Belediyesi İmar Müdür Vekili” yazıyor. Mimarlık yaşamının önemli
bir bölümünde Lütfi Kırdar’ın desteği ve
koruması altında neredeyse “Kentin Başmimarı” (Tanyeli: 2007) olarak 1949’a dek
İstanbul Belediyesi eliyle yürütülen hemen her mimari girişimde onun katkısı ve etkisi kesin. Sonraki onyılın Menderes imarlarının yolunu açan Kırdar döneminde, yapıların
önemli bir bölümünü de doğrudan kendisi tasarlamış. Bu durum bahsedilen döneme
ait ve bir kısmı halen ayakta duran işlerinin
çokluğunu da açıklıyor. Belediyedeki üretimin yoğunluğu 40’ların sonunda mevcut
ithal (ama iyi ürünler verilmiş) modern mimarlık tarzına tepki olarak güçlenen
ve temelini geleneksel Türk evi cephe ve mekan düşüncesinden alan “2. Milli
Mimarlık” akımı ile çakışınca; bana sorarsanız ilk döneminden daha az parlak ürünler
vermesine neden oluyor.
Beyoğlu Evlendirme Dairesi - Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi | 40'lar | 2014 |
Bu dönemden, kırkların sonunda
yaptığı, bugün Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi olarak kullanılan Beyoğlu Evlendirme Dairesi halen ayakta
ve kullanılıyor. Eli yüzü düzgün olmakla
birlikte, Emin Onat’ın Yapı Kredi Bankası Bursa şubesi ile karşılaştırılınca...
İnsan Halkevi’ni ve Gazino’yu özlüyor işin açığı. Şimdi –doğal olarak – yıkılmış Hyatt Regency
arazisindeki 1945 tarihli Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü de aynı
kategoriden. Ama daha ilginç başka bir
işi var: Galatasaray Lisesi Kapısı. Sağır
yan duvarın üzerindeki klasik çıkma ile birkaç yüzyıl geriye ışınlanmış olsa da
itiraf edeyim ki, seviyorum onu ben. Yine Kırkların başından Taşlık’taki İnönü Evi ‘de uzun yıllar boyu cephesini
bir hastalık gibi kaplayan sarmaşıklardan kurtulabilse, şık ve ferah, sevilebilecek bir yapı belki de.
Tenis Eskrim Dağcılık Kulübü | 1945 | Mimarlığın Aktörleri |
Bindokuzyüzelli başlarında İmar
Müdürlüğünden ayrılıp serbest çalışmaya başlayan Mimarımız o dönem için büyük
ve lüks apartmanlar, hanlar (Galatasaray’daki Santral Han) tasarlıyor. Bunlardan mimarının kim olduğunu bilmeden
pek sevdiğim, Şişli’deki Çukurova Apartmanı’ydı.
Yıkıldı tabii. Bu yıllardan diğer bir
yapı da yukarıda söz ettiğim 1956 tarihli Divan Oteli. Sakin ve verimli, ama kayda değer projeler
yapmadan 50’ler böyle geçiyor. Eline
geçen büyük bir iş fırsatı olan “Hiltonvari”
Kalamış Oteli projesi 1960’da iktidar
devrilip rafa kalkınca, bu iş için yapmış olduğu yatırımların altından
kalkamayarak iflas eder. 1960’dan sonra yine kısa bir süre Belediye İmar
Müdürlüğü’ne getirilir. İkinci kez belediyeden ayrılış ve yine özel mimarlık
pratiği. Bazı büyük ölçekli işler yapmış
olsa da (Şişli’deki Kent Sineması ve
Apartmanı) bunlar kayda değer ürünler değil. Son işi Fatin Uran ile Taksim İntercontinental Oteli (Şimdinin The
Marmara’sı) tasarımı. Tasarım aşamasının bitimini göremeden ölür.
Galatasaray Lisesi Girişi | 40'lar | 2014 |
Adamcağızın bir kısmı külliyen
yıkılıp gitmiş, bir kısmı da heder olmuş epey yapısı olduğunu yazıyı buraya
kadar okuyabilmişseniz anlamışsınızdır. Bunlardan biri de Valikonağı caddesi üzerinde
Askeri Müze’nin karşısında büyük güzel bir apartmanın altından geçilerek
girilen Konak Sineması idi. Çocukluğumun geçtiği yetmişlerde değil kentin
geri kalanının; Elmadağ, Nişantaşı, Şişli civarına konuşlu kentli elit ve şürekasının bile boş vakit geçirmek, sosyalleşmek,
görmek/görünmek için kullanacağı mekanlar yoktu. Harbiye’de Dame De Sion sırasındaki As’dan
başlayarak, yukarı Osmanbey’e doğru, yetmişlerin ortalarında açılmış (75 veya 76 olmalı) Gazi, girişinin önünde tahta tezgahlarda satılan
bin bir türlü kaçak çiklet, tıraş losyonu, tütün ve bok püsür ile içerinin muhtevası
hakkında bilgi veren meşhur pasajlı Site sineması. Alt ve üst kattaki
dükkanlarda benim yaşımda bir çocuğun rüyasına bile giremeyecek pahalılık ve güzellikte plastik maketler, beyaz topuksuz spor
çorapları, fanilalar, aspirin, ani kahve,
blucin vs.,büyük ihtimalle PX’den alınmış ıvır zıvır satılırdı. Ve biraz
yukarıda karşı sırada Yine R. Güney
tarafından yapılmış pasajı, üstündeki kocaman apartman grubu ile Kent. Halaskargazi
caddesi üzerindeki işlek pasajlı bu kocaman üç sinemanın müşterisi daha bir
karışık ve “halk” olurdu ve biz temiz
aile çocuğu bebelerin yalnız başlarına ilk ve ortaokul arkadaşları ile gönül
rahatlığı ile gönderilebildiği tek yer Konak Sineması’ydı. Cumartesi öğlen matinelerinde bin kişilik
salon tümüyle dolar, bir parça geç kalınırsa bilet filan bulunmazdı.
Konak Sineması Üst Fuaye | 1960-61 | Arkitekt
Salonla ilgili fazla bir şey
hatırlamıyorum (zaten hep yarı karanlık olurdu ve film arasında da aklım fikrim
büfenin önündeki mahşeri kalabalığı yarıp, frigo veya kokolara ulaşmak-tı.
Unutmayalım, dokuz, on yaşlarında bir oğlandan bahsediyoruz) ama, cadde seviyesinden epey aşağıya genişçe
bir merdivenle inilen iki katlı çok güzel ve görkemli fuaye tümüyle aklımda.Ana
girişten önce balkon fuayesine ulaşılır, buradan merdiven boşluğun büyük bir bölümünü çevreleyen çok
güzel pirinç aksamlı korkuluğu ile muhteşem bir merdiven sizi aşağı indirirdi. Tavandaki indirekt aydınlatma
duvarlardaki güzel barölyefleri aydınlatır; yetmişlerin o ekonomik, sosyal ve
kültürel komasındaki insana “ulan nerdeyim ben” dedirtirdi. O güzelim duvarın Şadi
Çalık tarafından yapılmış olduğunu yıllar sonra öğrendiğimde içim daha da
burkuldu. Yetmişlerin ikinci yarısından sonra Konak ve diğerlerinin yıldızı
söndü, kocaman salonları dolduramaz olup teker teker kapandılar. Bizim sinema
da seksenlerin başlarında banker vebasının kurbanı oldu. Banker Kastelli kim bilir hangi kof hevesle orayı satın aldı.
İstanbul’a gelişlerimde yolum düştükçe, girişin iki yanında boktan iyon
kolonları üzerine oturtulmuş alçı üçgen alınlığın üzerine pirinç harflerle
iliştirilmiş “Kastelli Çarşısı ve
Lüzumsuzluğu” yazısını, sürekli kapalı
kapıyı görüp efkarlanırdım. Birkaç merdivenle inilen kapının önündeki sahanlık
zamanla çep çöp doldu. Pirinç harflerin bir kısmı düştü, alçılar
kabarıp, sarardı filan, sonra ne oldu bilmiyorum. Şadi Çalık’lara, fuayenin
güzel ahşap tezgahına, etraftaki şık, sinema için özel olarak tasarlanıp
yaptırılmış koltuklara ne olduğunu da bilmiyorum. Şimdilerde (Şubat 2014) çok
şükür yine onun yaptığı, önündeki apartman da dahil, komple yıkılıyor.
Kof heveslere kurban giden tek iş bu
değil tabii. Zincirlikuyu Mezarlığının;
kentin bu en önemli ve göz önündeki
mezarlığın kırk yıldır kimseye bir zararı olmadan güzel, vakur oranlarıyla
duran beyaz mermer girişini hatırlıyor
musunuz? Kimseye zararı yok dedim ama, dönemin belediye başkanı Ali Müfit
Gürtuna’nın [8] tavuğuna “kış” demiş
olmalı ki, belediye başkanlığı döneminde durup dururken yıkılıp yerine Club
Alibey Mimari Üslubunda bir nesne kondu. Sonraki yıllarda sıkça göreceğimiz bir
hezeyanın; nefret edilen, önceki politik dönemin ve bıraktıklarının niteliği, kalibresi ne olursa
olsun tehditkar politik simgeler olarak okuyup, bir klişeler revivalizmi ile
ikame refleksinin ilk kurbanlarından
olmak şerefi de ne yazık ki bizim güzel kapı girişine nasip oldu.
Hızlı ve parlak başlayıp, bir parça
hazin biten bir öykü değil mi? Nur içinde yat Rüknettin Güney. Aslında Kadıköy’ü anlatacaktım.
BvP, Aralık 2014 - Şubat 2015
………………………
[1] Halkevi... İtalyan dopolavoro’larından
devşirme, (Cumhuriyetin yönetici kadroları Şubat 1932’de kurulup, Ağustos
1952’de kapanan bu kurumlar için Sovyet,
Alman ve İtalyan örneklerinden epey
yararlanırlar. Halkevleri tüzüğünde de bu
ülkelerle ilgili incelenen - Sovyetler dışında. Herhalde komünizmle özdeşleştirilme
paranoyasından dolayı- pek çok örnekten söz edilir.) bir parça faşizm kokan bu
laf/kavram artık “Yeni Türkiye”nin kalemşörleri tarafından enine
boyuna taşak geçilen gülünçlü bir kavrama dönüşmüş durumda. Kemalistlerin ülkeye getirdikleri yeni rejimle uyumlu bir
toplum yaratma zorunluluğu ile karşı karşıya kalışlarının, Kemalist doktrinin
pratiğe dökülmesi çözümlerinden biri olarak
ortaya çıkan (Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu da diğerleri) ve yıllarca
inatla sürdürülen bu heves günümüzün
toplumsal ikliminde pek revaçta olmasa da sanırım daha dikkatli incelenmeyi hak eden
ilginç bir konu. Bazı akıl sahipleri de incelemişler gerçekten.
Halkevleri deneyimine mesafeli,
kapsamlı ve ipe sapa gelir bir bakış; Şimşek, Sefa. “Bir İdeolojik Seferberlik
Deneyimi”, Halkevleri 1932-1951. Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2002, Kuruma bakış yönü adından kolayca
anlaşılabilen başka bir çalışma; Malkoç,
Eminalp. “Devrimin Kültür Fidanlığı”, Halkevleri ve Kadıköy Halkevi. Derlem
Yayınları, 2009. İlk bakışta hikayeyi değerlendiriş sıkleti itibarıyla (tabii benim küçücük
aklımla) ilki kadar yüksek kalibreli görünmese de , Belki de özel olarak
Kadıköy Halkevini inceleyen tek kitap. Yapının fiziksel özellikleri de bu
türden bir çalışmadan beklenmeyecek detayda. Halkevlerinin tasfiye süreci de
yine detaylı ve objektif anlatılmış. 1939 Şubatından itibaren verilen
konferanslar ve diğer kültürel çalışmalarla ilgili detaylı liste de caba. Metindeki
malumatfuruşluklar için buradan yararlandım. Bulunur, denk gelirse almakta yarar var .
[2] İncelikle düşünülmüş ve zarif lafı
klişe değil. Diğer proje maketlerine dikkatle bakıldığında (A. Sabri ? ve Emin
Onat 2.,
Leman Tomsu 3. ödüle layık
görülür) ne demek istediğimi kolayca anlayabilirsiniz.
İlgili Arkitekt Sayısı için : http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/54/468.pdf
[3] Vanlı, Şevki. Mimariden Konuşmak, Bilinmek İstenmeyen 20.Yüzyıl Türk Mimarlığı, Eleştirel Bakış. Cilt I "Başlarken ve 1920'lerden 1980'lere Türk Mimarisi. Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları. 2006.
[3] Vanlı, Şevki. Mimariden Konuşmak, Bilinmek İstenmeyen 20.Yüzyıl Türk Mimarlığı, Eleştirel Bakış. Cilt I "Başlarken ve 1920'lerden 1980'lere Türk Mimarisi. Vanlı Mimarlık Vakfı Yayınları. 2006.
[4] Sonraki yayınlara da kaynak
oluşturan genişçe hayat hikayesi ölümünden sonra Arkitekt’in 1970-4 sayısında
İhsan Bingüler tarafında yazılmış. Ben de buradan yararlandım. Özellikle son
yıllarındaki “piyasa işi” denebilecek
yapılarının bile özenli, fark edilir olduğu, uzunca ve üretken bir meslek
yaşamına dair çeşitli ipuçları da veren bu yazıyı ancak konuya ciddi şekilde
kafa yoran mimarlık tarihçileri tam manasıyla tefsir edebilir sanırım. “Ona Layunti
(hatasız,yanılmaz) demek mürailik (ikiyüzlülük; bvp) ve cahillik olur,
fakat hataları asla kasti değildir. Zamanla hatasını görmüş ve itiraf edecek
kadar mertlik göstermiştir”. İnsan merak ediyor değil mi? Hangi yapısında
ne tür yanlışlar, kime nasıl itiraf etmiş… Filan.
[5] Dönem Yapılarının mimari
özelliklerine dair kapsamlı
açıklama ve yapı kataloğu için: Aslanoğlu, İnci. Erken
Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı 1923-1938. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları.2001.
[6] Tanyeli, Uğur. Mimarlığın Aktörleri “Türkiye 1900-2000”. Garanti Galeri. Haziran
2007.
[7]
Malkoç 1939 – Mart 1950 aralığında
dönemin gazetelerini ve Halkevi konser davetiyelerini tarayarak 68 adet
konser saptamış. Konser davetiyelerine basit bir göz gezdiriş bile program zenginliği hakkında bir fikir
veriyor. Mesela, Şef Eşref Antikacı yönetiminde verilen Yaylı Sazlar
(çalgılar) 9 Ocak 1944 tarihli konserde
Hery Purcell, Willam Boyce ve Edward Elgar’dan (Çello Konçertosu adamın aklını
alır, aman haaa) parçalar çalınmış. Yine aynı yöntemle taranıp çıkarılmış
konferanslar listesi de ürkütücü bir çeşitlilik gösteriyor. Bu listeler
Malkoç’un “Devrimin Kültür Fidanlığı”
kitabından.
[8] Karaman, Ermenek doğumlu, 1998 – 2004 yılları arasında
İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı
bulunan zat. Kendisi ile ilgili fazla
bir şey anımsamıyorum ama aklımda kalan iki şey var: Biri bu; Zincirlikuyu
Mezarlığı girişine yaptığı “uygulama”, diğeri de oldukça sert geçen 2003-2004 kışında
İstanbul’un kardan felç olduğu bir gece
çıktığı televizyon programında giydiği
boğazı fermuarlı kazak! Biliyorum gülünç ama, - nedense - çenesininin altına kadar çektiği fermuarın, ağzını
her açışında küçük küçük sallanışı, bu
resim zihnimden çıkmıyor bir türlü.
3 yorum:
selam..
Konak sineması ile ilgili şunu söyleyeyim; fuayedeki rölyeflerin 3 tanesini yıkılırken o zaman Kastelli'nin kankası olan Erol Evgin aldı.. Bu sayede Çalık hocanın bu eserleri yok olmadı..
Bu bilgi karşılığında II.Abdülhamit çeşmesini kırılmış gösteren resmini alıyorum, bloğunuzdan olduğunu belirterek bir ara facebook sayfama koyacağım..
Sayfamda Konak ile ilgili bir bölüm de var..
İlginizi çekerse alttaki link den ulaşabilirsiniz..
Ben de küfür sever biri olarak yazılarınızın ve tarzınızın da hayranıyım.. Belirtmeden geçmeyeyim..
Sevgilerimle.. Hasan Ali Atakan
https://www.facebook.com/hasatak.timemachine/photos/a.624478140960110.1073741834.616511555090102/624478907626700/?type=3&theater
Merhaba,
Değil II.Abdülhamit çeşmesinin resmini almak, feysbuk sayfanızın kalibresi ve "de" leri ayrı yazma hassiyetiniz hasebiyle bloğu üzerinize bile yapabilirsiniz!
Hülagü yüzbaşının boğaz macerası benim de projelerimden biridir... Rumeli Caddesinin köşesindeki benzinciyi de maalesef halen hatırlıyorum. Şehir içinde bir benzinci de Taksim'e yakın Cumhuriyet caddesinde var-dı (Sokoni-Vakum). Bu geleneğin son temsilcisi (hani "havaya uçarsa ne var ne yok tarumar olsun" ekölü) Sirkeci, İstasyonun önündeki benzinci, ama sanırım o bile artık çalışmıyor.
Genişçe yazacağım, sevgiler.
BvP
Merhaba,
Bu yazı için size teşekkür ederim; iki nedenden ötürü:
Birincisi, bir iç mimarlık mezunu ve mimarlık tarihi öğrencisi olarak; uzun zamandır şikayetçi olduğum bir konuya gösterdiğiniz duyarlılık için... Rüknettin Güney'in kariyeri ve yapıları modern mimarlık tarihimiz ve Erken Cumhuriyet İstanbul'unun modernleşme sürecine ciddi katkılar sunmuş olmasına rağmen, hatta bu yapıların da bir kısmının tekil olarak literatürde öne çıkmasına rağmen, kendisinin isminin kaynaklarda pek az anılıyor ve kariyerinin üzerine pek az çalışma yapılıyor oluşu.
İkincisi doğrudan kişisel... Yüksek lisans tez çalışmamı Rüknettin Bey'in kariyeri üzerine yapmaktayım, son dönemde farklı nedenlerden ötürü çalışmalarım yavaşlamaktaydı, yazınız beni yeniden ateşledi, önemli bir şey yapmakta olduğumu hatırlattı :)
Güzel değerlendirmeleriniz ve aktarımlarınız için en içten tebrik ve teşekkürlerimi iletiyorum.
Selamlar!
Cansu
Yorum Gönder