Nası fotoğraf? Feysbuka, instıgrama çakılsa olur, bir sürü de “layk” alınır değil mi? Dünya’nın en güzel kenti, kıtaların ve kültürlerin buluşma noktası İstanbul’umuzdan harikulade bir köşe işte. Her şey tam ve mamur: Çaycı askısıyla oradan oraya seyirten eleman, bu türden her fotoğrafta olduğu gibi oraya buraya serpiştirilmiş (bir veya birkaç) ilgisiz insan ve turizmin olmazsa olmazı, ne idüğü belirsiz tekstil yığınları ile vazgeçilmez yancı çift, kebap şişi -kaval kardeşler… Fakat tam orta yerde -üstelik ufak da değil, eşşek kadar- can sıkıcı bir detay var. Arkada, yüzüne kezzap atılmış gibi duran şu duvar kalıntısı. Musluğu filan çok zaman önce çalınmasına rağmen durumun sefaleti yetersiz bulunduğundan olacak, çekiç ve murçla bildiğin düzlenmiş [1].
Bu “kalıntılar” Nuruosmaniye
Camii’nin Kapalıçarşı'ya açılan kapısının sağındaki III. Osman Çeşmesi’ne ait. Yapanı,
Osmanlı Padişahı III. Osman (1699-1757). Hani
şu torunu olmaktan gurur duyduğumuz ecdadın hakiki bir üyesi, ta kendisi. Hayatını
yarım asır kadar loş ve rutubetli bir saray odasında geçirdikten sonra, ağabeyi I. Mahmut’un (1669-1754) [2] ölümü üzerine elli
beş yaşında tahta geçen bu “fikren ve bedenen alil derecede zayıf düşmüş” zatı Baron De Tott maalesef
“asabi”, “zayıf mizaçlı” ve” son derece mütecessis” (gizliyi saklıyı öğrenme
araştırma peşinde olan, meraklı – ancak iyi, yararlı “atomu parçalayayım, bakalım ne
olacak?” türü bir merak değil bu, daha çok her şeye burnunu sokan dedikoducu karı merakı -) olarak tasvir ediyor. Ama zaten o bir kefere, yalan söylüyordur. Büyük bir aşağılık duygusu içinde
bilgisizce devlet işlerine müdahalesi bir çok aksaklıklara neden olmuş. Müzik
ve kadınlarla arasının pek iyi olmadığı saraydaki hanende, sazende ve
rakkaseleri taburcu etmesinden anlaşılıyor. Yine de işi şansa bırakmayıp,
maazallah yanlışlıkla yolda karıya-kıza rast gelirim, ne olur ne olmaz diye
sarayda kabaralı ayakkabılarla gezen şu güzel insanın üç yıllık devr-i
saltanatı meyhaneleri kontrol etmek,
kadınların süslü olarak sokağa çıkmamaları, basit ve çok kapalı giyinmeleri
hakkında kat’i emirler çıkarmak ve gözdelerinin etkisi ile sık sık sadrazam değiştirmekten ibaret [3] görünse de, o'da boş durmayıp, "icraat ve eser" peşinde şişmanca gövdesi ve kabaralı ayakkapları ile takır tukur koşturuyor. Sultan III. Osman'da biliyor ki bu millet tuğla üstüne tuğla koyanı unutmayacaktır.
Otuz altı saat sürüp
ortalığı tarumar eden Hoca Paşa yangını sonrası Paşa Kapısı (Bab-ı Ali binaları. Ama şimdiki kargir olanlar değil, hatta
Alemdar caddesindeki o iki yanı çeşmeli,
fiyakalı barok giriş de değil. Atlamayalım, çok sonraya, Abdülmecit dönemine ait o. Oradan bi geçtiğinizde alınlığın üzerindeki trampet ve kaval toplara da dikkatle bakın. çok güzeller) ve Defterdar Kapısını tekrar inşa ettiriyor, Ahırkapı Feneri’ni yaptırıyor veee, ağabeyi
I. Mahmut’un yapımına başladığı camiyi 1169 Rebiyülevvel’de [4] tamamlattırıp,
adını da Nur-i Osmani koyuyor. Bu ismin III. Osman’dan ya da cami içindeki ışıktan geldiği konusunda rivayetler
muhtelif. Kubbede En-Nur suresinin 35. Ayeti “Allah göklerin ve yerin nurudur…”
yazılı. En alt sıra pencere dizisi üzerindeki oval madalyonlar da çağın ünlü hattatlarının yazıları ile süslü. Kubbe işi de mühim, 1753'de İstanbul'da bulunan kefere mimar Le Roi anılarında, caminin Rum mimarının kubbenin geometrisinin doğru olması için uyguladığı basit yöntemi övüyor (nasıl bir yöntem olduğunu, ne açıdan doğruluğun kontrol edildiğini bilmiyorum maalesef). Ayrıca, yapının kubbesi o zaman dek yapıldığı gibi kurşun değil taş kaplama. İstanbul camilerinde bu gelenek Nuruosmaniye Camii ile başlıyor.
Dalgalı hareketleri ile eğrisel kornişler zengin sürekli yön değiştiren barok profiller, barok gelenekte eşi olmayan bezemeleri ile çok güzel ve kendine özgü bir yapı.
Bu işlerden eh, biraz anladığını düşündüğüm Allah uzun ömürler veresi Bay Doğan Kuban haklı olarak "Türkiye'de Avrupa Baroğu paralelinde (yok, kötü anlamı ile değil, aklınıza bi şey gelmesin) değerlendirilecek tek 18. yy yapısı Nuruosmaniye Külliyesi'dir" diyor.
Nuruosmaniye Camii | 1755 |
Mimarın adını biliyoruz: Bina emini Ali
Ağa (onu da Padişahın bina nazırı olarak görevlendirdiği darüssade ağası katibi
Derviş Efendi atıyor) “fen ve sanatında maharet-i tammı olan neccar
kalfalarında karı-ı azmude (çok deneyimli) Semyon kalfa nam zimmi’yi kalfa
tahsis” eyliyor [5]. Bu Semyon (Simeon) Kalfa Balyan ailesinin fertleri gibi
ünlü filan değil. Hatta, Sarayın mimar ocağında çalışıp çalışmadığı bile meçhul.
Ama işin can sıkıcı tarafı bir zimmi, yani gayrı-ı müslim bir kul. Aslında biraz çalışılsa, eğilip bükülse; aslında sünnetli olup, gizli din taşıdığı, veya Balyan ailesi tarafından yapıldığı "iddia olunan" binaların mimarının "aslında" Müslüman Türkler olduğu gibi bunun da bir Türk tarafından yapılmış olduğu ispatlanır ya, anlaşılan uzmanlar bu aralar başka işlerle uğraşıyor. Ama işte klasik mukarnas formu yerine dairesel
akant yaprakları ile oluşturduğu kapılar filan, müthiş. Koy minderi cami önündeki basamaklara, bütün gün otur bak.
Taçkapı yorumuna dikkat edersek iyi olur yalnız,
Nuruosmaniye Camii | Ocak 1749 - Aralık 1755
Gelelim Kapalıçarşı'ya açılan
kapının iki yanındaki Sebil ve Çeşmeye: Yakın zamanda yenilenen sebil Cami ile
(doğal olarak) benzerlik taşıyan olağanüstü zengin eğri korniş profiller, sütun
başlıkları üzerindeki deniz tarağı motifleri, kocaman (ama boş) kartuşları ve
sütunlar üzerinde devam edip, üçboyutlu
bir zenginlik oluşturan kalın silme bant ile iki katlı bir yapı gibi. Doğan Kuban’ın deyişi ile “ Barok
zevkin Türkiye’de eriştiği en plastik gösterilerden biri” demir şebekelerden söz ederken kullandığı “bir tür natüralist arabesk” tad sanki özellikle şebekenin oturduğu mermer
çerçevenin alınlık kısmında daha belirgin. Katı yüzey üzerindeki kontrast işi (özellikle
köşelerde) daha belirgin hale getiriyor belki
diyeyim de, ukalalık ediyormuşum gibi olmasın.
Halı Kilim Travel |
Sebil bugün ve anlaşılan epey
süredir halı dükkanı olarak kullanılıyor. Bu işlev ilk bakışta boktan gibi
görünse de, içinde çay ocağı bulunan ve sahanda
yumurta yapılabilen Koca Yusuf Paşa (1785), uzun süre fotokopici/büfe
olarak kullanılan Beşir Ağa (1745), tost yapılıp, her gün cephesinde propan (yanıcı bir gaz biliyor musun, öyle
cebine koyup uçağa filan binemezsin, o derece yani) dolu yüzlerce çakmak sergilenen
Abdülhamit Han (1777), Mehmet Tahir Ağa (1763) ve Muradiye (1876) sebilleri ile kıyaslandığında bu yeni
onarılmış narin yapı çok şanslı. Hiç olmazsa tertemiz, bakımlı yüzeyine güzel
yünlü halılar, kilimler dokunuyor.
Biyometrik Vesikalık, Since 1745 Beşir Ağa Sebil ve Çeşmesi | 1745 Bayrağımı ve Basınçlı Propanı Çok Seviyorum Hamidiye (I. Abdülhamit) Çeşme ve Sebil ve Çeşmesi | 1777 |
Solda, Kaşarlı Sultan V.Murat | Muradiye Sebil ve Çeşmesi | 1876 Sağda, Meşhur Menemenci Yusuf| Koca Yusuf Paşa Sebil ve Çeşmesi |1785 |
Maalesef çifte gömme sütunları ve
ortadaki büyücek madalyonu ile yine barok ve rokoko etkili, güzelim çeşme o
kadar şanslı değil. Şişlerin, kavalların boğaz manzaralı yastıklara fon oluşturmanın çaresizliği
ile kırık dökük duruyor orada. Ama olur
o kadar değil mi? Padişah tuğralarını Doblo’larımızın arkasına (boy yetmediği için yanlamasına koyduğumuz da
oluyor) yapıştırıyoruz, ecdadımızla gurur duyuyoruz ya... Daha n’apalım!
Hadi Allah zihin açıklığı versin.
(Aşağıdaki notlar güme gitmesin, bir sürü şey var, okuyun onları da)
…………….
Fotoğraflar BvP
[1] Rezilliğin son 60-70 yıl içinde olduğu kesin.1903 tarihli fotoğrafta her şey yerinde. Gayet yakışıklı, duruyor durduğu yerde. Meşhur İstanbul
Çeşmeleri kitabındaki fotoğrafında, yani
1940 başlarında pislikten kararmış bir halde olsa da ortadaki madalyon, sütun başlıkları filan
halen seçilebiliyor (Tanışık: 189) İyi ki adamcağız alt dizesi iyiden iyiye tarumar olmuş tarih beytini de
kayda geçmiş, yoksa onu bile bilemeyecektik.
“Zülal-i cevdetinden nuş-i abı saf edüp alim
Oku tarihi paki Çeşmei Sultan Osmanı”
1170 (1756 M.)
Kuban, Doğan. Nuruosmaniye Külliyesi. Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi. Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını. C6, s.100-103.
(*) Ayasofya Camii içinde (1740), Fatih Camii Yanında (1742), Galasaray içinde (1754) olmak üzere üç adet /BvP
Bu padişah zamanında, Tophane'deki çeşme sayısı 40'tan 100'e çıkar, binbir türlü yangınla uğraşır, yangında zarar gören dükkan sahiplerine,ev sahiplerine hazineden yardımlarda bulunur, eskiyen Kabe örtüsünü İstanbul'da yeniden dokutturur, Büyük dere bendini yaptırır bu sayede Tophane, Fındıklı, Kaşımpaşa, Galata ve Beşiktaş bol suya kavuşur. Bir güzel insan yani. Torunu olacaksam, bu zatın torunu olayım.
[3] Altundağ, Şinasi. İslam Ansiklopedisi, İslam Alemi Tarih, Coğrafya, Etnografya ve
Biyografi Lugati . M.E.B., İstanbul 1988. C9,
. s 448-450. Bu padişah zamanında, Tophane'deki çeşme sayısı 40'tan 100'e çıkar, binbir türlü yangınla uğraşır, yangında zarar gören dükkan sahiplerine,ev sahiplerine hazineden yardımlarda bulunur, eskiyen Kabe örtüsünü İstanbul'da yeniden dokutturur, Büyük dere bendini yaptırır bu sayede Tophane, Fındıklı, Kaşımpaşa, Galata ve Beşiktaş bol suya kavuşur. Bir güzel insan yani. Torunu olacaksam, bu zatın torunu olayım.
Hayatına ait bilgiler buradan.
Metindeki ifadeleri olduğu gibi kullandım.
Sadrazam işi ise, “bakınız çok
enteresan” hakkaten … Hekim-oğlu Ali
Paşa (3 defa), Bahir Mustafa Paşa (ilki
75 gün kadar, ikincisi ise bir yıldan biraz fazla - Bu arada, Hekim-oğlu Ali Paşa’ya yaptıramadığı şehzade
Mehmed’in katlini, “Bizim bi katl işi vardı” diyerek bu zata yaptırıyor. Benzer bir
akıbete uğramamak için Şehzade III. Mustafa
zehre karşı ilaç kullanıyor ) ,
Naili Abdullah Paşa, Silahdar Ali Paşa (63 gün), Yirmi-sekiz Çelebi-zade
Said Mehmet Efendi (birkaç ay), Haleb Valisi Ragıb Paşa,
[4] Aralık 1755. Tam olarak, Cuma gününe denk gelen 5 Rebiyüelevvel 1169 olmalı.
[5] Benim kullandığım kaynak Doğan Kuban’ın yukarıdaki makalesi ama
bunları Nuruosmaniye Külliyesi’nin bina
katibi Ahmet Efendi’nin yazdığı Tarih-i
Camii Şerif-i Nur-i Osmani adlı risalesinden öğreniyoruz.
Bu arada, Külliye mimarlığına ilgi
duyan merak erbabı için, Beştepe’deki
Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin mimarı Bay Şefik Birkiye. Sahibi olduğu şirketin
internet sayfasında konu ile ilgili bir şey yazmıyor ama, merak edenlere; http://www.arkitera.com/kose-yazisi/98/ak-sarayin-mimari[6] Yeni Cami’nin Arkasında, Mısır Çarşısına bitişik bu türbede Hatice Turhan Sultan’dan başka toplam beş padişah gömülüdür: IV. Mehmet, III. Osman, II. Mustafa, III. Ahmet ve I. Mahmut.
Önkal, Hakkı. Selçuklu Osmanlı
Sultanları ve Türbeleri. Vakıflar Genel Müdürlüğü Yayınları. Ankara 1999.
2 yorum:
İlla fikir beyan edeceğim tabii ki, bu yazılardan çok feyz alıyorum, daha sık yazın lütfen.
Bir de, geçen gün Bisiklet Turu startı nedeniyle Kumluca'ya gittik çocuklarla, girişte bizi bir takın üstünden sarkan salkım domatesler karşıladı. Şehrin merkezindeki manav elektrik direği(!) yarışın start yeri olduğu için boyanıp parlatılmıştı. Patlıcanlar, biberler, domates ve hıyarlar neşeli neşeli gülümsüyordu bisikletçilere. Peki Korkuteli girişindeki mantar heykelini gördünüz mü?
Kalın sağlıcakla...
Sizin fikir beyanatlarınıza burada her zaman yer var. Teşekkür ederim. Bundan sonra umarım biraz daha sık yazarım. Yok, o heykeli görmedim maalesef. Denk gelir de bir fotoğrafını gönderirseniz memnun olurum. Bu şirin ilçemiz de mantarı ile ünlü anlaşılan!
Selamlar.
Yorum Gönder