1/5/944 |
Eski kitapçıların önlerindeki sepetlerde karmakarışık halde duran fotoğrafları, kartpostalları eşelemeyi, ilginç bulduklarımı alıp eve götürmeyi severim. Uğraşlarımın çoğu gibi bu da beş para etmez, işe yaramaz bir şeydir. Halbuki, insanın daha rafine uğraşları olmalı, keman çalmalı, spor yapmalı – en azından seyretmeli-falan. Bizde ne gezeeer öyle incelikler.
Duruma, tanımadığın insanların bilmediğin ama önemsedikleri anlarını pis bir naylon leğen içinde eşelemek olarak bakıldığında, olan biten pek hoş değildir elbette. Bir parça özel hayata burun sokma falan girer işin içine. Ama, onlara nerenden baktığına bağlı olarak eğitici ve ilginç olabilir. Her şeyde, ama her şeyde olduğu gibi; bildiğin, baktığının derinliğini artırır. (Kulağa epey zekice gelen bu lafa her zaman güvenilmeyebilir. Bazen de bi bok olmaz tabii)
Kimileri bildik fonlar önünde olur. Arkeolojik kalıntılar, yapılar veya geçmişte unutulmuş bir mobilya, ilgi çekici bir cihaz…Zaman zaman tanınmış birileri göze çarpar. Evlilik törenlerinin, birlikte yenen yemeklerin fotoğrafları da benzer durumların ayrı zaman dilimlerinde farklı tekrarları olduklarından ilginçtirler. Sıradan, anonim bireylerin kendileri için önemli, kaydetmeye değer buldukları bu anlar aynı dönemin gazete ve dergilerindeki fotoğraflara kıyasla çok sert bir gerçeklik duygusu uyandırır. (Böyle bir düşünüşü geliştirebilecek duyarlılık ve incelikte bir insan evladı olduğunuz nazariyesinden hareket ediyorum.) Çoğuna dikkatli bakıldığında bir şeyler öğrenmek, görmek mümkündür. Kavramak için yeterli mi? Sanmıyorum. Filozof’da zaten, “Tarihsel artı-değerin sahipleri yaşanmış olayların bilgisini ve keyfini de ellerinde tutarlar” buyuruyor. [1]
Yandaki fotoğrafa bakalım: döneme özgü fiyakalı el yazısının karman çormanlığı nedeniyle soyadınıokumakmümkündeğil Mehmet bey, “Kardeşim Tevfik Azmi’ye” 1937 temmuzunda Rio’dan, Copacabana plajından yollamış! Oralarda ne işi var-dı? Portekizce görüşebiliyor muydu?
Brezilya’da 1929’dan beri Büyükelçiliğimiz var. Belki elçilik görevlisiydi.T.C. Brezilya Büyükelçiliği internet sitesinde sadece büyükelçilerin isimleri listeleniyor. Onlardan da Hasan Tahsin Mayatepek’in adı, “Mayapetek” olarak yazılı (Buradan T.C. Brezilya Büyükelçiliği çalışanlarını ilgi ve hassasiyetlerini kutlarım!) Halbuki, Atatürk’e gönderdiği son derece eğlenceli mektuplarda Mayaların Türklerle kardeşliğini keşfeden, “Mu Kıtası” ile ilgili mühim malumat veren bu zatın adı unutulmamalıydı. [2]
Kahramanımız bu fotoğraf için sanki yanlış bir zaman dilimi seçmiş. Sabahın erken bir saati anlaşılan. Kumsalla özdeşleştirdiğimiz o acaip dişilerin hiç biri yok ortalıkta. Bir gece önce Rio gecelerine akmış, yorgun argın, kim bilir neyin üstünde (veya altında) uyuyakalmışlar. Aslında, böyle geceler o tarihlerde de yaşanıyor muydu, Mehmet bey’de akmış mıydı diye merak ediyor insan. Burada iki nokta daha var ilginç. Biri, üzerinde durulan coğrafya ve içinde bulunulan mevsimde (Temmuz ayı ortalama en düşük sıcaklık 18.9 °) hırka giyilmesi ki, zatın Türk vatandaşı olduğunu hatırlayınca normal geliyor. Diğeri de üzerindeki durduğu zemin. Bu zemin yüzünden, gönderilen fotoğrafın Antalya veya Samsun sahilinde çektirilip “Kardeşim Tevfik Azmi’ye” gönderilmediğinden emin olabiliyoruz. . Roberto Burle Marx adlı Brezilyalı bir peyzaj mimarınca tasarlanan ve plaj boyunca, yaklaşık dört kilometre devam eden promenad, “Portekiz Kaldırımı” [3] denen yöntemle; taşların renk veya tonlarına göre, tek tek mozaik benzeri yerleştirilmesi ile yapılmış. 1930larda başlanıp 1970’de bitiriliyor. Tamam, kolay bir iş değil taşları böyle bitiştirmek ama, 4 kilometreyi 40 yılda tamamlamak da… Eh biraz şey. Bu çok güzel ve çeşitlemeleriyle (her yerde aynı değil) dalga deseni nerdeyse plajla özdeşleşmiş, ikonik kimlik kazanmış bir hoşluk. Benzeri bir dalga dokusunu – dökme mozaik olarak- İzmir Kordon’da görmek olası. Her gidişimde korkuyla “ulan belediye bir yenileştirme, bir dönüşüm, bir şey, akla hayale gelmeyecek bir maymunluk yapıp kaldırmış olabilir mi?" Diyorum ama, şimdilik duruyorlar yerlerinde.
“Avenida Atlantica” üzerinde, kumsalın başında duran Mehmet Bey’in yüzü kuzey doğuya bakıyor, (bize göre) sol omzunun gerisinde, yani kumsalın en güney ucunda kıyı bataryalarının olduğu “Copacabana Kalesi” ve alçak barakalar hayal meyal, sağında ise, bugünlerin etekleri teneke mahallesi ile Morro dos Cabritos oldukça belirgin görülüyor. Uzaktaki Yapıları seçmek maalesef pek olası değil. Halbuki ileride, başının hizasında bir grup yüksek yapı var ki detaylı fotoğrafları çok ilginç olabilirdi. Kameraya bakan “yerli”ye, beyaz ayakkabılarına ve belli belirsiz seçilen, sırtı bize dönük beyaz kolonyal şapkalı, üniformalıya dikkat.
***
Türklerin egzotik diyarlara yolculukları olduğu gibi egzotik diyarların insanları da Türkiye’ye seyahatler düzenliyorlar. Bana çok ilginç gelen diğer fotoğrafta Orta sınıf Türk ailesi ve genç bir Japon erkek var. Çekildiği tarihi kesin saptamak zor. Yine de, solda ayakta duran geç kızın ve annenin giysileri, mobilya üzerindeki duran elektrikli ısıtıcı ve radyo, takvimi 1940 sonları ile 1950 ortaları gibi gösteriyor. Çerçevenin üzerindeki çiviye asılı halka kulplu çanta 1950 başlarında moda olan bir şey. Elektrikli portatif ısıtıcılara ise Türk evlerinde 40’lardan itibaren rastlanabiliyor.
Evin iki kızı, anne, baba ve iki çocuk gündelik giysiler içindeymişler gibi. Baba fotoğraf çekilecek diye ceketini giymiş. Ama Japon beyefendi… O, sanki daha bir özenli. Kravatı, kravat iğnesi, her şeyi tamam. Ceket yakasında belli belirsiz bir rozet var. (Dolma) kalemi ceketinin üst cebinde duruyor. Okumuş, okumuş adam işleri yapan biri. Ellerini bir parça sıkıntı ile birleştirmiş ve arasında bir mendil veya kağıt tutuyor gibi, Sağ elinde yüzük yok. Ailenin iki kızı ve çocuklar birbirlerine benziyorlar. 16-20 yaşlarında iki kız ve 9-10 yaşlarında iki erkek çocuk. Hepsi kardeş olabilirler. Japon beyefendi ile arkasındaki çok güzel – muhtemelen- büyük kızın bir “rabıtası” olduğunu düşünüyor insan ister istemez. O kız bir başka gülümsüyor kameraya. Adam da kameraya rahatça, güven içinde bakıyor. Evde eğreti bir yabancı değil sanki. Odanın içinde bir başkası daha olmalı…Fotoğrafı çeken hakkında bir fikrimiz yok. Acaba Bizim Japon’un kardeşi, karısı falan mıydı? Belki de üçayak ve zamanlayıcı ile çekildi ve sekizinci kişi yok.
Bu zat kimdi? Neden oradaydı? Öncesi ve sonrası nasıldı o anın? Fotoğraftan sonra ne yaptılar? Hep birlikte sofraya oturup yemek mi yediler? Nasıl anlaşıyorlardı? Bunları bilmenin –benim için- olanağı yok. Zaten ne diyor adam : “Canlının geri dönüşü olmayan zamanının tek sahibi olur.” [4]
Son bir iki söz edeyim ki, her defasında aynı şeyleri yazmayayım.
Biriktirdiğim bu fotoğrafları tarayıp elimden geldiğince buraya aktaracağım. Hemen hepsi yukarıda yazdığım gibi, eski kitapçılarda, eskicilerde naylon leğenlerin, karton kolilerin içinde çıkardığım şeyler. Sahipleri yada ikincil sahiplerinin değer verdiği nesneler olsalar oralarda olmazlardı. Dolayısıyla ahlaki bir sorumluluk hissetmiyorum. Fakaaat, yine de; eğer büyük bir tesadüf eseri eşinize dostunuza, ananız, babanıza denk gelirseniz ve burada durması haysiyyetinize veya her hangi bir şeyinize dokunursa bana haber edin, hem çıkarır hem de seve seve sahibine iletirim.
1/5/944 Resmin Arkası, Maalesef Köy Muhtarının adını okuyamıyorum. |
BvP,
Fotoğraflar:
Copacabana’nın eski halini gösterir kartpostal ve kaldırımda seken yavru ceylan internetten. Diğerleri BvP
-----------
[1] Debord, Guy. Gösteri Toplumu. s. 128. Fransızcadan çevirenler: Ekmekçi, A., Taşkent, O., Ayrıntı Yayınları.1996.
Bu kitabı sanki anlayabilecekmiş gibi 1996'dan beri okuyorum. Ama, bay Debord gerçekten bir şeyler anlatıyor mu? Anlattıklarını anlayalım istiyor mu? Ondan da emin olmadım henüz!
[2] http://www.tdkkitaplik.org.tr/gun_dil.asp
[3] Geleneğin Antik Yunan, Roma dönemlerine dek uzandığını tahmin etmek zor değil.
[4] Debord 1996, 128.
11 yorum:
baya hazir, ustune hikaye insa edilebilcek bedava karakterler.
istanbula geldigimde beyoglu sahaflarinda böyle seylere bende bakarim,fakat simdiye kadar hic satin almadim.(diger yandan kiyak bu üzerine dösediklerin ) her halde bundan sonrada almam göcebe oldugum ve daha bir sürede da göcebe olarak kalacagim icin.
Alchemist, Jamini, umarım tembellik etmez diğerlerini de koyabilirim. O kadar çok şey var ki.
Olmaz bi şey, ben de göçebeydim uzun süre. Üç beş fotoğraf her zaman girecek bir delik bulur. Kendini korur. Plastik leğende yaşayacaklarına göçebelik etsinler Jamini.
şahsen bu fotoğraflar bana hemen hepsinin öldüğünü hatırlatıyor. tanınmış insanların fotoğrafları ölseler bile canlılığını koruyor. ama sıradan insanların çektiği sıradan kişilerin fotoğrafları ise bana çaresizliklerini gösteriyor. ölmüşler ve çocukları/torunları bir kısım fotoğaflarını saklamış, gerisini atmış, belki başka bir şey olmuş vs. ama o fotoğraflara bakmak, şey gibi, nasıl desem, tecavüz gibi. insanların o anki anısına tecavüz. ailesine saldırı. dehşet verici bir durum bence. ölmeye yakın olduğumu hissedersem tüm fotoğraflarımı yakacağım bu yüzden. birilerinin eline geçip o fotoğraf üzerinden hikayeler üretmesi, onlar hakkında yorumda bulunması canlı halimi korkutuyor.
Bu yazıyı çok kıskandım.
Sahafa düşen fotoğraflar bana hep boşa yaşanmış hayatların resimli geçidi gibi geliyor. Bu fotoğraflarını eski tip bir televizyon "büfe"sinin sol alt dolabında saklayacak ve eş dosta bayram günü "Öyle sandığın gibi köylü falan değil, basbaya tuvalet giyip katılırmış falancam cumhuriyet balolarına" diye bir modernlik kanıdı olarak sunacak bir akraban bile yoksa, neyin vardır ki sahiden?
Beriki Rio'dan fotoğraf gönderiyor, gönderilenin yiğeni elli sene sonra satılıp mirasa pay edilecek evi tasnif eder iken "Eeh, başlatmasın Rio'suna!" diye götürüp onu sahafa veriyor. Sahaf da Alain Delon-Audrey Hepburn kartpostallarıan yataklık eden naylon leğenin hemen yanındaki diğer leğene bu fotoğrafı yerleştiriyor. Ne acayip.
Gerisi Önemli Değil: Sıradan insanların tek edilmiş anılarını elden geçirmek, evet daha ürkütücü. Bir parça tuhaf. Bu da galiba rötuşsuz gerçekliklerinden kaynaklanıyor. O fotoğraflardaki hepimiz olabiliriz. Hepimizin özel hayatı olabilir.
Ama bir yanlarıyla da; aradığına bağlı olarak dikkatle bakmayı, üzerinde düşünmeyi hak eden tahrif edilmemiş belgeler. Dolayısıyla, gerçek sahiplerinin göstermediği ilgiyi göstermekte rahatsız edici bir yan göremiyorum.
Elmoş, bunların özellikle seçilerek verildiğini bile sanmıyorum. Michel Zevaco romanları ve Drina Köprüsü ve Yelpaze dergileriyle birlikte, toptan gönderiliyor. Ne kötü... Üç beş kuruş sebeplenirim düşüncesi ile bunları alıp satmaya kelkinen hakkında düşünmedim henüz. Onlar bir şey, her hangi bir şey düşünürler mi dersin?
Bu ve benzeri bir sürü fotoğrafı bana satan hiç birine dikkatle bakmadı bile. Ne tür bir fiyatlama yapıldığını da bilmek - onlara sorulsa bile-, anlamak olası değil.
Rio'dan fotoğraf gönderilmiş bir akraban olmasını umursamıyorsan neyi umursarsın gerçekten? Haklısın, bu gerçekten acayip.
Bir kaç gün erteledikten sonra, nihayet tadını çıkararak okudum bu yazıyı, çok hoş! :)
Geçende bir fotoğraf hikayesi dinledim, hatırlayayım hemen bloga yazacağım. Ahh bu kısa dönem hafızamın zaafları, ahh! :))
Muhtarın adı Ömer Deresilmez olabilir mi acaba?
"Deresilmez"...Siz söyleyince tekrar baktım,olabilir hakkaten. Aslında pek anlamlı bir fiil ve iş değil, deresilmemek ama "damda kürek kırıldı, kız oğlana vuruldu" türü türkülerimiz de var. İnsanımızın arası genelolarak semantik ve eylemler arası ilişkiler ile pek iyi değil.
"tene(denesilmez)" de olabilir mi?
En doğrusu "Terisilmez" gibi görünüyor ya, kim bilir?
Teşekkür ederim. Bir kaç alternatif var şimdi. En azından eskisi kadar anlamsız değil.
Merhabalar,
Muhtarın adına ben de takıldım :) On dakika kadar inceledim ve soyadında bir "v" harfi keşfettim. Bu şekilde "Ömer Devrilmez" diye okunuyor.
Sanki biraz rahatladım gibi :)
Yorum Gönder