Emsallerine faiktir

Şubat 03, 2014

Kadıköy IV / Nazım ve Süreyya Paşa

Kadıköy’de dolaşmaya devam ediyoruz. Söğütlüçeşme Caddesi üzerinden yukarı çıkacağız da, önce çarşı içinde biraz sürtelim: Çarşıyı Moda’ya doğru uzatan ama denize açılan sokağın köşesindeki Protestan Kilisesinden sonra canlılığını bir parça yitiren  Mühürdar Caddesinin sonlarına doğru, cephesi otuzların modern “kübik mimari” anlayışı ile şekillenmiş ilginç bir ev var. Yıllardır cephesi temiz ve bakımlı tutma adına gülünçlü renklere boyanıp duruyor. Fakat  dışa taşan yatay bordürlerin özeni, merkezdeki yarım daire planlı odanın/çıkmanın birbiri üzerinde usturuplu taşmalarla yükselip hacim hissi oluşturan  söveleri, onların oturduğu yuvarlak kesitli beton dikmeler durup uzun uzun bakmayı gerektiriyor. Çıkmanın üst katını bitiren saçaktaki  o zarif neoklasik gönderme de… 

Şebek gibi boyanmış olsa da, dalga geçmeyin. Şunun şurasında ne kadar ömrü kaldı ki? Onun yanında İmge Kitapevi var.  Geniş bir kitap seçeneği sunan sıkı bir yer doğru; ama her gidişimde inatla aynı soruyu sorup, yine inatla  kendi bastıkları kitaplara orada indirim yapmadıklarını, ve fakat   internet sitelerinden alım yapılırsa o sihirli %20 indirime ulaşılabileceği cevabını alıyorum. Yıllar içinde aynı cevabı almaktan sıkılmış olmalıyım ki, artık pek uğramıyorum. Eminim bay İmge’nin de pek umurunda değildir zaten…
Mühürdar ile bir bilgi daha:  Nazım Hikmet  1950’deki özel afla serbest kalınca Münevver (Andaç) Hanım ve yeni doğan oğlu Memed Nazım  burada bir apartmanın zemin dairesinde otururlar. Adamcağız  Memed  doğduktan üç ay sonra ülkeden kaçmak zorunda kalır.

Neyse; Mühürdar caddesini boydan boya geri yürüyüp, Akmar Pasajı’nı, civarın süfli beş parasız öğrenci/boşta gezer taifesine bir şeyler kakalama çabası içindeki dükkanlarını geçelim. Bir iki yıl öncesine kadar o pasajın içinde bile alınabilecek nitelikte kitaplar satılıyordu. İkinci el olarak Catherine Graham’ın “Personal History”sini, Arthur M. Schlesinger Jr.’un “A Thousand Days”i filan buralardan almıştım. Şimdilerde her dükkanın içinde KPSS ve Üniversite sınavı için alınmayı bekleyen  ve alan çaresizin bir daha  işine yaramayacak olan  yığınlar dolusu saçmalık var. Kötü beslenme ve temiz hava kifayetsizliği neticesi kavruk, cılız  ve bakımsız “hevyi metal” oğlanları, kızları bile pek görmüyorum artık.

Bir üstteki sokak, yani Söğütlüçeşme caddesine açılan ucunda balık satıcıları, manavların, şarküterilerin yer aldığı esas “çarşı” sokağının içinde birkaç sene öncesine kadar birkaç sahaf vardı. Onlar da yerlerini halı veya kilim  kaplamalı kerevetlerin üzerine oturulup kulplu ağır bardakla bira devrilen, nargile içilirken tavla oynanabilen yerlere bıraktı. Aynı yerde yoğurtlu kebap yiyerek fal da baktırabilirsiniz!  O denli zengin bir fonksiyonel çeşitlilik var yani! Sokağın kırılgan, üflesen yıkılacak kitapçılarının bir başka tecavüzcüsü de şarbon hızıyla yayılan, sonunda da  tüm  alanı kaplayan “balık lokanta”ları. Birbirinde ayırt edilemeyecek benzerlikte ve muhtemelen işleticileri de aynı olan mekanlar sanki   çağdaş ve “Atatürkçü” Kadıköy’ün  muhafazakar yaşam tarzına inat geliştirdiği  bir barikat. Bu barikatın kurulduğu yerde ne var ne yok tarumar eden, tektipleştiren, bok bir yosun oluşu şimdilik kimsenin umurunda değil.

Yeme-içmeden söz ediyorken,“geleneksel mutfak” temsilcisi o çok meşhur yerden bahsetmemek olmaz değil mi? Kalaylı bakır taslar içindeki yağlı suda cambul cumbul et ve bulgur yuvarlaklarını yiyebilme ayrıcalığı sunuyor bize. Amerika’dan, Çin-maçinden gelip,  o şeyleri yemek için ayakta bekleyenleri görüyorum gelip geçerken. “Bizim” olana  duyduğum gurur gözlerimi yaşartıyor. “Her türlü kültürel değer, bilgi, estetik, yaklaşım vs. Türk kültürünün (bazen Anadolu kültürünün) bünyesinde bir yerlerde gizlidir; entelektüel görevimiz, onu gizli olduğu yerde keşfedip kuvveden fiile çıkarmaktır” diyorum [1] Biz ve biçare turistler de ücreti mukabili – hem de dolgun bir ücret mukabili – bu keşfi gerçekleştiriyoruz.


Surp Takavor Kilisesi| Kadıköy Çarşı İçi | 1855 - 1858 
Surp Takavor Kilisesi
Çan Kulesi 
Bakır tasta bulgur küreleri  ve su üzerindeki hayvani yağ habbeleri mabedinden  çıkıp hemen aşağıya kıvrılınca karşılaşılan küçük meydandaki güzel kilisenin adı Surp Takavor.  Kadıköy’ün orta yerinde,  isimlerini bile çoğu zaman yanlış telaffuz ettiğimiz, öğrenmeyi bile düşünmeden  genişçe genelleştirerek  “Ermeniler” dediğimiz o etnik azınlık mensuplarının tedirginliğinin, “biz”lerle ilişkilerinin nasıl bıçak sırtında durduğunun simgesi olarak duruyor. Yirmi yıldır oralardan geçip giderim. Bu bakımlı, eli yüzü düzgün ve –doğal olarak – yüksek duvarlarla çevrili yapının kapısını hiç açık ve insanların girip çıktığını görmek nasip olmadı. Ahşap çan kulesi dikkate değer ve ilginç. Bakmakta yarar var.   Kilise hakkında şimdilik önceden söylenmemiş bir şeye ulaşamadım. Bu yüzden internettekileri kopyalamak yerine linkini vereyim de okuyun.

Kilisenin olduğu meydancıktan aşağıya doğru inerken sokağın  ucuna doğru, yolun iki tarafında karşı karşıya iki dükkan var:   Şekerci Ali Muhiddin Hacıbekir ve Baylan Pastanesi. 

Bay Filip LENAS (ayakta) ve Kuzeni Bay Yorgi KİRİÇİ
BAYLAN, iSTANBUL 1923 Kitapçığından 
Sokağa daha önce yerleşmişe benzeyen, sıradan şekerci vitrinine sahip  Hacıbekir değil de, Baylan’ın zemini plastik çimle kaplı arka bahçesi ve duvar nişlerindeki  elektrikle çalışan küçük su değirmenleri uzun uzun bahsedilmeyi hak ediyor.  Bu acayip şeylerin türlü  maskaralık edenleri mevcut.  En son kızımla gittiğimizde  sanki içinde kuru buz varmış gibi  nazlıca duman tüttürenleri de vardı. Orası hala bu acayip şeylerle dolu mu bilmiyorum. Kızım ergenliği geçip de ağır,  iç bayıcı tatlılara olan ilgisi kaybolalı beri gitmiyoruz. Tuhaf bir şekilde meşhur olan ve  geniz yakıcı şeker oranı ile yenmesi neredeyse imkansız şu “Kup Griye” de  hiçbir zaman çok sevdiğim bir şey değil -di zaten. 1952-54 yıllarında babası tarafında Avrupa tarzı pastacılık ve çikolatacılığı  öğrenmek üzere İsviçre’ye gönderilen bay Harry Lenas tarafından icat edilmiş ve “uluslararası tatlı literatürüne girmiş” olduğunu da pastaneyi ve Baylan markasını tanıtmak üzere 2010’da basılmış bir broşürden öğrendim.

Baylan Pastanesi Giriş |Kadıköy Çarşı içi | 1961
Epir’li  bay Filip Lenas tarafından 1923’de kurulan  Baylan Pastanesi  1925’de ikinci şubeyi Karaköy’de –doğal olarak – bugün olmayan bir binada açar. Daha sonra Karaköy merkezde Nordstern Sigorta binasının altında bir tane daha açarlar. Bu şubeyi ve  vitrinin üzerindeki o  çok güzel “Baylan” yazısını gayet iyi hatırlıyorum.  Engin Cezar’ın Siena’daki  Palazzo Spannocchi’ye [2]  epey benzerliği ile neo geç gotiğimsiden rönesansa meyli olduğun teşhis ettiği bu yapı  uzun süreli bir restorasyon geçireceğinden orası da  1992’de kapanmış (ne menem restorasyonsa, sene 2014 oldu halen sürüyor).  Kadıköydeki dükkan üçüncü şube olarak  1961’de açılmış. Dikkatli bakıldığında – hatta dikkatsiz de bakılsa – döneme özgü form ve estetik anlayışı hemen seziliyor. Eskiden Beyoğlunda böyle cepheli dükkanlar ne kadar çoktu. Dikkati çekmeyecek biçimde ve bir daha geri gelmemek üzere teker teker  kapandılar .


Isidore Bonheur (1827 - 1901)
Yine laf lafı açtı. Gevezelikten kurtulamıyorum bir türlü.  Şimdi Söğütlü çeşme caddesinden yukarı, boğa heykeline doğru çıkalım. Bir tavşan gibi hop, hop oradan oraya sıçramak suretiyle sürekli yer değiştiren ve  şimdilik durduğu yerden aşağıya denize doğru bakan o boğanın olduğu yere… Buradan önce bir süre Kıyıdaki Belediye Başkanlığının bahçesinde soluklandı gariban. Daha önceyi,  Spor Sarayının önünde olduğu zamanları da oldukça net hatırlıyorum.   Evveliyatında nerede olduğuna dair bir anı yok kafamda.  Fakat internette biraz eşelenince “Milli Saraylar Boğayı geri istiyor” dan tutun “onun yeri zaten hazır, Beyazıttaki  Forum Tauri” (muharrir ‘tauro’ anlayıp öyle yazmış ama  boş verin) haberleri gırla. Yani yeri yine sağlam değil garibanın. Şu linklerde heykelin tarihine  ait iki ayrı hikaye  anlatılıyor.  Çocukluğumda TRT’de “Hangisi Doğru” diye  bir yarışma programı olurdu. Yarışmacının karşısındaki her biri tiyatro sanatçısı olan üç kişi (emin olduklarım  Pekcan Koşar ve Olcay Poyraz-dı. Diğer kişiyi hatırlamıyorum maalesef)  normalde bilinmesi zor bir kavram veya nesne hakkında oldukça inandırıcı hikayeler anlatırdı. Eğer sorulanı bilmiyorsa yarışmacı da bu hikayelerden kendisine en  inandırıcı geleni seçerdi.
Siz de seçin bakalım! A ) Almanların Alsace Lorrain’in işgali sonrası sonunda Fransızlardan alınıp, Almanlar tarafından 1917’de İttihatçılara hediye edilme hikayesi mi ? B) Yoksa daha mütevazi olanı; yani  Abdülaziz’in 1867’deki Paris Dünya sergisi sırasında görüp beğenerek Isidore Bonheur'a sipariş ettiği muhtelif  hayvan heykellerinden sadece biri olduğu hikayesi mi ? [3]


Boğa | Altıyol |  Isidore Bonheur 
Boğadan sağa Bahariye’ye  kıvrılınca,  yukarı doğru  Süreyya Sineması (Opereti)  var. Başka hiçbir yapısını bilmediğim, Keğam Kavafyan adlı Mimarımıza ait-miş. Beyaz, albenili cephesi, girişin üzerini örten şık art nouveau saçağıyla filan güzeldir de benim gönlümün yağlarının eritmez pek. Tepe frizinin üzerinde, isimliğin iki yandaki biri edebiyat diğeri müzik için oraya kurulmuş esin perileri, ön cephedeki rölyefler, olması gerektiği için oraya konmuş, ama tam oturmayıp da seloteyple tutturulmuş gibidirler. Belki de necip Türk Halkı ile opera aktivitesi  arasında bir türlü kurulamayan o ilişki yüzünden öyle gelir.  Epeyce zengin ve müteşebbis bir zat olan Süreyya (İlmen) Paşa’nın plaj hikayesini ve plajdan arta kalanın nasıl bir sembol karikatürüne dönüştüğünden uzun uzun bahsetmiştim.  Hemen her yerde, 1930’larda sinemaya dönüştürülen bu yapının  ilk işleticisinin Süreyya İlmen (ulan adam binanın kökünün sahibi zaten! ne demek “ilk işleticisi”? 1950’de de  Daarrüşşafaka’ya bağışlamış)  Sinemanın ilk müdürünün de Nazım Hikmet’in babası olduğu yazılı. Yazılmayan, Müdürlük işinin adamcağızın sağlığında sorunsuz, patırtısız kütürtüsüz gitmişse de Hikmet Nazım bey talihsiz bir tedavi neticesi yatağa düşüp göçe duracağa yakın, Süreyya Beyin veyahut  oğlu olan zatın ölmek üzere adamdan para hesabı sorması… Bizim şairin babasına ölüm döşeğinde reva görülen muamele  –haklı olarak – çok zoruna gitmiş olacak ki, yazdığı bir hicivde Süreyya Paşa’ya da,  yedi ceddini hallaç pamuğu gibi atmış. Adamcağızın ne  soyu sopu, ne de  babasının devlet hizmetinde çalıp çırptıkları kalıyor [4].  


Süreyya Sineması | Bahariye | Keğam Kavafyan | 1927


Bir varmış
      Bir yokmuş
Develer telalık edip satarken develeri,
Bir benim babam varmış,
Bir de zatı muhteremin pederi.
Benim babam,
       dazlak kafalı ufak tefek bir adam.
O bir zatı muhteremin pederi
İkinci Sultan Hamidin
       meşhur hırsız seraskeri .
Benim babam,
dolu koymuş
       boş çıkmış,
bütün ömrünce çevirmiş simsiyah defterleri.
O, bir zatı muhteremin pederi-
Yemen çöllerinde açlıktan ölenlerin
               suyundan ekmeğinden çalarak ,
Kumun üstünde akaln kandan
               yüzde yüz komisyon alarak
Han, hamam apartıman yapmış…
Ey zatımuhterem:
Şaire, “kısa kes, diyelim, sözlerini!”
Ölmüş sizin serasker
                    peder .
Benim de babam öldü.
Ve dünyaya yummadan evvel
Işıklı çocuk gözlerini
             siz onun yanındaydınız.
Son beş papelin hesabını vermeden ölmesin, diye
kalbinin atışlarını saydınız.
Tutmuyordu babamın öpülesi elleri.
(…)




Yazı yine gittikçe uzadı. Aslında;  aşağı Söğütlüçeşme’de, yukarı Bahariye’de bahsedilecek ilginç iki tane yapı var. Bütün bu gevezeliği onlara altlık olsun diye yaptım amma, ipin ucu kaçtı iyiden.  Bir dahaki sefere artık.

BvP,
Gözden geçiren: Miki.

Fotoğraflar: BvP, Lenas - Kiriçi fotoğrafı tarama.
 
................
 
[1] Bu çok eğlenceli tavsiye ne yazık ki benim değil. Uğur Tanyeli’nin “Rüya, İnşa ve İtiraz” adlı kitabındaki ufuk açıcı “Gecikmiş bir Modernlik Tartışması, Kültür Otarşisi İlleti” adlı yazısından. İkici baskısı yapılan ve gerçekten insanın zihin kanallarını entelektüel bir müshil etkisi ile temizleyen bu kitabı almakta yoğun yarar var. Kitabın alt başlığı olan “Mimari Eleştiri Metinleri” sözünde ürkmeyin, aman haaa.  Kitapta çok ustalıkla ortaya konan görüşlerin tümü  çok geniş bir kültürel alan kavrayışı içinde yazılmış. Paniğe gerek yok hemşerim.

[2] Doğal olarak  Palazzo Spanoncchi’yi  Floransalı mimar ve heykeltıraş bay  Giuliano da Maiano’nun yaptığını biliyoruz da, Karaköy meydanına ondan yaklaşık dört yüz yıl sonra benzerini dikeni bilmek mümkün değil. Bay da Maiano’nun gotikten tutturmasında şaşmayalım. Yapıldığı devirde (1475) Siena’nın hepten gotik yapılarla dolu olduğunu bilelim yeter. Ama erken rönesans  Floransa saraylarının o ferah ve etkileyici cephelerini de  güzel tutturmuş gavur.

[3] Sanki “B” şıkkı gibi değil mi ? Bu muhtelif hayvan heykellerinin bir kısmı kaybolmuşsa da, Arslan Heykeli  İstanbul Belediyesi önünde-imiş (nedense gördüğümü hatırlamıyorum hiç), At heykeli ise  Sabancı ailesinin Atlı Köşk”ünde boy gösteriyor.

[4] Süreyya Paşanın babası Mehmet Rıza Paşa ile ilgili  şu çalıp çırpma hikayeleri pek de boş değil anlaşılan. Sultan Reşat ve Vehideddin’in  Mabeyn Başkatibi Ali Fuat Türkgeldi sadaret mektupçusu  olduğu dönemde şahit olduğu bir diyaloğu “Görüp İşittiklerim” adlı hatıralarında anlatıyor:

“Sadr-ı azam, Harbiye nazırı  Ali Rıza Paşa’ya hitap ederek harp etmeye istitaat-i askeriyemiz müsaid olup olmadığını sordu. Ali Rıza Paşa “Askerimizin ayağına giydirecek çarığımız bile yok” diye mukabele edince Kamil Paşa “Ne yapalım! Seraskerimiz  (Serasker-İ esbak Rıza Paşa) kendi binay-ı servetini yapmaktan başka bir şey düşünmemiş.”  Diyerek huzzar ile teai-i efkara başladı. (…)

Türkgeldi,  Ali Fuat. Görüp İşittiklerim.  Türk Tarih Kurumu  Basımevi – Ankara 1984. 3. Baskı  (s.12).
(Böyle bir kitabın neden 3 baskı yaptığı ve benim neden okumuş olduğum da ayrı bir yazı konusu olabilir gerçekten)
 
Zekeriya Sertel’de konuyu yalan yanlış anlattığı “Mavi Gözlü Dev” de  (… ) İşte bu ağır hasta bulunduğu günlerin birinde  Hikmet Bey ‘in müdürü bulunduğu Süreyya Paşa sinemasının sahibi ve Süreyya Paşa’nın oğlu Atıf Bey eve gelerek Hikmet Bey’den sinemanın son aya ait hesaplarını istemişti. Ölüm yatağında bulunan bir hastaya karşı yapılan bu insanlık dışı kaba davranış Nazım Hikmet’İ haklı olara kızdırmıştı. İki üç gün sonra Hikmet Bey gözlerini edebiyen (ebediyen olacak. BvP) bu dünyaya kapadı. Nazım bu ölümün acısını ve paşazadenin kabalığının hiç unutmadı ve ilk fırsatta şiddetli bir hicivle Paşaya ve oğluna çattı.. Süreyya Paşa , Abdülhamit devrinde seraskerdi (Serasker olan,  Süreyya Paşa’nın babası Mehmet Rıza Paşa.  Baba ve oğlu karıştırmış gariban BvP).  Bu vazifede iken çalıp çırptığı paralarla İstanbul’da hanlar, apartımanlar, sinemalar, plajlar yaptırmıştı (…) diyerek bahsediyor.  

Sertel’in konu ile ilgili yanlış anlattığı başka bir nokta da, hicvin Süreyya Paşanın büyük  oğlu Atıf (İlmen) bey’e yazıldığı. Halbuki bizim şair “ölmüş sizin serasker peder” diyerek açıkça Süreyya Paşa’yı kastediyor.

 
Sertel, Zekeriya. Mavigözlü Dev, Nazım Hikmet ve Sanatı.  Ant  Yayınları. 1969.( s.197)





Hiç yorum yok: