Düşünen Adam Tarafsız, Siyasi Mecmua 10 Mayıs 1961 |
Daha
doğrusu “Düşünen Adam, Haftalık Tarafsız
Siyasi Mecmua”. On Mayıs 1961 tarihli derginin üçüncü sayfasında listeli
yazı kuruluna kısa bir bakış hakkaten ne kadar tarafsız bir dergiyi elimde
tuttuğumu anlatmaya yetti. Ali Fuat Başgil, Peyami Safa, Faruk K. Timurtaş,
Mehmet Turgut gibi her biri tarafsızlık abidesi; düşünür, gazeteci ve bilim adamlarının
yazıları ile dolup taşan hazineden şu yaşıma kadar haberdar olmadığıma
hayıflandım. Ama zaten benim ilgimi çeken bu zatlar değil, kapakta resmi olan yedi
zattı. Mercury astronotlarını Amerikan Deniz Kuvvetlerinin uçuş elbiselerinden
alelacele devşirilmiş gümüş rengi uzay elbiseleri içinde gösteren o çok ünlü fotoğraf [1] ve “Hakiki
Feza Adamları” yazısı, derginin içeriğini
az çok söylüyordu. Kapakta “Mebus Maaşları ve CHP” de yazıyordu amma, CHP evvel
eski umurumda olmadığından pek önemsemedim.
Amerika
Birleşik Devletleri ve Sovyetler arasındaki “feza yarışı” temelde “kim kimin kafasına daha
çabuk, daha önce atom bombası atacak” motifli bir didişme. Hassas, güvenilir kontrol sistemleri ve işe yarar yükleri
yörüngeye oturtabilecek nitelikteki itki teknolojisi eksenindeki bu karakucak
güreşinin, tarafların nüfuz alanlarındaki
ülkeleri yemlemekte kullanılan propaganda malzemesine dönüşmesi hiç şaşırtıcı değil. Ama şaşırtıcı ve – bir parça da – acıklı olan;
propagandanın hedef tüketicisi ülkelerin coğrafyasında işin üreticisinden daha
heveskar, ortalığı kasıp kavuran bir
sidik yarışı haline gelişi. Kimi zaman da
müşteri ülkelerin gazeteci, yazar çizer ve genel olarak insan malzemesinin yetersizliği
işi büsbütün maskaralığa dönüştürüyor. Yıllarca Hayat dergisinin soğuk savaş
boyunca söz konusu propaganda işini en kaba saba haliyle sürdürdüğüne inandım. Maalesef yanılmışım. Baskısından, telif yazılarına, üslubundan, sayfa tasarımına
kadar “esas oğlan”dan ciddi destek aldığı çok belli Hayat dergisi anti
Sovyet propagandayı –muhtemelen-
sevabına üstlenen bu yayın karşısında çok rafine kalıyor.
Düşünen Adam | 10 Mayıs 1961 | Sayfa 28 - 29 |
Bu
sıkıcı girişten sonra az ileride bizi üstad Peyami Safa “Markxist, Komünist ve
Ajanları” başlıklı yazısı ile karşılıyor. Yurdun dört bir yanının vıcır vıcır
komüniste kesmiş olduğu konusunda uyarıyor bizleri. Hangi taşı kaldırsak
altında onlar var:
“Türkiye’de Komünizmle savaş Marksizmle veya herhangi bir sol düşünce sistemi ile savaş değildir. Ajanlarla, sabotajcılarla, casuslarla mücadeledir. Özel şekilde yetiştirilmiş 150 bin Bolşevik ajanının Türkiye’ye memur edilen bir kısmı gençliğin, halkın, işçinin, köylünün, basının içine sokularak kışkırtıcı, yıkıcı propagandasını yapar. Bunun Marxizmle [2] ilgisi yoktur. (…) ‘her toplumun esas münasebetleri yalnız istihsal münasebetleri midir?’ gibi Marksizmin esas meselelerine giren ve onları münakaşa eden bir tek komünist görülmüş müdür? Onlar bu münakaşalara yanaşmazlar, Marxizmin ne olduğunu da bilmezler. Onların işi muarızlarını arkadan vurmak, aleyhlerine iftira propagandaları yapmak, çaktırmadan Sovyetlere sempati, Amerikalılara nefret uyandıran telkin ve bahaneleri….”
“Türkiye’de Komünizmle savaş Marksizmle veya herhangi bir sol düşünce sistemi ile savaş değildir. Ajanlarla, sabotajcılarla, casuslarla mücadeledir. Özel şekilde yetiştirilmiş 150 bin Bolşevik ajanının Türkiye’ye memur edilen bir kısmı gençliğin, halkın, işçinin, köylünün, basının içine sokularak kışkırtıcı, yıkıcı propagandasını yapar. Bunun Marxizmle [2] ilgisi yoktur. (…) ‘her toplumun esas münasebetleri yalnız istihsal münasebetleri midir?’ gibi Marksizmin esas meselelerine giren ve onları münakaşa eden bir tek komünist görülmüş müdür? Onlar bu münakaşalara yanaşmazlar, Marxizmin ne olduğunu da bilmezler. Onların işi muarızlarını arkadan vurmak, aleyhlerine iftira propagandaları yapmak, çaktırmadan Sovyetlere sempati, Amerikalılara nefret uyandıran telkin ve bahaneleri….”
Üstad sayesinde öğrendiğimiz başka kıymetli bilgiler de var: Öncelikle “Özel şekilde yetiştirilmiş” komünist ajanların Türkiye’ye memur edilen kısmının Marksizm’den filan bi bok anladıkları yok. Ayrıca, işleri güçleri Sovyetleri övüp, Amerikalılarla taşak geçmek… Ama durun:“Düne kadar Batı aydını da komünistlerle mücadeleyi yalnız fikir sahasında bırakıyordu. Fakat komünistler Çinde iktidarı ele aldıktan ve Uzak doğuda zaferler kazandıktan sonra (…) Hür Dünya uyandı ve akademik münakaşaların bize hiçbir şey kazandırmayacağını anladı”. Yani artık biz de çene yarıştırmaktan vazgeçip, komünistleri kabak gibi oymaya başlamalıyız!
Sertlik
yanlısı ve işin “ilmini” irdeleyen üstada kıyasla Gökhan Evliyaoğlu’nun
“Deliliğin Süratini Değil Aklın Hızını Seviyoruz” başlıklı yazısı ise daha bir
yumuşak ve sıradan insana yönelik: “Amerikan
feza adamlarından Shepard’ın başarısı daha önce fezaya bir adam fırlatıp yere
indirdiğini iddia eden Rusya’nın bütün ümidini bağladığı son propaganda balonunu patlatıverdi. Artık
bu yüzde kaçının hakikat, ne kadarının yalan olduğu pek anlaşılmıyan Sovyet
palavrasına kapılan komünistlerin ve gafillerin kendilerine gelmesi beklenir
(…) Gagarin efsanesini bütün Rus milletinin başarısı (!) şeklinde yorumlamaya
gayret eden kalem sahipleri başlarını
öne eğip utanmalı ve tövbe etmelidirler. Gagarin fezaya çıkmış mı, çıkmamış mı?
Bunu bilmiyoruz. Çünkü Sovyet haber kaynakları dünya efkarıumumiyesini bu
mevzuda fotoğraf ve sinema ile aydınlatabilmiş değillerdir.” Gökhan bey türlü inanmak istemiyor, inanamıyor olan bitene. Öyle ya, Gagarin’in bir tane
bile fotoğrafı yok. Göz görmeyince insan nasıl inanır? Telemetrik dökümantasyon,
radar izlemesi, doppler kayması ile izleme, telsiz dinlemeleri ,“National Security Agency” NSA’nın ELINT* istasyonlarınca yakalanan televizyon görüntüleri filan hep boş [3].
“Gagarin
iddia edildiği gibi atmosfer dışına fırlatılıp, tekrar önceden kararlaştırılan
yere inmişse, inerken yahut hemen indikten sonra neden fotoğrafları
çekilmemiştir?” Gagarin ve Vostok1’e ait, hatta cihazın iniş sonrası
halini bile gösterir pek çok fotoğrafının yayınlanmış olmasından
da habersiz görünüyor. Sakız, yani işin
bir Sovyet uydurması olduğu, “bizimkilerin” “hakiki feza adamı”, onların ise
gazozdan feza adamı olduğu sakızı derginin bu sayısında bolca çiğneniyor. Kaldı
ki, Sovyet uzay programı gerçek olsa
bile “Rusyadaki teknik merhale Rus
kafasının ileriliğine de delil teşkil etmez; zira hatırlanmalıdır ki, Sovyetlerin
atom sırlarına ancak hırsızlık yolu ile, casus şebekeleri vasıtası ile sahib
olabilmişler, füze ve roket mevzuunda da Alman zekasından istifade etmişlerdir”
İnsanın aklına hemen Amerikan roket ve uzay programının tasarım ve üretim
aşamalarında kilit görevlerde bulunan Wernher von Braun, Kurt Debus, Walter Dornberger,
Arthur Rudolph gibi “roket alimleri”nin nereli olduğu geliyor tabii. Ama bizim
yazarın ilgilendiği başka bi şey… O, işin daha bir nebleyim, insani boyutu ile
ilgili. “Rus ve peyk halkların dişinden
tırnağından sökülen paraların, hırsızlık, açlık ve zulümün eseri”olan uzay
programının “Batıda ise tam aksi; insan
zekasının, hürriyetin, millet arzusunun, halkı rencide etmeyen teşebbüs
zenginliğinin eseri”[4] olduğunu anlatmak istiyor. Maalesef anlatıyor da!
Fezada bir Amerikalı
(Kapaktaki
konu) ibaresi ile esas konuya giriyoruz sonunda. Bu oldukça uzun
yazının müellifi maalesef yazılmamış ama, onun da fevkalade “tarafsız” bir muharrir olduğu okumaya devam ettikçe elbette ki kesinlik kazanıyor.
“DÜNYA milletlerinin A.B.D. lerinin ve Sovyet Rusya’yı feza ilminde de yarışırken görmek istemelerine rağmen, A.B.D. lerinin Cap Canaveral’a gönderdiği kati emir üzerine, Amerikan alimlerinin ne olursa olsun ilmi çalışmalarını bir yarışma propagandası yüzünden bozmamaları emredilmişti. (…) propoganda için değil, Amerikalılar ilmi ilim için yapmalıydılar.” Aslında Amerikan ordusu; özellikle de kara kuvvetleri, başında von Braun’un olduğu bir ekiple 1940’ların ortalarından beri çölde deli gibi “ilim için ilim” yapıyordu elbette. Yapılanlar da hiç öyle yabana atılır şeyler değildi. Ordu için geliştirilen Atlas roketi oldukça başarılı bir tasarımdı. Sık sık basına yansıyan o bocalamalar, başlangıçtaki utanç verici, Dünyayı güldüren fırlatma rampasında patlayan roket görüntüleri filan ekibin beceriksizliğinden değil; İkinci Dünya Savaşı sırasında V2’leri geliştirmiş bu bir grup eski Nazi yerine, esas iş görecek tasarımın doğma büyüme Amerikalılar tarafından tasarlanması konusunda inadın ve yukarıda sözü edilen “teşebbüs zenginliğinin eseri”ydi. Başkan Eisenhower tarafından Savunma Bakanı olarak atanan General Motors yöneticisi “Engine” Charley Wilson’a göre General Motors’un ana yüklenici olduğu “Thor” roketi iyi ve yarayışlı, ama yüklenicisi Chrsyler olan “Atlas” ise işe yaramaz ve güvenilmezdi! [5] (Gray: 37). Gerçi bu iş ayyuka çıkınca bizim “motor” Wilson istifa etmek zorunda kaldı ama bu defa da, Deniz Kuvvetlerinin geliştirdiği Vanguard roketinde inat edildi. Ana yüklenicisi Martin Şirketi olan bu cihazın motoru “Hermes”in tasarım ve üretimi General Electric tarafından yapılmış, tam anlamıyla “Amerikan mühendis ve işçisinin eseri” bir sistemdi. 1957’den 1959’a kadar yapılan 11 testte "Vanguard" ancak üç uyduyu yörüngeye oturtabildi! Sonunda Amerikan gururu eski Nazilerin kucağına oturacaktı. Zaten bizim “von” da artık vatandaş olmuş, pırıl pırıl bir Amerikalıydı artık.
“DÜNYA milletlerinin A.B.D. lerinin ve Sovyet Rusya’yı feza ilminde de yarışırken görmek istemelerine rağmen, A.B.D. lerinin Cap Canaveral’a gönderdiği kati emir üzerine, Amerikan alimlerinin ne olursa olsun ilmi çalışmalarını bir yarışma propagandası yüzünden bozmamaları emredilmişti. (…) propoganda için değil, Amerikalılar ilmi ilim için yapmalıydılar.” Aslında Amerikan ordusu; özellikle de kara kuvvetleri, başında von Braun’un olduğu bir ekiple 1940’ların ortalarından beri çölde deli gibi “ilim için ilim” yapıyordu elbette. Yapılanlar da hiç öyle yabana atılır şeyler değildi. Ordu için geliştirilen Atlas roketi oldukça başarılı bir tasarımdı. Sık sık basına yansıyan o bocalamalar, başlangıçtaki utanç verici, Dünyayı güldüren fırlatma rampasında patlayan roket görüntüleri filan ekibin beceriksizliğinden değil; İkinci Dünya Savaşı sırasında V2’leri geliştirmiş bu bir grup eski Nazi yerine, esas iş görecek tasarımın doğma büyüme Amerikalılar tarafından tasarlanması konusunda inadın ve yukarıda sözü edilen “teşebbüs zenginliğinin eseri”ydi. Başkan Eisenhower tarafından Savunma Bakanı olarak atanan General Motors yöneticisi “Engine” Charley Wilson’a göre General Motors’un ana yüklenici olduğu “Thor” roketi iyi ve yarayışlı, ama yüklenicisi Chrsyler olan “Atlas” ise işe yaramaz ve güvenilmezdi! [5] (Gray: 37). Gerçi bu iş ayyuka çıkınca bizim “motor” Wilson istifa etmek zorunda kaldı ama bu defa da, Deniz Kuvvetlerinin geliştirdiği Vanguard roketinde inat edildi. Ana yüklenicisi Martin Şirketi olan bu cihazın motoru “Hermes”in tasarım ve üretimi General Electric tarafından yapılmış, tam anlamıyla “Amerikan mühendis ve işçisinin eseri” bir sistemdi. 1957’den 1959’a kadar yapılan 11 testte "Vanguard" ancak üç uyduyu yörüngeye oturtabildi! Sonunda Amerikan gururu eski Nazilerin kucağına oturacaktı. Zaten bizim “von” da artık vatandaş olmuş, pırıl pırıl bir Amerikalıydı artık.
1961’e
gelindiğinde eski tatsızlıklar geride kalmıştı “fezaya gönderilecek pilotun seçimi Feza seyahatinin en önemli noktalarından
birini teşkil ediyordu”. Seçim konusunda dergimizin verdiği bilgiler
şaşırtıcı biçimde doğru: “İlk önce pilot
kırk yaşlarından daha genç olmalıydı. Boyu 1.80 den biraz az, fiziki vaziyeti
mükemmel olmalıydı. Ayrıca namzetler yüksek tahsil mezunu olmakla beraber bir
deneme pilotu okulundan diplomalı olmak, en az 1500 saat uçuş yapmış olmak ve en az 1500 saat uçuş yapmış(…) Seçimin
başından bu evsaflara haiz 508 gönüllü çıkmış fakat bu sayı 110, 69, 32, 18 ve
yediye düşmüştü”
Yedi Adet Hakiki Feza Adamı | NASA |
Gerçekten de, kayıtları incelenen 508 test pilotundan 110
tanesinin seçim için belirlenmiş yedi kritere uygun oldukları anlaşılmıştı. Kırkbiri test pilot okullarındaki eğitmenlerin tavsiyeleri üzerine elenmiş, görüşmeye çağrılan 69 kişiye de bu proje için
gönüllü olup olmayacakları sorulmuştu. Otuz yedisi işi kabul etmemiş veya
çeşitli nedenlerle elenmiş, tümüyle uygun görülen otuzikisi ise kapsamlı tıbbi
testlere tabi tutulmuştu. Saçma sapan testlerden geçebilenler ise 18 kişiydi
gerçekten (Voas;1960). Yazar tek
renklendirmeyi gönüllü sayısında yapmış görünüyor. Öyle ya, herkesin gönüllü
olması daha uygun ve doğal elbette. Boru mu bu? Komünizmle mücadele edilecek!
Hem de uzayda… Mesela Kore’ye asker göndereceğimiz ilan edildiğinde bizim
buralarda millet askerlik şubelerinin kapılarını kırmamış mıydı ? “Hür Dünya”da
işler böyle yürür arkadaş…
Mercury uçuşları için seçilen bu yedi adamın eğitim süreci de yine şaşırtıcı şekilde doğru anlatılmış. İnsan günümüz cahil muhabirlerinin yazdığı yalan yanlış şeyleri görünce daha da bir taktir ediyor adamcağızı. “tatbiki antremanları onlar için hazırlanmış aynı süratteki dönüşü yapan, aynı eğilim içinde yuvarlanan ve aynı korkunç gürültüleri çıkaran makinalarda yapacaklardı. Mesela seyahatin sırrını hususi kurslarda inceliyen pilotlar…” Burada biraz durmalı: “Aynı süratteki dönüşü yapan makinalar”dan kastedilen muhtemelen Deniz Kuvvetlerinin Johnsville’deki laboratuarında bulunan santrifüj. Pilotları yüksek “G”ler (çekim kuvveti/gravitional force) için eğitmeye yarayan bu acayip alet, yapımı tamamlandığı 1947’denberi Mercury astronotları da dahil olmak üzere yüzlerce pilota dünyayı dar etmiş. Yaklaşık 15 metre uzunluğundaki kolun ucunda oturan biçareyi 4.000 beygir gücünde bir motor yedi saniyeden az sürede saatte yaklaşık 280 kilometre hızla döndürebiliyor! Bu süratte 40 G’ye ulaşmak mümkün ve iş ağırlık cinsinden söylenince, 80 kilogram ağırlığında bir insanın yaklaşık 3.500 kilogrammış gibi hissetmesi demek. Herhangi bir canlının kaldırabileceği türden bir şey değil. Normal bir insan 6 G’de kendinden geçiyor, zaten Mercury aracı da 14G’ye dayanabilecek şekilde tasarlanmış. Bu acayip şey astronotları kalkış ve yeryüzüne iniş sırasında karşılaşacakları ivmelenmeler ve jet pilotlarını ani dönüşlerde artan G kuvvetleri için eğitmekte kullanılmış. Mercury, Gemini, Apollo hatta ilk grup Uzay mekiği astronotlarının hepsi kaderin sillesini Johnsville’de yemiş. Taa emekliye ayrıldığı 2004’e kadar.
Mercury uçuşları için seçilen bu yedi adamın eğitim süreci de yine şaşırtıcı şekilde doğru anlatılmış. İnsan günümüz cahil muhabirlerinin yazdığı yalan yanlış şeyleri görünce daha da bir taktir ediyor adamcağızı. “tatbiki antremanları onlar için hazırlanmış aynı süratteki dönüşü yapan, aynı eğilim içinde yuvarlanan ve aynı korkunç gürültüleri çıkaran makinalarda yapacaklardı. Mesela seyahatin sırrını hususi kurslarda inceliyen pilotlar…” Burada biraz durmalı: “Aynı süratteki dönüşü yapan makinalar”dan kastedilen muhtemelen Deniz Kuvvetlerinin Johnsville’deki laboratuarında bulunan santrifüj. Pilotları yüksek “G”ler (çekim kuvveti/gravitional force) için eğitmeye yarayan bu acayip alet, yapımı tamamlandığı 1947’denberi Mercury astronotları da dahil olmak üzere yüzlerce pilota dünyayı dar etmiş. Yaklaşık 15 metre uzunluğundaki kolun ucunda oturan biçareyi 4.000 beygir gücünde bir motor yedi saniyeden az sürede saatte yaklaşık 280 kilometre hızla döndürebiliyor! Bu süratte 40 G’ye ulaşmak mümkün ve iş ağırlık cinsinden söylenince, 80 kilogram ağırlığında bir insanın yaklaşık 3.500 kilogrammış gibi hissetmesi demek. Herhangi bir canlının kaldırabileceği türden bir şey değil. Normal bir insan 6 G’de kendinden geçiyor, zaten Mercury aracı da 14G’ye dayanabilecek şekilde tasarlanmış. Bu acayip şey astronotları kalkış ve yeryüzüne iniş sırasında karşılaşacakları ivmelenmeler ve jet pilotlarını ani dönüşlerde artan G kuvvetleri için eğitmekte kullanılmış. Mercury, Gemini, Apollo hatta ilk grup Uzay mekiği astronotlarının hepsi kaderin sillesini Johnsville’de yemiş. Taa emekliye ayrıldığı 2004’e kadar.
Mercury
biçareleri için özel olarak icat edilmiş başka bir işkence aleti de uzay
aracının kontrolsüzce yuvarlandığı, eksenel kontrolden çıktığı durumlarda, astronota aracı manuel
olarak stabil hale getirebilecek
yetenekleri kazandırmak için tasarlanmış
MASTIF (Multi Axle Spin Test Inertia Facility) Simülator. Bu üç eksende
saate 45 dönüş yapabilen bir tambur. İçindeki zavallıdan hangi aksta
çevrileceğini bilemez halde bir süre çalkalanıp, dönüşler düzenli bir hale geldikten sonra
içeriden uzay aracındakilere benzeyen bir düzenekle kontrol ederek hızı
düşürmesi ve nesneyi stabil hale getirmesi bekleniyor! Bu cihazı kim tasarladı bilmiyorum ama içine
girmek zorunda kalanlardan çok küfür yediğine eminim. En azından D.K. Slayton
epey sövmüş olmalı. Anılarında pek de iyi bahsetmiyor cihazdan. Ama MASTIF’in simüle
ettiği türden bir krizle birkaç yıl sonra Gemini IX mürettebatı karşılaşacaktı.
Feza Gemisi
Yok! Maalesef Ne Karılar, Ne de Gemiler Böyle |
Hür
dünya’nın “Feza Gemisi”, Mercury 1959’da Amerikan Havacılık endüstrisinin önemli
şirketlerinden birine, McDonnell’e sipariş ediliyor. Bu tarihte McDonnell
Amerika’nın 100. Büyük şirketi, 24.000 kişi çalıştıran ve yıllık üretimi 436
milyon dolar olan bir dev. Deniz Kuvvetler için FH4-1 Phantom uçaklarını filan
üretiyor. İşin hediyesi yaklaşık 20 Milyon dolar, adı da üreticinin model tanımı
ile Sanki saç kurutma veya çamaşır makinesi yapılıyormuş gibi Model 133K! O paralara “Feza Gemisi” yapmak pek
işlerine gelir şey değil aslında. Ama evdeki hesap her zamanki gibi çarşıya
uymadığı için sonunda iş yaklaşık 150 Milyon Dolara çıkıyor da, Bay James S. McDonnell’in
attığı taş ürküttüğü kurbağaya değiyor. Bu para karşılığında adamdan istenen şunlar: (1) İçinde insan olan bir aracı Dünya yörüngesine oturtacak,
(2) İnsanın bu ortamda göstereceği yeterlilik ve performansı araştıracak, (3) Aracı ve içindekini salimen
yere indirecek.
Garip
ama bunların hepsi de başarılıyor. Evet, garip çünkü bu işlerin olduğu zaman
dilimi 1958 ile 1961 arası! İsterseniz 1959 model otomobillere, radyolara ve diğer boka püsüre bir bakın. Bugün telefona “nbr
cnm” yazıp başka bir salağın telefonunda görünmesini sağlamak, muhtemelen
yörünge değiştirme ateşlemesi için gerekenden daha karmaşık bir komut dizisi ve
teknoloji gerektiriyor.
Yüklenici Detay/Taahhüt Dökümanından Düzenleme | BvP |
Yazar insanların kafasındaki “feza gemisi” imajının sofistike karmaşıklığına uygun şekilde “yüze varan düğme, manivela veya kumanda kolu”ndan söz ediyorsa da, aracın içi esasen ellilerin başlarında üretilmiş jet uçaklarından daha karmaşık değil. İki parçadan oluşan sol panelde içte ateşleme kontrol, durdurma (abort) ve el kumandasına geçiş anahtarları, dış panelde ise kabin içi basınç kontrol, iç ışıklandırma, telemetri, iniş kontrol ikaz ve manuel kontrol anahtarları var. Sağ bölüm daha basit: genel olarak kabin ve elbise iklimlendirme, oksijen sistemlerini kontrol ediyor. Burada ilginç olan, sistem gruplarının renk alanları ile belirlenmiş olması. Daha sonraki uzay aracı tasarımlarında kullanılmamış bu önlem gerçekten de oralara gönderdikleri adamın göstereceği tepki ve performanstan çok emin olmadıklarını gösteriyor.
“Manivela
ve kumanda kolu” ise, esasen durdurma kolu (abort handle) ve lövye ünitesi
(hand controller). Bu sistem uçaklarda kullanılana benziyor. Temel fark, eksenel
yalpanın (yaw) ve doğrusal hareketlerin, yani üç eksenli hareketin solenoid
valflerle harekete geçirdiği ufak iticiler ile sağlanıyor oluşu (RCS=reaction control
system). Tüm bunların tek bir ünite üzerinden ve basınçlanmış bir
elbise/eldiven) ile kontrol edilebilecek kadar hassas düzenlenişi (yaylı bir
düzenekle sistem üzerindeki zorlamaların “hissedilmesi” filan sağlanıyor) “hür
dünya” nın 1961 model başka bir mühendislik başarısı bence.
“İŞTE Yıllardan beri süregelen hazırlıklar
Nisan sonunda tamamlanmış… Cap Caneveral’daki üste ucunda Mercury höcresi
olduğu halde Redstone füzesi atış kulesinde bekliyordu. Yolculuk için seçilen
yedi pilot arasından Shepard isimlisi seçilmiş ve..” Yazarımızın amele
pazarından inşaata tuğla çekecek amele seçiliyormuşçasına söz ettiği kişiden
biraz bahsedeyim: Amerikan Deniz
Kuvvetleri Yarbayı ve test pilotu Alan Shepard. Doğal olarak son derece renkli bir hayatı ve kişiliği olan kahramanımızın
15 dakikalık balistik seyahati ( yörünge altı bir mermi yolu takip ediyor aslında) Nisan 1962’de Sovyet kozmonot Yuri Gagarin’in 108 dakika süren yörünge
uçuşunun yanında fazla bir şey gibi görünmese de az iş değil. Başarıyla gerçekleşen
bu gösteriden sonra iki kişilik, Apollo öncesi bir atlama taşı sayılan Gemini
projesi için eğitime başladığı, başarıdan başarıya koşacağı sırada teşhis edilen bir iç kulak hastalığı
yüzünden potansiyel koşu aksıyor ve uçuş işlerinde alınıp “astronot bürosu”na
atanıyor. Taaa 1969’da ameliyat olup,
uzay uçuşu yapabilir olunca da Apollo 14 uçuşunu komutan olarak
gerçekleştiriyor. 47 yaşında ve o zaman uzay uçuş programındaki en yaşlı astronot
olarak yaptığı uçuş tüm Apollo programının en hassas ay inişi. Belirlenmiş
noktaya “şak” diye indiriyor Antares’i! (Bu iş “komutan” olarak belirlenen, üç kişilik mürettebatın en tecrübeli ve
kıdemlisi tarafından elle yapılıyor ve tahmin edilebileceği gibi pek zor bir
zenaat) Golf meraklısı olan “Shepard isimlisi”
ay yüzeyinde golf vuruşu yapmak gibi bir soytarılıktan da geri kalmıyor. NASA’dan emekli olduktan sonra, iş adamı olarak başarıdan başarıya koşmak
suretiyle oldukça zengin bir şekilde 1998’de lösemiden bu dünyaya veda ediyor.
Kuvvetli Bir Kahvaltı
“Nihayet 5 Mayıs günü”ne dönelim: “Sabahleyin erken kalkan Feza pilotu
kuvvetli bir kahvaltı yapmış”. Tabii “erken
kalkan yol alır” diyerekten kalkıyor, kahvaltıya oturuyor; köyden yumurta,
halis yağ, güzel zeytin, çökelek gelmiş, bol demli çay… Gün uzun olacak çünkü.
Aslında bu “kuvvetli bir kahvaltı” hikayesi uyduruk değil. Mercury ve Gemini
için nasıldı bilmiyorum ama Apollo mürettebatı geleneksel olarak uçuş sabahı
birkaç saat sonra dünyanın en doğal şeyini yapacaklarmış gibi güzel bir kahvaltı edip, sofrada gazete filan
okuyorlar. Ne kadar süreceği önceden planlanmış ve uçuşu yapacak mürettebat dışında pek az
kişinin katıldığı, ama Baş astronot “Deke” Slayton’un mutlaka katıldığı bu
kahvaltılar sırasında genel olarak o gün olacaklardan fazla bahsedilmiyor,
genel geyik, futbol filan konuşuluyor. Fotoğrafı en çok yayınlanan ve en ünlüsü
16 Temmuz 1969'daki Apollo 11 kahvaltısı. Mürettebattan Michael Collins’in yazdığı ve belki de en bu
konudaki en iyi anı kitabı “Carrying The Fire”da [7] ve Slayton’un anılarında [8]
bahsediliyor (Collins:355-356), (Slayton/Cassut:240).
Fotoğraflara
bakınca yiyeceklerin basitliği, çeşit azlığı ve odanın ufaklığı beni hep
şaşırtıyor. İnsan niyeyse kalkışılan işin acayipliğini ve seferber edilen
sınırsız kaynakları düşünüp, “Eeey NASA,
astronot kardeşlerim o kadar pisboğaz değillerdir, biz onu da biliriiiz, ama hiç
olmazsa pazar sabahları boğaz kıyısındaki tıkış tıkış acayip yerlerde eşofman
üstü anoraklarıyla saatlerce tıkınanların çöktüğü kadar zengin bir sofra
döküleydi… Adamlar fezaya gidecek, edep yahu”
demeden de edemiyor.
Shepard
iyi ki “kuvvetli bir kahvaltı” yapmış,
çünkü gece birde kaldırılıp “höcresine”
sabah beş buçukta anca yerleşiyor, ama çeşitli sorunlar yüzünden sürekli
durdurulan geri sayım nedeniyle roket ancak saat 09:49’da ateşlenebiliyor. Bu süre içinde de bizim hür dünyalı
kahraman elbisesinin içine işemek zorunda kalıyor!(Slayton/Cassutt:98) Tabii
kimsenin aklına on beş dakikalık bir uçuş için adamcağızın içerde dört beş saat bekleyeceği gelmediğinden konu ile ilgili tertibat alınmamış… Kapsül
içinde ayakları yukarıda, yüzü gökyüzüne dönük oturmak zorunda olduğu
düşünülürse, ıslaklığın nerelere yayıldığını varın siz hayal edin.
“Merak Etmeyin, Vaziyetim Çok İyidir”
"Vaziyetim Şimdilik Çok iyi Görünmüyor ya, Hadi Hayırlısı..." Astronot Alan B. Shepard Fırlatma İçin Hazır | 5 Mayıs 1961 NASA |
“YERDEN ayrıldığı andan inişine kadar
Shepard mütemadiyen yerle irtibat halinde idi. Yüz kilometreye varan atmosfer
tabakasından çıkmak üzere iken, gördüğü manzaranın güzelliğinden olacak ‘ne muhteşem manzara!’ diye söylenmekten
kendini alamamıştı. Kendisi bizzat feza gemisini idare ettiği için her şeyin
yolunda olup olmadığı sorulunca “Hayır,
hayır. Merak etmeyin, vaziyetim çok iyidir” dedi. Burada işin içine bir
parça hayal gücü giriyor maalesef. Böyle şeyler demediğini, hatta fırlatma için
beklerken ne düşündüğü sorulduğunda “bu cihazın her parçasının ihalede en düşük
fiyatı veren üreticiye yaptırılmış olduğunu düşünüyorum” dediğini
biliyoruz. “Ne muhteşem manzara”
filan diyebilecek bir herif de değil zaten. “Bizzat idare” işine gelince:
Gagarin’in tümüyle otomatik uçuşuna kıyasla Shepard’ın uçuşu gerçekten de bir
miktar “idare” içeriyordu. Fakat bunlar genel olarak uçuş programını
etkileyemeyen “ulan kontrol edilebiliyor mu bu şey hakkaten?” türü deneyler.
Otomatik kontrol sistemini her defasında bir aks için devreden çıkararak
başladığı kısa ateşlemelerle sonunda, her üç aksın kontrol edilip edilmesi ve
bunların simülatörle benzerliklerin saptanması.
Ayrıca; balistik yörüngenin tepe noktasından iniş sırasında burun
açısının iniş ateşlemesi için
gereken açıdan daha sığ olduğunu fark
edince otomatik düzeltmeyi beklemeden,
bu açıyı kendisi optimuma (34 derece) getiriyor. İdare
ediyor yani…
Kısa
ama önemli yolculuğun sonunda okyanusa iniş sorunsuz olarak gerçekleştirir. “Yavaş bir süzülüşle istenen noktada suya
düşen höcreden Sherpard aralıksız olarak civar gemilerle irtibatı devam
ettirdi. Etraftan yetişen iki helikopterden birisi pilotu, diğeri de höcreyi…”
“Aralıksız olarak civar gemilerle irtibatı” devam ettirmek özellikle
vurgulanmış bir durum. Anlaşılan makalenin yazarın şu “irtibat” işi fazlasıyla
etkilemiş. O yıllarda İstanbul’dan
Ankara’ya yapılan telefon görüşmeleri düşünüldüğünde, teknolojik gelişmişliğin
en kavranabilir ölçütü olarak bu durum çok ta şaşırtıcı değil. RCS veya
telemetrik izleme sistemleri okuyucunun kafasında herhangi bir çanı çalamayacak
kadar anlaşılmaz şeyler zaten.
Yolculuğun
“muvaffakiyet” haberinin bütün
dünyayı dolaşmasıyla “uçuşu başından
sonuna kadar televizyonlardan takip eden” milyonlarca Amerikalı büyük bir
coşkunluk içinde “yüzlerini ağartan”
Shepard’ın alkışlarlar…
Başarının
“tesiri” dünyada o kadar derin bir hayranlık bırakır
ki, “kominizmin bazı kör hayranları” Sovyet iddiasının o
kadar körü körüne alkışladıklarına pişman olmuşlar, sanki ‘feza
ilminde Sovyetler daha ileridir’ diye “efkarı
umumiyeyi zehirliyen” onlar değilmiş gibi bu defa Shepard’ın zaferinde
kendilerine pay çıkartmak isterler. İşte
“Hür dünya” bir kez daha galebe çalmış, her şey açık açık “efkarı umumiyenin”
gözü önünde oynanmıştır. Diğer taraftan “nazarlar”
birden Sovyetlerin iddia ettikleri zafere çevrilir. Sovyetler daha ileri
olsalar-dı neden onlar da Amerikalı’lar gibi yapmayıp bir “esrar perdesi” ni tercih ederler? “Gagarin’İn hikayesi insana Halepten döndüğünde yüz arşın uzun atlama atladığını söyliyen seyyahı hatırlatıyordu”! ( Ünlem bana ait) “İyi niyet insanın şanındandır ama,
Sovyetlerin her dediğine hiçbir ispat görmeden inanmakta insana ağır geliyordu”…
(Ulan; ne “ağır geliyordu” ? Görsen anlayacak mısın ?)
Efkarı Umumiye: "Ağır Geliyor, Fevkalade Müteesirim" Yazıya Konu Dergiden Gripin Reklamı-na Ekleme | BvP |
Yazının
bundan sonraki bölümünde akıl erdiği,
dil döndüğünce tüm bu olan bitenin aslında “Fezanın feth” edilmesi filan
olmadığını anlatılıyor. “ Dört yıl evvel
Ruslar ilk Sputnik’i mahrekine yerleştirdikleri
vakit Amerikanın ilim ve teknik alandaki şöhreti ilk darbeyi yemişti. Fakat
milyonlarca insan yine ümitle bekliyor ve bu geçici üstünlüğü Sputnikten daha
büyük bir Amerikan başarısıyla bertaraf edilmesini istiyordu.” Ama “efkarı
umumiye” her ne kadar inanmak istemese
de Sovyetler Gagarin’le (kaba tabirle) ‘çocuğu koyunca’ “bütün
ümitleri yıktı ve daha fenası Amerika ile birlikte bütün batı alemi hüsrana
uğratacak yeni Sovyet telakkilerinin habercisi oldu. Halbuki Amerikanın feza yarışında geri kalmasının
makul bir izahı da vardı: Maksat kıtalar ötesine hidrojen ve atom bombaları
atabilmek olduğuna göre, Amerikan teknolojisi, elinde siklet ve eb’at
bakımından Ruslarınkinden küçük olan ve Ruslarınkinden daha kudretli bombaları
daha az kudretli bombalarla istediği yere atabilecek durumda idi…”
Buraya
kadar anlatılan ve olup bitenler inanılması ne kadar güç olsa da, altmış küsür
yıl önce gerçekten olmuş işler. İşin varabileceği noktaları, israf edilen
kaynakları düşününce dehşet verici değil mi? Ama biz yine dergiye dönelim: O, yazının
sonunda bile saplantı halinde “Kuruşçef”in neden füze yolculuğunu “onlar gibi Dünya Efkarı
umumiyesinin gözleri önünde yaptırmıyor” olduğunu sorgulayadursun, Yazıdaki en aklı başında saptama ile bu yazıyı bitireyim:
“… Bu işte çürük bir taraf bulunmadığını iddia etmemek için saf, hem de çok saf olmak lazımdı…”
“… Bu işte çürük bir taraf bulunmadığını iddia etmemek için saf, hem de çok saf olmak lazımdı…”
BvP
Eylül - Aralık 2013
Edited By Miki
Görsel Malzeme: "Düşünen Adam" dergisi kapak ve iç sayfa taramaları bana ait. "Fevkalade Teessürlere Karşı" da öyle. Derginin iç sayfalarındaki Gripin reklamını biraz kurcaladım. NASA'ya ait fotoğrafların linki var. Apollo 7 kahvaltı fotoğrafının NASA envanter numarasını verdim. Mercury replikası ve Scott Carpenter'in Aurora7 panel fotoğrafı bana ait. Mercury panel ve couch çizimleri referansı verilen McDonnell dökümanından. Temizleyip renklendirdim ve Türkçe eklemeler yaptım. Beyaz Saray'daki fotoğraf Wikipedia'dan. Kennedy Library referans gösteriliyor ama maalesef kütüphanenin sayfasında bulamadım. O dört adet füze ve hanımefendi fotoğrafı" da, "x-ray delta one" müstearlı zatın akıllara zarar koleksiyonundan.
....................
* ELectronic INTelligence
[1] Life Dergisi fotoğrafçısı Ralph Morse
tarafından çekilen ve yedi Mercury astronotunu, yani “hakiki feza adamı”nı
gösteren 1960 tarihli bu çok ünlü
fotoğraf hangi akla hizmetse ters basılmış. Yine de sayayım; (sol üst) Gordon Cooper,
Virgil Grissom, Alan Shepard, (sol alt) Scott Carpenter, John Glenn, Deke
Slayton, Wally Schirra.
Amerikan
Deniz ve Hava Kuvvetlerinde subay ve hepsi test pilotu (50’lerde test pilotu olmanın nasıl bir şey
olduğu düşünülürse cesaret ve yetenek
konusu daha iyi anlaşılır sanırım) bu yedi zatın her biri çok kapsamlı olarak
bahsedilmeyi hak etmekle beraber şimdilik birkaç kısa malumatla yetinin:
Hür
Dünya”nın uzaya çıkarmayı başardığı ilk
insan Alan Shepard daha sonra Ocak 1971’de, Apollo 14 uçuşu ile Ay’da yürüyen beşinci kişi olur. Apollo
projesinin ilki (Apollo 1) ile uçacak olan ve fırlatma rampasındaki sıradan bir test sırasında kabin içi yangın
ile ölen VirgilGrissom 2. Mercury
uçuşunu yapar ancak, aracı Liberty Bell 7
okyanusa indikten (düştükten) sonra kabine su dolması sonucu batar! İki kişilik
uzay aracı Gemini’nin Mart 1965’deki ilk insanlı uçuşunda yer alır. Hayatını
kaybetmemiş olsa çok büyük bir ihtimalle
Ayda yürüyen ilk insan Armstrong değil o olacak-tır. [Mercury uçuşları hep “7” rakamı ile adlandırılıyor. “Freedom
7”, Liberty Bell 7”, “Sigma 7 gibi… Aslında Tüm uçuşlar “M” Mercury ve
fırlatıldıkları roketin adı ile tanımlanıyor. Örneğin “Freedom 7”
M(ercury) R(edstone)-3 veya “Sigma 7” M(ercury) A(tlas)-8)]
Her
üç projede de (Mercury, Gemini, Apollo) uçan tek kişi Wally M. Schirra. 1962’de üçüncü Mercury
uçuşu, 1965’de Gemini ve Apollo 1 yangınından sonra, 1967’de yapılan ilk
insanlı Apollo uçuşu, Apollo 7.
[2] Karl’ın öğretisi ve ona gönül
verenler konusunda üstad ve mürettip pek anlaşamıyorlar galiba; “Marksizm”,”Markxizm”, “Markxist”… Bi sıkıntı
var.
[3] Onun istediği bir tane fotoğraf.
Aslında “Hür dünya” (NSA, olarak okuyun)
genel olarak Japon Posta ve Haberleşme Bakanlığı, İsveç üzerinden geçişlerde ise İsveç TERETE’si vasıtası ile,
19,995 Mega Hertz üzerinden (bak, frekansı da veriyorum) 1960’dan beri uçuşları ve ses haberleşmesini
arslanlar gibi izliyor. Sanırım kendisine bu bilgi verilmemiş.
[4] İşin "teşebbüs zenginliğinin eseri” olduğu
doğru. Projenin ana yüklenicisi McDonnell’e yaklaşık 4.000 üretici ve
alt yüklenici yardım ediyor, pastaya
herkes ortak oluyordu. Bazıları:
-Convair
Astronautics Division, San Diego, California: Atlas roketi ana yüklenici.
-Chrsyler
Corporation Missile Division, Detroit, Michigan: Redstone roketi ana yüklenici.
-Ventura,
Van Nuys, California: Mercury iniş ve kurtarma sistemleri.
-B.F.
Goodrich, Akron, Ohio: Giysiler.
-Minneapolis-Honeywell
RegulatorCompany, Minneapolis, Minnesota: Mercury stabilizasyon sistemleri.
-AiResearch
Manufacturing Division, Garret Corporation, Los Angeles, California. Kabin içi iklimlendirme ve basınç
stabilizasyon sistemleri.
-The
Perkin-Elmer Company, Norwalk, Connecticut. Mercury periskop.
-Thiokol
Chemical Corporation, Elkton, Maryland. Mercury iniş frenleme roketi.
-Texas
Instruments, Incorporated, Dallas, Texas. Mercury telemetrik sistemler.
- D.B.
Milliken Company, Arcadia California. Mercury kameralar.
- Bendix
Radio Division, Bendix Corp., Baltimore, Maryland. Yerden havaya haberleşme,
radar, izleme-tanımlama sistemleri.
-Bendix-Pacific
Division, Bendix Corp., North Hollywood, California. Antenler, telemetri, radar
bilgi işlem.
Daha geniş bir liste için : ProjectMercury A Chronology NASA SP-4001.APPENDIX 9 - CONTRACTORS AND SUBCONTRACTORS SUPPORTING PROJECT MERCURY
Burada dehşet verici olan, bu denli hassas ve karmaşık
teknoloji cambazlıklarını geliştirebilecek ve üretebilecek şirketlerin bolluğu
ve ülkenin her tarafına yayılmış olmaları. Üstelik çoğu, isimlerden de anlaşılacağı gibi, alanlarında öncü teknoloji geliştirmiş bireylerin
adını taşıyor. Bay Elmer ve Bay Perkin, Bay B.F. Goodrich, Bay D.B.Milliken,
Bay Garret... Hep var. Endüstriyel Kapitalizm filan da bir yere kadar yani.
[5] Gray, Mike (1992). Angle of Attack: Harrison Storms and the Race to the Moon. Penguin Books.
[6] Uzayda uçuştan kastedilen
yerçekimsiz ortamda geçen süre. Örneğin, Cooper’in Toplam uçuş süresi 34:19:49
iken, “Feza”da geçirdiği süre 34:03:30.
[7] Collins, Michael (2009). "Carrying the Fire: An Astronaut's Journeys". Farrar, Straus and Giroux.
[8] Slayton, Donald K.; Cassut, Michael (1994). "Deke!: U.S. Manned Space: . From Mercury to the Shuttle". Forge.
[7] Collins, Michael (2009). "Carrying the Fire: An Astronaut's Journeys". Farrar, Straus and Giroux.
[8] Slayton, Donald K.; Cassut, Michael (1994). "Deke!: U.S. Manned Space: . From Mercury to the Shuttle". Forge.
1 yorum:
Rusların dediği gibi, "Gagarin uzaya çıkan ilk insan değil, geri getirilebilinen ilk insan".
Yorum Gönder