Bu yazın sonlarına doğru artık aşırı sıcaktan mı, yoksa erkeklerin korkulası orta yaş bunalımından mı nedir, bir pansiyon fantezisi yaşamak akla düştü. Hayatı boyunca pansiyona gitmemiş tatilini mütemadiyen nebleyim hep böyle beş yıldızlı otellerde, rezortlarda, hususi yazlıklarda şeylerde geçirmiş bizim gibiler istiyor böyle şeyleri bazen. Halkla içi içe geçme, halka geçirmece, halka halka geçirmece filan.
Miki bu masum isteğimde bi ibnelik arayıp durdu ama nafile. Güneşte uzun süre kalmak suretiyle iyice yumuşamış, hammaddesi geri dönüştürülük plastik, bok rengi bir hortumla bahçede plastik terlikli tombul/kalın (ayı ayaa) ayaklarımı yıkamak, ıslak tabanların ağırlığım altında çıkardığı ıslak “fıssssssshhsh” sesiyle huzur bulmak istiyordum. Ayaklarım maalesef ayı ayağı gibi değil, öyle terliğim de yok. Neyse, Bodrum’da eşten dosttan filan rica ettik, uydurduk bir çift. Düştük Datça yarımadasının güneyindeki, adları fiyakalı şekilde “bük” olarak biten koylarından birinin en ucuna.
Ova Bükü |
Kuzeydeki limandan güneye, deniz kıyısına yapılmış yeni Datça kasabasına - hakkaten “kıyıya yapmışlar” böyle, rakı bardağı gibi… kalın kalın - varmadan ortalara doğru batıya kıvrılmak suretiyle varılıyor buralara. Zaten kavşağı türlü tabelalar keşmekeşi yüzünden ıskalamak olanaksız. Yarımadanın ortalarında batıya doğru kıvrıla kıvrıla giden, badem, zeytin ve yükseklerde çam ağaçları ile çevrili inişli çıkışlı güzelce bir yol bu . Yol boyunca rastlanan tek tük evler insanda kusma hissine sebebiyet vermeyecek nitelikte. Gideceğimiz pansiyon “Ova Bükü” denen, nispeten ufakça bir koy. İnişte virajların münasip yerlerinde evler kondurulmuş. Tuhaf ama onlar da çok kötü değil. Bu durum biraz hayal kırıklığı yarattı bende. Her yer satılık arazi dolu. Bölgede yaşayanlar için arazi satmak veya satmaya çalışmak bir tür hobi sanki. Ancak kıyı çevresindeki dar düzlük bile istedikleri gibi dolmamış daha.
Tepelerdeki Evler |
Kalacağımız pansiyon bu küçük koyun en batısında ve hemen hemen son yapı. Dar ve bakımsız bahçesi denize kadar iniyor. Kıyının önünden yol geçirip denize girilecek alan bırakmama hastalığından kurtulmuş olmasına memnun oluyorum. Bu çok güzel, bir o kadar da yaratıcı planlama şablonu genellikle denizin beş, on bilemediniz onbeş metre ötesinden geçilen asfalt veya toprak bir yolda vücut buluyor. Oraya bunu sıçan yerel yönetimin parasına göre; sahil ile yol arasına banklar, skindirik çöp tenekeleri ve elektirik direklerinden oluşan zenginliklere de yer veriliyor. Hemen ötedeki biraz daha büyük Palamut Bükü [1], bu türün güzel bir örneği mesela. Evlerin, pansiyonların, lokantaların önündeki toprak yol her yıl biraz daha denize doğru genişleyip, toz toprak işin içinden çıkılamayıp eşşeğin amına iyice su kaçırır hale gelince ya asfaltlanıyor, ya da – belki de daha kötüsü - içinde pembeye kaçan kırmızıları da olan sentetik bir taş doku ile kaplanıyor. Kuvvetli bir kahvaltıdan sonra denizle aranda, ya da denizle “Kazım’s Beach Club Pension” arasında bir arpa boyu yol oluyor. Yersen... Ama yemişin zaten kol gibi.
Marmara Ereğlisinde Kabus |
Durumun daha iyi örneklerine Marmara Kıyısında rast gelmek mümkün. Şarköy ve Marmara Ereğlisi - ki, oradan resmen devlet karayolu geçiyor(E-5). Tamam, deniz banyosu yalan olmuş, sen batan güneşe karşı demleneyim, şuradan iki kalem pirzola edeyim derdindesin ama, yazlığının önünden karayolu geçiyor diye de bu kadar boktan yapılar yapmalı mısın be kardeşim. Nedir bu? Tamam, konu dağılmasın da, içimde de kalsın istemedim bu husus.
Kendisi de epey mendebur bir yakın akrabamın bir kaç yıl önce gelip kaldığı ve de pek memnun ayrıldığı bir yer burası. Onlar kalırken pansiyonu işleten beyamca şimdilerde vaziyeti derbeder bahçede sebze yetiştirip, tavuk beslemek, bunları da günün belli saatlerinde yiyeceğe dönüştürmek suretiyle biz saf şehirlilerin “doğada yaşamak gibisi var mı aaağbi” dağarcığına katkıda bulunuyormuş. Hatta amcanın dandik sandalı ile -sabah erken saatte kalkılabilirse eğer- balığa bile çıkmak olasıymış. Bu içgıcıklayıcı hikayeler telefonla yer ayırtma aşamasında beyamcanın iki yıl önce gezegenden göçtüğünü öğrenmemizle biraz örselenir gibi olduysa da; önünden yol geçmeyen pansiyon, deniz ve güzel sonbahar havası bir yere göçmemiş, duruyordu durduğu yerde.
Pansiyonu artık beyamcanın altmışbeş yaşındaki eşi Primus teyze ve torun işletiyor. Üniversite öğrencisi torun da okulu açılıp İzmir’e gidince yılın bu döneminde sadece primus teyze, ben, Miki ve araziyi ilk aldıkları zaman beyamcanın denizin hemen önüne kondurduğu tek katlı salaş evde kalan gözleri görmeyen Secundus teyze, ona yardım eden Tertius teyze(hacı), Secundus'un evde kalmış kızı varız. (takım taklavat fena da değildi sanki ablada, anlamadım nedendir o evde kalma olayı?)
Deniz önündeki yapının bu şekilde işgali beni biraz üzdü ise de arkadaki evin inanılmaz temizlikteki, denizi gören kocaman odasını ve yine hastalıklı şekilde temiz ve büyük banyosunu görünce keyfim yerine geldi. Esas güzellik bizim kalacağımız bu kocaman evde gören/görmeyen, evde kalmış/kalmamış hiç bir homo sapiens olmamasıydı. Garip ama, siktir olup gitmişti işte herkes...
Kıyıdaki Yapı |
Daş |
Güneye açık taşlı sahilden denize girmek benim gibi ayakları hassas bi canlı için pek kolay değil. Çabucak derinleşiyor da, fazlaca ızdırap çekmek gerekmiyor taşların üzerinde. Güneye açık bu koyda denizin temizliğine diyecek yok. Fakat biz oradayken öğleden sonraları meltem ipin ucunu ve işin tadını kaçırdı hafifçe. Allahtan, kaçan tadı yerine “bira” adı verilen bir sıvı ile getirmek mümkün. Miki ile birlikte bu şeyin “tombul Efes” denen çeşidinden iki günde bir kasaya yakın miktarda tüketmek sureti ile keyfimizi her daim yerinde tuttuk.
Sahilde yatarken Primus Teyze’den bira ikmali yapma imkanı mevcut.
Başlarda pek ciddiye almamakla birlikte, hem ortalıkta başka müşteri olmaması ve bizdeki potansiyeli sezmesi ile görevini hakkıyla yerine getirdi. Hafiften kaykılıp Teyze'ye doğru “V” işareti yapmak yeterli. Hemen tepside iki bira, iki bardak ve bir açacak beliriyor. Günün sonunda normal insanlar için yapılan stoğun biz iki hayvana yeterli olmayacağını anladığından yeni bira takviye yapması icap etti bakkaldan.
P. Teyze çok iyi bir satıcı, belki de fazla iyi. Bize iki gün içinde,badem, akrabalarının fırınından bilmemne pidesi, zeytin yağı sabunu, zeytinyağı satış tekliflerinde bulundu. Ona karşı sürekli tetikte olmak lazım. Kazara muhabbete dalıp Bekaa Vadisi’nden, yarısı yanmış T62 tankı falan almak mümkün (Ama şanzıman ve motor iyimiş, yürürde var biraz sıkıntı diyor).
Pansiyon fantezim içindeki başka bir alt küme de, alüminyum çaydanlıktan çay içmek, pansiyon yemeği yemekti. Primus Teyze’nin bu konuda da doktorası var. Gerçi diplomayı asmamış duvara. Çok mütevazi bir insan. Özellikle ünlü olduğu menemen ve kabak çiçeği dolması pek fenaydı. Ayrıca köfte, patlıcan, biber, patates kızartması ve börülce salatasının hiç birinde de yamuk yoktu. Tabii, söğüş iki tane biber ve domates için de para alıp, peçeteyi de adam başı birer adetle sınırlaması (garip, tuvalette kaat sınırsız zannederim) pek iyi puvanlar değildi ama, menemenin hatrına yemiş gibi yaptık onları da.
İyi olmayan bir başka puvanı da, hesap görürken biranın şişesini beş kaattan dayanmasına verdik. Miki “Oha! ne ulan bu? Bodrum’da barlarda bile beş kaat” diyerek konuyla ilgili olumsuz görüşünü nazikçe deklare etti.Bir daha gidersek, Teyze’yi birayı kendimiz alıp odadaki buzdolabında soğutmak suretiyle tüketmekle tehdit ederek, bira fiyatını makul seviyelere çekmeyi düşünüyor. Benim umurumda değil, hem bira ne kadar bilmiyorum ki zaten. Keşke o T62’yi de alsaydık…
Tatil ne güzel bişey.
Edited By Miki
[1] Triopion Limanı?
Bütün Fotograflar BvP
4 yorum:
jenerasyonumun aksine datça'dan çok haz etmiyorum ben. yalnız seneleeer önce hayıt büküne ilk gittiğimizde, mekana araba girmesiyle beraber yöre ahalisi camlara fırlamıştı n'oluyo diye. asosyalliğimizi körüklemesi açısından hoş bir yerdi yani. kumsalda biz ve hayıt bükü sapığından başkası yoktu, bu da iyi bir şeydi (sanırım). geçen sene zarif eşimin ısrarıyla tekrar gittiğimizde ise durum bayağı değişmişti. datça-marmaris yolunun genişletilmeden önceki halini bilir misiniz bilmem. midenizi gökova kıyılarına akıtarak ulaşabilirdiniz anca datça'ya. şimdi yol açılmış, insanlar virüs misali üşüşmüşler mekana. tek esprisi olan tenhalığı da kalmamış.
bi şunu merak ettim çok. sonbaharda datça dışkılarımızın katı çıkmasına (belki de hiç çıkmamasına) sebep olmamış mıdır? temmuz'da bile klimatize rüzgar dedikleri, insanı sistit eden bir soğuğu vardı.
bir de satılık arsalar ingilizlere gidiyor hep, onu biliyorum. adamlar yatlarla gelip oraları parselliyorlar deli gibi.
Esasen benim de meftun olduğum söylenemez. Dediğim gibi, “pansiyon fantaazisi” yaşamak buraya kısmet oldu. Lakin, deşilmişlik, derbederlik, göçebelik, sçp batırma konulu daha kötü yerler de var (Edremit Körfezi’nin kuzeyi geldi hemen akla mesela).
Lisede Eski Knidos’tan uçtaki yeni kente yürüyerek gitme şeyim vardı da olmadı, olamadı işte. İnsana pek rast gelmedik. Belki de yılın o zamanı gittiğimiz için pek tenhaydı.
Bu İngiliz şeyi konusunda haklısınız. Özellikle Palamut Bükünde halen miktarlı olarak vardı o canlıların yatlarda yaşayıp gürültü edeninden…
Rüzgar ve Sovuk yoktu. İyidi hava da, hani şu sözünü ettiğim, bira adlı sıvının o yareye de melhem olacağı kanısındayım.
Töbe, Marmaris-Datça arasını karayolundan gitmedim hiç. Kusmak için ona gerek yok. Çok önceleri o civara denizden yapılmış yolculuklarda da epey kusmuşluğum var pek güzel.
biz de tatil yaptık diyoz amk. bizim teyzeler geçirdi durdu len bize. su istedik aha nehir gidin için dedi. paramızın olduğunu anladı da az biraz hizmet gördük.
eski knidos hankı? palamuttan uçtakine doğru giderken üzerinden hunharca araba yolu geçirilmiş bir kalıntılar silsilesi var. tepelerde ve bayağı büyük bir alana yayılmış. oralar mıdır acep?
Yorum Gönder