Kadıköy’de
dolaşmaya devam ediyoruz. Söğütlüçeşme Caddesi üzerinden yukarı çıkacağız da,
önce çarşı içinde biraz sürtelim: Çarşıyı Moda’ya doğru uzatan ama denize
açılan sokağın köşesindeki Protestan Kilisesinden sonra canlılığını bir parça
yitiren Mühürdar Caddesinin sonlarına
doğru, cephesi otuzların modern “kübik mimari” anlayışı ile şekillenmiş ilginç
bir ev var. Yıllardır cephesi temiz ve bakımlı tutma adına gülünçlü
renklere boyanıp duruyor. Fakat dışa
taşan yatay bordürlerin özeni, merkezdeki yarım daire planlı odanın/çıkmanın
birbiri üzerinde usturuplu taşmalarla yükselip hacim hissi oluşturan söveleri, onların oturduğu yuvarlak kesitli
beton dikmeler durup uzun uzun bakmayı gerektiriyor. Çıkmanın üst katını
bitiren saçaktaki o zarif neoklasik gönderme de…
Şebek gibi boyanmış olsa da, dalga geçmeyin. Şunun şurasında ne kadar ömrü kaldı ki? Onun yanında İmge Kitapevi var. Geniş bir kitap seçeneği sunan sıkı bir yer doğru; ama her gidişimde inatla aynı soruyu sorup, yine inatla kendi bastıkları kitaplara orada indirim yapmadıklarını, ve fakat internet sitelerinden alım yapılırsa o sihirli %20 indirime ulaşılabileceği cevabını alıyorum. Yıllar içinde aynı cevabı almaktan sıkılmış olmalıyım ki, artık pek uğramıyorum. Eminim bay İmge’nin de pek umurunda değildir zaten…
Şebek gibi boyanmış olsa da, dalga geçmeyin. Şunun şurasında ne kadar ömrü kaldı ki? Onun yanında İmge Kitapevi var. Geniş bir kitap seçeneği sunan sıkı bir yer doğru; ama her gidişimde inatla aynı soruyu sorup, yine inatla kendi bastıkları kitaplara orada indirim yapmadıklarını, ve fakat internet sitelerinden alım yapılırsa o sihirli %20 indirime ulaşılabileceği cevabını alıyorum. Yıllar içinde aynı cevabı almaktan sıkılmış olmalıyım ki, artık pek uğramıyorum. Eminim bay İmge’nin de pek umurunda değildir zaten…
Mühürdar
ile bir bilgi daha: Nazım Hikmet 1950’deki özel afla serbest kalınca Münevver
(Andaç) Hanım ve yeni doğan oğlu Memed Nazım burada bir apartmanın zemin dairesinde
otururlar. Adamcağız Memed doğduktan üç ay sonra ülkeden kaçmak zorunda
kalır.
Neyse;
Mühürdar caddesini boydan boya geri yürüyüp, Akmar Pasajı’nı, civarın süfli beş
parasız öğrenci/boşta gezer taifesine bir şeyler kakalama çabası içindeki
dükkanlarını geçelim. Bir iki yıl öncesine kadar o pasajın içinde bile
alınabilecek nitelikte kitaplar satılıyordu. İkinci el olarak Catherine
Graham’ın “Personal History”sini, Arthur M. Schlesinger Jr.’un “A Thousand
Days”i filan buralardan almıştım. Şimdilerde her dükkanın içinde KPSS ve
Üniversite sınavı için alınmayı bekleyen
ve alan çaresizin bir daha işine
yaramayacak olan yığınlar dolusu
saçmalık var. Kötü beslenme ve temiz hava kifayetsizliği neticesi kavruk,
cılız ve bakımsız “hevyi metal” oğlanları, kızları bile pek görmüyorum artık.
Bir üstteki
sokak, yani Söğütlüçeşme caddesine açılan ucunda balık satıcıları, manavların,
şarküterilerin yer aldığı esas “çarşı” sokağının içinde birkaç sene öncesine
kadar birkaç sahaf vardı. Onlar da yerlerini halı veya kilim kaplamalı kerevetlerin üzerine oturulup
kulplu ağır bardakla bira devrilen, nargile içilirken tavla oynanabilen yerlere
bıraktı. Aynı yerde yoğurtlu kebap yiyerek fal da baktırabilirsiniz! O denli zengin bir fonksiyonel çeşitlilik var
yani! Sokağın kırılgan, üflesen yıkılacak kitapçılarının bir başka tecavüzcüsü
de şarbon hızıyla yayılan, sonunda da
tüm alanı kaplayan “balık
lokanta”ları. Birbirinde ayırt edilemeyecek benzerlikte ve muhtemelen
işleticileri de aynı olan mekanlar sanki
çağdaş ve “Atatürkçü” Kadıköy’ün
muhafazakar yaşam tarzına inat geliştirdiği bir barikat. Bu barikatın kurulduğu yerde ne
var ne yok tarumar eden, tektipleştiren, bok bir yosun oluşu şimdilik
kimsenin umurunda değil.
Yeme-içmeden
söz ediyorken,“geleneksel mutfak” temsilcisi o çok meşhur yerden bahsetmemek
olmaz değil mi? Kalaylı bakır taslar içindeki yağlı suda cambul cumbul et ve
bulgur yuvarlaklarını yiyebilme ayrıcalığı sunuyor bize. Amerika’dan,
Çin-maçinden gelip, o şeyleri yemek için
ayakta bekleyenleri görüyorum gelip geçerken. “Bizim” olana duyduğum gurur gözlerimi yaşartıyor. “Her türlü kültürel değer, bilgi, estetik,
yaklaşım vs. Türk kültürünün (bazen Anadolu kültürünün) bünyesinde bir yerlerde
gizlidir; entelektüel görevimiz, onu gizli olduğu yerde keşfedip kuvveden fiile
çıkarmaktır” diyorum [1] Biz ve
biçare turistler de ücreti mukabili – hem de dolgun bir ücret mukabili – bu
keşfi gerçekleştiriyoruz.
Surp Takavor Kilisesi| Kadıköy Çarşı İçi | 1855 - 1858 |
Surp Takavor Kilisesi Çan Kulesi |
Kilisenin
olduğu meydancıktan aşağıya doğru inerken sokağın ucuna doğru, yolun iki tarafında karşı
karşıya iki dükkan var: Şekerci Ali
Muhiddin Hacıbekir ve Baylan Pastanesi.
Sokağa daha önce yerleşmişe benzeyen,
sıradan şekerci vitrinine sahip
Hacıbekir değil de, Baylan’ın zemini plastik çimle kaplı arka bahçesi ve
duvar nişlerindeki elektrikle çalışan
küçük su değirmenleri uzun uzun bahsedilmeyi hak ediyor. Bu acayip şeylerin türlü maskaralık edenleri mevcut. En son kızımla gittiğimizde sanki içinde kuru buz varmış gibi nazlıca duman tüttürenleri de vardı. Orası
hala bu acayip şeylerle dolu mu bilmiyorum. Kızım ergenliği geçip de ağır, iç bayıcı tatlılara olan ilgisi kaybolalı
beri gitmiyoruz. Tuhaf bir şekilde meşhur olan ve geniz yakıcı şeker oranı ile yenmesi neredeyse
imkansız şu “Kup Griye” de hiçbir zaman çok
sevdiğim bir şey değil -di zaten. 1952-54 yıllarında babası tarafında Avrupa
tarzı pastacılık ve çikolatacılığı
öğrenmek üzere İsviçre’ye gönderilen bay Harry Lenas tarafından icat
edilmiş ve “uluslararası tatlı literatürüne girmiş” olduğunu da pastaneyi ve
Baylan markasını tanıtmak üzere 2010’da basılmış bir broşürden öğrendim.
Bay Filip LENAS (ayakta) ve Kuzeni Bay Yorgi KİRİÇİ BAYLAN, iSTANBUL 1923 Kitapçığından |
Baylan Pastanesi Giriş |Kadıköy Çarşı içi | 1961 |
Epir’li bay Filip Lenas tarafından 1923’de
kurulan Baylan Pastanesi 1925’de ikinci şubeyi Karaköy’de –doğal olarak
– bugün olmayan bir binada açar. Daha sonra Karaköy merkezde Nordstern Sigorta
binasının altında bir tane daha açarlar. Bu şubeyi ve vitrinin üzerindeki o çok güzel “Baylan” yazısını gayet iyi
hatırlıyorum. Engin Cezar’ın Siena’daki Palazzo Spannocchi’ye [2] epey benzerliği ile neo
geç gotiğimsiden rönesansa meyli olduğun teşhis ettiği bu yapı uzun süreli bir restorasyon geçireceğinden
orası da 1992’de kapanmış (ne menem restorasyonsa,
sene 2014 oldu halen sürüyor). Kadıköydeki dükkan üçüncü şube olarak 1961’de açılmış. Dikkatli bakıldığında – hatta
dikkatsiz de bakılsa – döneme özgü form ve estetik anlayışı hemen seziliyor.
Eskiden Beyoğlunda böyle cepheli dükkanlar ne kadar çoktu. Dikkati çekmeyecek
biçimde ve bir daha geri gelmemek üzere teker teker kapandılar .
Isidore Bonheur (1827 - 1901) |
Yine
laf lafı açtı. Gevezelikten kurtulamıyorum bir türlü. Şimdi Söğütlü çeşme caddesinden yukarı, boğa
heykeline doğru çıkalım. Bir tavşan gibi hop, hop oradan oraya sıçramak
suretiyle sürekli yer değiştiren ve
şimdilik durduğu yerden aşağıya denize doğru bakan o boğanın olduğu
yere… Buradan önce bir süre Kıyıdaki Belediye Başkanlığının bahçesinde
soluklandı gariban. Daha önceyi, Spor
Sarayının önünde olduğu zamanları da oldukça net hatırlıyorum. Evveliyatında nerede olduğuna dair bir anı
yok kafamda. Fakat internette biraz
eşelenince “Milli
Saraylar Boğayı geri istiyor” dan tutun “onun
yeri zaten hazır, Beyazıttaki Forum
Tauri” (muharrir ‘tauro’ anlayıp öyle yazmış ama boş verin) haberleri gırla. Yani yeri yine
sağlam değil garibanın. Şu linklerde heykelin tarihine ait iki ayrı hikaye anlatılıyor.
Çocukluğumda TRT’de “Hangisi Doğru” diye
bir yarışma programı olurdu. Yarışmacının karşısındaki her biri tiyatro
sanatçısı olan üç kişi (emin olduklarım
Pekcan Koşar ve Olcay Poyraz-dı. Diğer kişiyi hatırlamıyorum maalesef) normalde bilinmesi zor bir kavram veya nesne
hakkında oldukça inandırıcı hikayeler anlatırdı. Eğer sorulanı bilmiyorsa
yarışmacı da bu hikayelerden kendisine en inandırıcı geleni seçerdi.
Siz
de seçin bakalım! A ) Almanların Alsace Lorrain’in işgali sonrası sonunda
Fransızlardan alınıp, Almanlar tarafından 1917’de İttihatçılara hediye edilme
hikayesi mi ? B) Yoksa daha mütevazi olanı; yani Abdülaziz’in 1867’deki Paris Dünya sergisi
sırasında görüp beğenerek Isidore Bonheur'a sipariş ettiği muhtelif hayvan heykellerinden sadece biri olduğu
hikayesi mi ? [3]
Boğa | Altıyol | Isidore Bonheur |
Boğadan
sağa Bahariye’ye kıvrılınca, yukarı
doğru Süreyya Sineması (Opereti) var. Başka
hiçbir yapısını bilmediğim, Keğam Kavafyan adlı Mimarımıza ait-miş. Beyaz,
albenili cephesi, girişin üzerini örten şık art nouveau saçağıyla filan
güzeldir de benim gönlümün yağlarının eritmez pek. Tepe frizinin üzerinde,
isimliğin iki yandaki biri edebiyat diğeri müzik için oraya kurulmuş esin perileri,
ön cephedeki rölyefler, olması gerektiği için oraya konmuş, ama tam oturmayıp
da seloteyple tutturulmuş gibidirler. Belki de necip Türk Halkı ile opera
aktivitesi arasında bir türlü kurulamayan
o ilişki yüzünden öyle gelir. Epeyce
zengin ve müteşebbis bir zat olan Süreyya (İlmen) Paşa’nın plaj hikayesini ve plajdan arta kalanın nasıl bir sembol
karikatürüne dönüştüğünden uzun uzun bahsetmiştim. Hemen her yerde, 1930’larda sinemaya
dönüştürülen bu yapının ilk
işleticisinin Süreyya İlmen (ulan adam binanın kökünün sahibi zaten! ne demek
“ilk işleticisi”? 1950’de de
Daarrüşşafaka’ya bağışlamış)
Sinemanın ilk müdürünün de Nazım Hikmet’in babası olduğu yazılı. Yazılmayan,
Müdürlük işinin adamcağızın sağlığında sorunsuz, patırtısız kütürtüsüz gitmişse
de Hikmet Nazım bey talihsiz bir tedavi neticesi yatağa düşüp göçe duracağa
yakın, Süreyya Beyin veyahut oğlu olan
zatın ölmek üzere adamdan para hesabı sorması… Bizim şairin babasına ölüm
döşeğinde reva görülen muamele –haklı olarak
– çok zoruna gitmiş olacak ki, yazdığı bir hicivde Süreyya Paşa’ya da, yedi ceddini hallaç pamuğu gibi atmış. Adamcağızın
ne soyu sopu, ne de babasının devlet hizmetinde çalıp çırptıkları
kalıyor [4].
Süreyya Sineması | Bahariye | Keğam Kavafyan | 1927 |
Bir varmış
Bir yokmuş
Develer
telalık edip satarken develeri,
Bir benim
babam varmış,
Bir de
zatı muhteremin pederi.
Benim
babam,
dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir
zatı muhteremin pederi
İkinci
Sultan Hamidin
meşhur
hırsız seraskeri .
Benim
babam,
dolu
koymuş
boş çıkmış,
bütün
ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O,
bir zatı muhteremin pederi-
Yemen
çöllerinde açlıktan ölenlerin
suyundan
ekmeğinden çalarak ,
Kumun
üstünde akaln kandan
yüzde
yüz komisyon alarak
Han,
hamam apartıman yapmış…
Ey
zatımuhterem:
Şaire,
“kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş
sizin serasker
peder
.
Benim
de babam öldü.
Ve
dünyaya yummadan evvel
Işıklı
çocuk gözlerini
siz onun
yanındaydınız.
Son
beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin
atışlarını saydınız.
Tutmuyordu
babamın öpülesi elleri.
Yazı
yine gittikçe uzadı. Aslında; aşağı
Söğütlüçeşme’de, yukarı Bahariye’de bahsedilecek ilginç iki tane yapı var.
Bütün bu gevezeliği onlara altlık olsun diye yaptım amma, ipin ucu kaçtı iyiden. Bir dahaki
sefere artık.
BvP,
Gözden geçiren: Miki.
Fotoğraflar: BvP, Lenas - Kiriçi fotoğrafı tarama.
Gözden geçiren: Miki.
Fotoğraflar: BvP, Lenas - Kiriçi fotoğrafı tarama.
................
[1]
Bu çok eğlenceli tavsiye ne yazık ki benim değil. Uğur Tanyeli’nin “Rüya, İnşa
ve İtiraz” adlı kitabındaki ufuk açıcı “Gecikmiş bir Modernlik Tartışması,
Kültür Otarşisi İlleti” adlı yazısından. İkici baskısı yapılan ve gerçekten
insanın zihin kanallarını entelektüel bir müshil etkisi ile temizleyen bu
kitabı almakta yoğun yarar var. Kitabın alt başlığı olan “Mimari Eleştiri
Metinleri” sözünde ürkmeyin, aman haaa. Kitapta çok ustalıkla ortaya konan görüşlerin
tümü çok geniş bir kültürel alan
kavrayışı içinde yazılmış. Paniğe gerek yok hemşerim.
[2] Doğal olarak Palazzo Spanoncchi’yi Floransalı mimar ve heykeltıraş bay Giuliano da Maiano’nun yaptığını biliyoruz
da, Karaköy meydanına ondan yaklaşık dört yüz yıl sonra benzerini dikeni bilmek
mümkün değil. Bay da Maiano’nun gotikten tutturmasında şaşmayalım. Yapıldığı
devirde (1475) Siena’nın hepten gotik yapılarla dolu olduğunu bilelim yeter.
Ama erken rönesans Floransa saraylarının
o ferah ve etkileyici cephelerini de güzel tutturmuş gavur.
[3] Sanki “B” şıkkı gibi değil mi ? Bu
muhtelif hayvan heykellerinin bir kısmı kaybolmuşsa da, Arslan Heykeli İstanbul Belediyesi önünde-imiş (nedense
gördüğümü hatırlamıyorum hiç), At heykeli ise
Sabancı ailesinin Atlı Köşk”ünde boy gösteriyor.
[4] Süreyya Paşanın babası Mehmet Rıza Paşa ile ilgili şu çalıp
çırpma hikayeleri pek de boş değil anlaşılan. Sultan Reşat ve Vehideddin’in Mabeyn Başkatibi Ali Fuat Türkgeldi sadaret mektupçusu olduğu dönemde şahit olduğu bir diyaloğu “Görüp
İşittiklerim” adlı hatıralarında anlatıyor:
“Sadr-ı azam, Harbiye nazırı Ali Rıza Paşa’ya hitap ederek harp etmeye
istitaat-i askeriyemiz müsaid olup olmadığını sordu. Ali Rıza Paşa “Askerimizin ayağına giydirecek çarığımız
bile yok” diye mukabele edince Kamil Paşa “Ne yapalım! Seraskerimiz (Serasker-İ esbak Rıza Paşa) kendi binay-ı
servetini yapmaktan başka bir şey düşünmemiş.” Diyerek huzzar ile teai-i efkara başladı. (…)
Türkgeldi, Ali Fuat. Görüp İşittiklerim. Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1984. 3. Baskı (s.12).
Türkgeldi, Ali Fuat. Görüp İşittiklerim. Türk Tarih Kurumu Basımevi – Ankara 1984. 3. Baskı (s.12).
(Böyle
bir kitabın neden 3 baskı yaptığı ve benim neden okumuş olduğum da ayrı bir yazı
konusu olabilir gerçekten)
Zekeriya
Sertel’de konuyu yalan yanlış anlattığı “Mavi Gözlü Dev” de (… ) İşte bu ağır hasta
bulunduğu günlerin birinde Hikmet Bey ‘in
müdürü bulunduğu Süreyya Paşa sinemasının sahibi ve Süreyya Paşa’nın oğlu Atıf
Bey eve gelerek Hikmet Bey’den sinemanın son aya ait hesaplarını istemişti. Ölüm
yatağında bulunan bir hastaya karşı yapılan bu insanlık dışı kaba davranış
Nazım Hikmet’İ haklı olara kızdırmıştı. İki üç gün sonra Hikmet Bey gözlerini
edebiyen (ebediyen olacak. BvP) bu dünyaya kapadı. Nazım bu ölümün acısını ve
paşazadenin kabalığının hiç unutmadı ve ilk fırsatta şiddetli bir hicivle Paşaya
ve oğluna çattı.. Süreyya Paşa , Abdülhamit devrinde seraskerdi (Serasker
olan, Süreyya Paşa’nın babası Mehmet
Rıza Paşa. Baba ve oğlu karıştırmış
gariban BvP). Bu vazifede iken çalıp çırptığı paralarla
İstanbul’da hanlar, apartımanlar, sinemalar, plajlar yaptırmıştı (…) diyerek bahsediyor.
Sertel’in
konu ile ilgili yanlış anlattığı başka bir nokta da, hicvin Süreyya Paşanın
büyük oğlu Atıf (İlmen) bey’e yazıldığı.
Halbuki bizim şair “ölmüş sizin serasker peder” diyerek açıkça Süreyya Paşa’yı
kastediyor.
Sertel,
Zekeriya. Mavigözlü Dev, Nazım Hikmet ve Sanatı. Ant Yayınları. 1969.( s.197)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder