Girne, Liman, Mart 2013
Elimiz hafiften para göreli Miki’nin
mart ayı içindeki doğum günlerinde değişik yerlere seyahat etmek gibi bir
alışkanlık edindik ne zamandır. “Değişik yer” dedimse; bizlerin aklının erdiği,
elinin kolunu uzanacağı yerler işte… Öyle Ayers Rock falan değil. Geçen
yıl Bursa’ya, Çelik Palas’a gitmiştik mesela (Bursa’daki Cumhuriyet dönemi yapıları ile ilgili bir şeyler yazmak için bir sürü fotoğraf
çekip,epey de heveslenmiştim amma, çoğu proje gibi o da hüsran oldu). Yine de güzel günlerdi. MeKaDe sepetinde
semizce iri bir ıstakoz gibi ses çıkarmadan hafifçe kımıldıyor, bolca bira
içmemize müsaade ediyordu. Artık büyüdü, zaptı imkansız hale geldi. Hem,
kalmayı düşündüğümüz otellerde evcil hayvan kabul etmiyor. Biz de bu yıl
Başkentte oturan aile büyüklerini çağırdık yardıma. Biraz da onlar
güllabicilik etsin; ebelerinin torununu iyice bi görsünler, biz de baş başa iki
üç gün kafa dinleyelim diye. Ana gemiye ışınlanmayı bekleyen bu sevimli
insanlara kötü davranmaması, fizyoloji ve psikolojilerine kalıcı hasar
vermemesi için onu (düzgün söyleyebildiği ilk kelimeler “karga” ve “pense” olan, “güven nesnesi” olarak elinde plastik salata kasesi ile dolaşan bir canlıdan söz ediyoruz) ve bakıcısını sıkıca
tembihleyip, üç günlük çiğ et stoku da yaptıktan sonra Kanatlı At
Havayolları’nın bilmem kaç sefer sayılı uçağı ile “Yavru Vatan”a doğru yola
çıktık.
Biliyorum süfli bir tatil coğrafyası
ama, bu yaşıma dek gerçekleştirmemiş olduğum şu Yavru Vatan ziyaretinin utancı
ile daha fazla yaşayamazdım. Üstelik mart sonlarında o sabah İstanbul’un bok
gibi havası güneye indikçe yerini güzel ve parlak güneşli bir güne bıraktı.
Öyle ki, ücreti mukabili bizi taşıyan, taşıma belgesini satarken de “acaba
bunlara başka ne kitleyebiliriz” çırpınışı içindeki Kanatlı At Şirketi, birlikte
seyahat ettiğimiz rugan ayakkabılı, daracık ceketli abiler, lanet olasıca-yere
batasıca teyzeler bile gözüme şirin göründü bi an. Tatil insanı hakkaten
değiştiriyor.
Miki sağolsun yine her şeyi
ayarlamış[1]. Girne’nin içinde büyük,
güzel bir otelde kalacağımızı muştulayıp kumarhaneli filan bu otelin tam
istediğim görgüsüzlükte olacağının da garantisini verdi. Nedense kumarhane
değil de, “casino” deniyor. Her hal akıllara Behçet Nacar’lı, Erol Taş’lı eski
Türk filmlerindeki kumarhane dekoru gelmesin, damaklarda Las Vegas tadı
bıraksın diye.
Vatan Yavrusuna kuzeyden yaklaşılıyor
doğal olarak.Kıyının bir parça gerisinde pis rüzgarlardan koruyabilecek ve fakat
işin tadını kaçırmayacak yükseklikteki dağ şeridi, arkasındaki güzel ova,
temizliği binlerce metre yukarıdan bile sezilen parlak deniz ve Anadolu Karasına
(Ana Vatan) makul uzaklık buralara neden altı yedi bin yıldır yerleşilmiş
olduğunu rugan ayakkabılılara bile anlatıyor olmalı.Sağda uzanan kıyı şeridinde
Girne’yi bulmaya çalışıp, civarda batmış tekneyi düşünüyorum. Gençliğimin
kutsal kasesi, o zaman ve şimdi de çok saygı duyduğum, sevdiğim insanların zeka
ve büyük çabası ile yeniden toparlanmış bu gemiyi de sonunda görebilecek olmak
işin başka bir kıyak tarafı.
Ova üzerinde kıyıya paralel bir
parça uçup sakince iniyoruz. Öyle kapıya yanaşan tüpler, pistte cirit atan bin
bir türlü tekerlekli araç, otobüs filan, hiçbir şey yok. Hava yolculuğunun o eski güzel ve şerefli günlerindeki gibi uçaktan çıkıp, sakince yürünerek terminale giriliyor. Hafif rüzgarla berraklaşan hava ve parlak güneş,
şimdilik her şey çok davetkar. Ufak yapının çıkışında, kapının üstünde kocaman
“Ercan Havalimanı”yazıyor. Bu ismin – daha doğrusu- soyadının çok sıcak bir
temmuz gecesi Girne yakınlarında sahilin az ötesinde yaşamını yitiren subaya [2] ait olduğunu bildiklerinden emin
olduğum; yüksek topuklu ayakkabı ve leopar desenli tayt giymiş hanımefendilerle
bekleşiyoruz. Donanım ne işle
uğraştıklarını ya da –en azından- bu hafta sonu ne işle meşgul olacaklarını apaçık
söylüyor. Onlar camları koyu renkli lüks minibüslere binip gidiyor. Miki, ben, lanet olasıca-yere batasıca teyzeler ve sarı kocaman bir bavul, hep birlikte bizi
Girne’ye götürecek tekerlekli cihazı bekliyoruz. Teyzelerin her biri sanki o
hafta sonunda ucuzundan kumar oynuyor gibi yapıp hayatın heyecanlarına yelken
açmak, dönerken de valizlerini türlü içki ve çaylarla doldurmak için burada
değiller de, askeri birlik teftiş edip, şehitliklere çelenk koyacaklar. Hepsinde “Hava
İndirme Tugayının 3. Taburu ile o sabah Kırnı’ya indim. Biz atlarken 57’lik GTT
ateşi çok kesifti. Epey zayiat verdik. O
yüzden aha buralar var ya, hep benim” tat ve dokusu var [3].
Boktan minibüs yerine bir tank, veya üstü açık bir jip gelse;
arkasında şöyle 29 Ekim törenlerindeki gibi ayakta, beyaz naylon eşofmanları
rüzgarda şişe şişe gitseler ne güzel olacak. Neyse ki bağıra çağıra konuşan,
suni deri çantalı bu karıların bir kısmını yolda siktir ediyoruz. Ama hiç biri
Girne yakınlarındaki o çok acayip ve rüküş otelde inmiyor. Uzunca bahçesinin
ortalarında sırıtan garip altın rengi heykel yetmiyormuş gibi, girişin iki
yanında inanılmaz uzunlukta limuzinler olan bir “tesis”burası. Biri “Hummer”
adlı arazi şeyinden bozma. İç bulandırıcı öküzlüğü normal boyutlarıyla bile yeter,
hatta fazla bu anlamsızlığın limuzin versiyonu ise altı yada yedi öküz
uzunluğunda. Bin Girne’den hoooop, direkt LasVegas! Ammaaa otel gözalıcı hakkaten. “Hacı neden burayı ayarlamadın? Bak, tam
istediğimiz gibi” diye Miki’ye söyleniyorum. O da, verdiği kapı gibi görgüsüzlük
garantisinin arkasında olduğunu, sakin olmamı söylüyor.
Sonunda Girne’deyiz. Yüksekçe,
tepelik bir alandaki ufak merkeze ulaşana kadar gördüğümüz dar ana cadde,
çevresindeki derbeder ve zevksiz birkaç katlı yapılar filan, bir parça hayal kırıklığı uyandırıyor. Merkez
de pek bir şeye benzemiyor, orada burada ellilerden kalma hoşça birkaç yapı, parka dönüştürülmüş baldaken (sağır
duymaz uydurur hesabı “baldöken”e dönüşmüş) türbenin çevresinde Osmanlı
mezarlığı var.
Girne, Belediye, Mart 2013 |
Dikkati çeken; yetmişlerde yapıldığı belli, “iklim koşulları vs.
gözettim” diyerek sıradan bir brütalizmi oldukça becermiş, bakımsız ve sevimli
belediye binası. Belki çok sıradan, ama böyle yapıları görmek artık daha fazla
hoşuma gidiyor. Ertesi gün duvarlarında tasarlayanın kimliğine, hiç olmazsa
yapım tarihine ait bir işaret aradık, ama maatteessüf... Halbuki artık
İstanbul’u çevreleyen taşra halkasının en boktan apartmanlarında bile yazıyor
bu tür şeyler: “Götlek Kardeşler İnşaat
– 2011”, “Zekeroğulları Group, 2012” gibi. Etrafta birkaç orta, orta altı
turistle dolu tatsız kafe var. Az buçuk mart güneşinin tadını çıkarmak için don
gömlek oturan kat kat enseli, dövmeli İngiliz Kamyon şöförlerini, tuhaf renkli
örme ceketlerle ile oturan Anadolu platosu halkını yavaşça geçip batıya doğru aşağı iniyoruz.
Kasabanın bizim geçtiğimiz en batı ucunda, solda mütevazi bir şapelden devşirme,
yine mütevazi bir mescit ilgimi çekiyor.
Girne, Şapel - Mescit, Mart 2013 |
Kayalar Otel ilk bakışta bile
hayal ettiğim kadar süfli ve yavşak gelmiyor, fazla – hatta hiç- görgüsüz olmayan, düzgün ve ölçekli bir şehir
içi oteli işte. Resepsiyon, odaların bulunduğu kanadın altındaki büyük salon
her şey çok normal. Eskice şıklığı ile kocaman odamızı, hele sehpanın üzerindeki tüplü televizyonu da
görünce pis bir bakış atıyorum Miki’ye:
“Hani kıroluk havuzlarında yüzüp altın madalyalara boğulacaktık, hani otelimiz Keops piramidinin Sen Basil
Katedralinden olan evlilik dışı çocuğu gibi
olacaktı, nedir bu kepazelik ?” diyorum.
O da şaşkın. Çaresizlik içinde ellerini iki yana açıyor. Hevesimizi
kumarhaneye saklıyoruz. Ama çok ümitli değilim. Her tarafı bu kadar düzgün, ve normalse
“casino”sundan ne olacak ? Yine de
moralimiz yüksek.
Eşyalarımız atıp ortalığı kolaçan
etmek istiyorum bir an önce. Aşağıdan
kaleye kadar yürümek, yolda içki dükkanlarını, vesaireyi tarassut etmeyi
istiyorum çok. Halbuki çatallanan sesim
ve gittikçe artan bitkinlik önümüzdeki
günlerin pek parlak geçmeyeceğini söylüyor. Grip kapıda.
Aşağıdan, sahilden sakince yürüyoruz.
Bir içki dükkanında durup viskilere ve çikolatalara bakıyoruz mal gibi. Alkollü
bok püsür ucuz hakkaten. Başvekilin burayı sevmediği kadar var. Acayip
şişelerde daha önce hiç görmediğim Bourbonlar nedense salak turistleri vergisiz
satış yapılan dükkanlarda sövüşlemek için üretilmişler hissi oluşturuyor. Bize hangi gümrük kapısından giriş
yapacağımızı soruyorlar. Bazıları müsamahakar, bazıları ise pek acımasız
oluyormuş. Hangi gümrükten bavulda ne kadar geçirildiğini söylüyor satıcı. Çok nazik dükkan sahiplerine Türkiye’ye
dönüşte bütün alış verişimizi (bavul
bavul) buradan yapacağımız sözü verip
ayrılıyoruz. Herkese verdiğimiz bu sözü
tutmayacağımızı söylemeye gerek bile yok. Çarşının içinde hep aynı şeyler satılıyor. Çin malı ıvır zıvırın satıldığı, akıllara zarar bir dükkan en dikkat çekeni. Bu şeyleri üretenleri, satın alanları, alanların evlerini, her şeyi ama her şeyi çok merak edip, bu muhteşem yerin sahipleri ile uzun uzun hasbıhal etmek, hayatımın geri kalanını burada çalışarak geçirmek istiyorum umutsuzca, ama Miki izin vermedi. Vitrine bakmakla yetindim ne yazık ki.
O Muhteşem Dükkan |
Dış dünya ile ilgisi kesik, ihracatı
olmayan ve Türkiye’nin para yardımı ile yetinmek zorunda bu yitik yerin hakimi
göğsünü gere gere atı ve mızrağı
ile dolaşan bir şövalye… “Bürberi” diyorlar galiba. Çarşıda pazarda hemen her
yer onun, kapılarda hep resmi var. Yalnız bir de “çakmabürberi” var ki, her dükkancı “onun esas dükkanı bu, benim kayınçonun hala oğlunun askerden bir
tanıdığı var, işte o Çorlu’daki fabrikadan çıkartıyor bunları” diyor. Hemen Miki’ye birkaç kat urba,
pelerin, zembil filan beğeniyorum. Onları Türkiye’ye dönmeden önce gelip
alacağımız sözü verip nazik satıcımızla vedalaşıyoruz. Ne tuhaf, hemen yandaki
dükkanda da gerçeği satılıyor! Kırmamak için onlardan birkaç bir şey beğenip
almaya söz veriyoruz. Dükkanlardan birinin sahibinin götü iyice kalkmış, tenezzülen satıyor. En hakikiler onunki olmalı, çünkü satılan şeyler gerçekten son derece zevksiz ve pahalı, Anavatan insanları keyifle alıyorlar o şeyleri, herkes memnun hayatından.
Bekçi!
Girne, Archangelos Michael, 1860, Mart 2013 |
Çarşıdaki bu maskaralık bitince
kıyıya hafifçe paralel yumuşak yokuşlardan, dar, özelliksiz sokaklardan
limana yakın bir yerlere iniyoruz. Yukarıda, hemen önce geldiğimiz yerin bir
parça solunda ufak, güzel bir kilise göze çarpıyor. Archangelos Michael
Kilisesi. Tonoz ve kırma çatıları, içe
doğru çekilmiş duvarları üzerindeki taşıyıcı kemerleri ve sıvaları hafifçe dökük beyaz cephesi ile çok
hoş görünüyor. Öyle çok eski bir şey değil, 1860’da yapılmış. Çan kulesi pek
uymuyor yapıya (kulenin daha sonra yapılmış olduğunu okudum sonra). İç mekan
sıradan ve sıkıcı, sergilenen ikonalar da öyle. Ama “müze”nin bekçisi ters çevirip oturduğu sandalyesi , güneşin
altında giydiği parlak siyah takım elbise ve uzun burunlu rugan ayakkabıları
ile hiç te sıkıcı değil!
Gazino Tabii, Ne sandın? |
..............
Havaalanında yere batasıcalarla
birlikte bekleyen sarı kocaman bavulu hatırladınız değil mi? Hah, o bizimdi
işte. İçine şık bir otelin şık kumarhanesinde giyilmesinin uygun olacağını
düşündüğümüz pılı pırtıyı tıkıştırdığımız için bizle beraber yolculuk etmesi
gerekti. Hatta Miki smokinimi
götürmediğime de epey söylendi, yola çıkmadan önce hafif bir aile sıkıntısı
oldu. Sanki Monte Carlo’da Ömer Şerif’le karşılıklı poker oynayacağız. Sonunda bleyzırlı,
mavi gömlekli standart beyefendi kılığına razı oldu. Kocaman odamızda iki dirhem
bir çekirdek hazırlandık. Akşam yemeğine “ineceğiz”. Oradan da ver elini gece
hayatı…
Tıkınırken etrafta mevcut o akşamın
şerefine saçlarını yaptırmış, iş yerinden üç tane samimi kız arkadaş (Miki Kimberly
Clark eşrafıdırlar filan dedi ama, bana daha çok olgunlaşma enstitüsü
öğretmenleri gibi geldiler), birkaç hafta sonu güreşçisi ve rakipleri, masaların sandalyelerin üzerini zostera marina gibi kaplamış teyzeler sağolsun
yemeğimizi yerken hoşça vakit geçirtti. Bunların
çoğu sık geliyor olmalı ki,garsonlarla diğer çalışanlarla aralarında belli bir
hukuk olmuş.
Elde tabak sıraya girip, oracıkta
pişirmiş gibi yapıp servis edenlerin karşısına dikiliyorsun:
- Hoş geldiniz Taharet Hanım.
- Ertan nasılsın yavrum? Fevzi yok mu Fevzi? onu göremedim. Mmmm taşşak kebabın da iyiye benziyor. Ver bakalım, ama az…
- Hoş geldiniz Taharet Hanım.
- Ertan nasılsın yavrum? Fevzi yok mu Fevzi? onu göremedim. Mmmm taşşak kebabın da iyiye benziyor. Ver bakalım, ama az…
Yemeğimizi bitirip hemen yanı
başımızdaki yapıya seyirtiyoruz. Artık “casino” dünyasının içindeyiz. Girişte “kaydınızı alalım”diyorlar, nüfus
cüzdanını toka ediyorsun filan ama hikaye. Kıyafetin nasıl olması gerektiğini
gösteren tabelalara bakıyorum. Herhalde okuma yazma bilmeyenlere de hitap etmek
adına şort ve terlik giymiş bir insan çiziminin üzerinde kırmızı bir çarpı
var. Çalışmayan bir metal detektörünün
yanından dolanıp girdik olaya. O şeye Taharet Hanımları sokmaya kalksalar baş
etmek mümkün değil elbette. Takıp takıştırdıkları tüm metali soyunmaları
saatler sürer. Birkaç basamakla çıkılan büyücek bir salon burası, Genişliğine
oranla oldukça basık tavanlı çok gürültülü ve herkesin cigara içtiği bir yer. Çok iyi havalandırılıyor olmalı ki, koku,
duman bok püsürden eser yok .
Kocaman salonun bir bölümü
hayatımda görmediğim tarzda ışık ve gürültü çıkaran türlü makine ile dolu.
Bunların ekranlarında akla hayale gelebilecek senaryo ile kurgulanmış oyun
düzenleri var. Sualtı dünyası, uzaylılar,
gangsterler, uzaylı gangsterler, türlü tarihi olay, tek çenekli meyve veren bitkilere karşı smokinli adamlar,
ilah… Ana fikir benzer bir takım objelerin bir veya birkaç benzerini yatay , düşey, zigzag, (helisel çakışma var
mıydı bilmiyorum) sıralanması. Mevzuubahis sıralama olunca cihazın beyninde bir yerlerde bir sevinç, bir
küşayiş vuku buluyor ve ekranına yansıtıyor. Sen de seviniyorsun. Ama tüm bu senaryolar aynı sonla
neticeleniyor: “Sonunda kahramanın cebindeki
üç beş kuruş söğüşlenir!”Bu aletlerden birinin başında Yirmi TeLe ile bir
buçuk saat geçirdik ve halen ne yaptık ta kazandık, ne oldu da kaybettik
anlamış değilim (sonuçta kaybettik elbette). Miki cihazla daha bir karşılıklı
güven ve interaksiyon tesis etmişti. Kendinden emin ve ne yaptığını bilir bir
tarzda basıyor düğmeye. Birbiri ardına yuvarladığı
martinilerin zihnini açtığını düşünüyorum. Halbuki dükkan sahibi orda ekmek parası derdinde,
mekan yapmış, o kadar para dökmüş, yirmi
kaadımızı kapmak için türlü maymunluk ediyor. Bir de beleşe içkisini mi içeyim
yani?“ne alırsınız ?” diye soran
oğlanlardan hep “bir bardak su” rica ettim ayıp olmasın diye. Hem ortalık öyle
eğlenceli ki, ayık olmanın avantajları bir yana, isteseler üste birkaç yüz kaat
vereceğim, sırf insanlara bakmak için.
Bu uyduruk “kumar” makinelerinden
sıyrılınca, biraz ilerde işler
değişiyor. Buradaki masalarda mavi bir örnek elbiseler giymiş, çoğu oldukça
hoş (fakat kendilerine yönelik en ufak bir sululuğu ölümcül bakışlarla
bertarafa yeminli ) ve suratsız genç
kadınlar habire kaat dağıtıyor. Alanlar da evrenin sırrı ellerindeymiş te,
biraz daha dikkatli baksalar çözebileceklermiş halet-i ruhiyesi içinde bu kaatları süzüyorlar. Dağıtma-süzme-açma işine
nezaret eden (galiba) daha yüksek bir
iskemlede oturan başka bir mavili var. Hem bu işi, hem de o kısa elbise ile
bacakları ve daha yukarıları göstermemeye çalışma büyük maharet gerektiriyor ve
hepsi de bu konuda çok mahir ne yazık ki.
Masalardan birinde o ünlü
televizyon şaklabanı tek başına ve sıkıntı içinde görüyoruz. Yamuk yumuk
oturduğu için, kıçındaki yeşil naylon kumaş
eşofman altı iyice sıyrılmış,“çatal”ı görmemize ramak var !Hemen kafamı
çeviriyorum. Şu işe bak; mavi ceylanlar
Aman oramız buramız görünmesin diye
kılı kırk yarıyor, mikron aralıklar hesaplanıyor, bunun umurunda değil. Görmemiz
gerekeni değil, aklımızdan bile geçirmememiz gerekeni göreceğiz nerdeyse. Yanına gidip “Efendi! Şu tepende seni alıcı
kuş gibi süzen beybiden biraz edep erkan belle, hele rezil” diyecektim, Miki engel oldu.
Başka masalarda rulet oynanıyor.
En azından o şeyin adını biliyorum. Boş
olanlardan birinde kim bilir ne tür cinsel sorunları olan bir herif cebinden çıkardığı dolar
destesinden yüz dolar çekip masaya
atıyor ve siktir olup gidiyor sessizce. Krupiye de yüzünde hiçbir kas oynamadan, parayı alıp, afiyetle kasaya koyuyor. Hepsi
android gibi, ifadesiz ve donuk. Ama
eminim bu ve benzeri hıyarların bir
cumartesi gecesi yapayalnız, ceplerinde
bir deste para ile dolaşıp onları böyle saçma sapan saçıyor olmaları ile taşak geçiyorlardır. Masalardaki krupiye trafiği oyunculardan daha
hızlı. Anlayamadığım bir tarife ve sıralamaya göre sürekli içeriye
gittikten sonra disiplinli bir şekilde
ve tek sıra halinde yere sertçe bastıkları uygun adımları ile masalara dağılıyorlar. Tümünün android olduğuna ve yeraltında gizli bir
merkezden yönetildiklerine gittikçe daha fazla inanmaya başlıyorum. Bir yolunu
bulup o merkeze girmek, birkaç komut
değişikliği ile onlara daha ilginç ve
eğlenceli işler yaptırmak eminin daha
hoş olurdu.
Bu geçit resmi gösterisini de seyredip tükettikten sonra canımız
sıkılmaya, hafiften uykumuz gelmeye başlıyor. Oysa saat on bir bile değil ama otelin lobisindeki tütün içilebilir
alanda sakince bir kadeh hoş bir şey ve puro içmek, Miki’yle günün değerlendirmesini
yapmak istiyorum. Yüzüme bir bakıp ne yapmayı düşündüğümü hemen anlıyor
telepatik yetenekleriyle ve yavaşça
sıvışıyoruz oradan. Ertesi günü planlamalıyız. Daha kaleyi, batığı ve limanı
gezeceğiz. Üstelik vakit daralıyor ve
daha çok bira içmeliyiz.
Girne, Limanda Geziniyoruz, Çok "Kuul"uz, Mart 2013 |
Fotoğraflar BvP
Edited by Miki
[1] Miki’yle birlikte şu on yıl,dünya kocaman bir otel de, ben de orada
yaşıyormuşum gibi geçti. Günlük hiçbir şey için kaygulanmaya gerek yok.
Tatiller, bavullar, biletler, ödemeler, birikenler, gömleklerin ütüsü, onu ski,
bunun sapı, akla hayale gelebilecek her türlü bok püsür bu sevimli yaratık
sayesinde kolayca halloluyor. Ben de böyle saçma sapan şeyler yazmakla, aya
gidildiğine inanmakla, Niteliksiz Adam’ı Almancasından okuyamayacak olmaya
hayıflanarak vakit geçiriyorum. Teşekkür ederim.
[2] 21 Temmuz 1974’de (çıkartmanın ilk gecesi) sahilin 300 metre
kadar doğusunda,harekat merkezi olarak kullanılan villada 50. Piyade Alayı
Komutanı Albay Karaoğlanoğlu birlikte hayatını kaybeden Hava Pilot Binbaşı
Fehmi Ercan. Resmi tarih “Düşman ateşi sonucu” şehit olduklarını söylüyor.
Wikipedia ise, Bedrettin Demirel’in
anılarına dayanarak dost ateşi ile olabileceğini… (Bu anıları daha bulup
okuyamadım maalesef)
[3] Bu çare bulmaz kendini beğenmişliği, bu üçüncü sınıf sömürge
küstahlığının örneklerine Ada’da geçirdiğimiz üç gün içinde kusacak kadar çok rastlayıp,
Kıbrıslıların neden Anadolulu Türklerden hiç hoşlanmadığını, neden kendilerine
gösterilen en standart nezaketi bile hayretle karşılayıp, memnun olduklarını
anlayacaktım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder