Emsallerine faiktir

Şubat 21, 2012

İstanbul Üniversitesi Gözlemevi

Bin dokuzyüzeksenlerde üniversite öğrencilerinin basit hayalleri olurdu. Benimki de İstanbul Üniversitesinin Bahçesindeki bu ufak tefek, zarif yapıyı görmekti işte [1] … Ama bir türlü denk getiremedim. Okul bitti, yıllar geçti, bin bir türlü abuk sabuk işe vakit buldum ama yolum bir türlü oralara düşmedi.

Hem düşse ne olacak ki? Ülkemde kamu alanlarına, yapılarına öyle elini kolunu sallayarak giremezsin. Giriş amacının kamu görevlisinin aklına yatan, algı hudutları dahilinde bir açıklaması olması gerekir. “İkiyüzkırkaltıyı yatırdım, Döner Sermaye Saymanlığına şu tahakkuku bırakıcam” gibi... “Otuzların kamu yapıları çok ilginç, hep ilgimi çekmiştir. Arif Hikmet Holtay’ın fonksiyon açısından şu benzersiz ve çok iyi korunmuş binasını gezip, fotoğraflarını çekmek istiyorum” gibi bir açıklama işe yaramaz. Durup dururken “vatandaş” neden bakar ki bir yapıya? Kesin vardır bir yaza çıkmaz iş. Üstelik elinde fotoğraf makinası falan varsa! Kamu hizmetinde olan bir kısım insanın optik aygıtlara duyduğu bu hayvansı korku yıllar içinde azalmakla birlikte, halen tümüyle yok olmuş değil.


Hakimler ve SavcılarYüksek Kurulu
Ek Hizmet Binası, Ankara 2010

2010 kışında, Ankara’da Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ait, kısa süre önce terk edilmiş binanın fotoğraflarını çekerken koşturarak gelip, konu ile ilgili hesap soran güvenlik canlısı gibi… Ona ne deseydim? “Bütününde ne bölgesel ne de kişisel yönden köklü bir çaba okuyamadığım, muhtemelen ulusal bir yarışma ile projelendirilmiş ve aynı dönemde üretilmiş Başkent’teki çoğu benzeri gibi, altmışların Batı kaynaklı Rasyonel-Uluslararası stilin çok net bir kopyası bu kamu yapısının cephesindeki açıklıkları dış mekandan ayırmak için tasarlanmış plastik öğeler buram buram taklit kokmasına rağmen oldukça zarif ve ilginç…İşte bu yüzden dijital ortamda kayıt ihtiyacı hissettim sayın özel güvenlik görevlisi! Fakat unutmayalım ki taklit etmeğe kalkışmak boşunadır; çünki taklitçi, taklit edilenden her ikisinin bağlı oldukları toplumları birbirinde ayıran mesafe kadar uzaktır esasen” mi? Bunun bana ve ona bir yararı olur muydu?

Fakaaat, sabrın sonu hakkaten selamet. İnternette dolanırken “Açık Kapı Festivali” diye bir şey düzenlenmiş olduğunu teşhis etim. Etkinliği tertip eden sevimli insanlar, ölümlü Türk vatandaşlarının tek başlarına gidip göremeyeceği bazı yapıları gezdirme işini sevabına üstlenmişlerdi. Gidip siteye üye oluyorsun; cüz’i bir para yatırıp, belli bir saatte de gezilecek yerin önünde kuyruk olup bekliyorsun. Bu kadar basitti… Geziler baştan çıkartıcı başka yapılara da düzenleniyordu ya, iş güç sahibi bir şahsiyet olduğumdan öyle her aklıma geldiğinde oraya buraya gidemiyorum. 2011 yılı listesine buradan bakabilirsiniz.


Tam “ulan günün bu saatinde işsiz güçsüz başkaları da var’mola?” Diye düşünürken, ben hariç 19 kişi daha belirtilen saatte Bayezid’deki İstanbul Üniversitesi ana giriş kapısı önünde toplandık. Tamam, iş güç sahibi orta yaşlı yedek parça satıcısıyız amma, bir parça erken gidip Bayezid Camiinin yola bakan bahçesinde yatan Mimar Kemalettin Bey’e [2] bir merhaba demeyecek kadar da vefasız değiliz. Artık iyiden iyiye hanutçu maskaralığına tahvil esnafı ile üniversite öğrencisi çocuklara ders kitabı satmakla mükellef “Bayezid Sahaflar Çarşısı”nı, Üniversite meydanına çörek, plastik duvarlarına asılı hırslı afişlere bakılırsa içinde “geleneksel sanatlarımız” icra edilen, otağı andırır dev belediye plastik bunkerini (çadırmış!) görmezden geldim tabii. (Göz ucuyla gördüğüm; o nesnenin civarında oturan insanlar, karton bardaklarda satılan çay ve etraftaki pislikti)


Astronomi Bölümü öğrencisi olduğunu öğrendiğimiz sevimli bir genç adam ve terbiyeli genç hanım Türkiye Cumhuriyetinin fenden borçlu Batı’ya geçişinin simgesi [3] bu yapıyı bize gezdirecekler. İtiş kakış muhteşem kapıdan bir turnike vasıtası ile süzülüyoruz içeri. Öyle bir harala gürele var kapıda; say ki, ilk mektep talebeleri öğle paydosuna çıkıyor. Veya bir grup çoban davar sürüsünü suvarmaya götürüyor… Pek fena. Diğer eşhasın yapının kendisi ile pek ilgili olmadıklarını çabucak kavrayıp bir parça üzülüyorum. İnsanlar işin daha çok astronomi şeyi ile ilgili. Mimar olduğunu öğrendiğim kızcağız fazla derin olmayan, basitçe –azıcık ta yanlış- bir tanıtım yapıyor, sonra hevesle gözlem kulesine seyirtiyor herkes…

***


Durup dikkatle bakmayı, uzun uzun çevresinde dolaşmayı hak ediyor gerçekten. Ama şöyle, hafif geri çekilip keyifle bakılabilecek alan yok. Etraf sık ağaçlar, hemen yapının dibinde ve tıkabasa dolu otopark ve az ilerde voleybol oynayan kız ve oğlanlarla dolu! Oysa bitirildiği sırada çekilmiş ve halen mimarlık yayınlarında kullanılan fotoğraflarda ağaçsız bir alanın ortasında kabak gibi duruyor (bu fotoğraflar için dipnotlara bakın).  Aptal gibi  hep böyle, ilk yapıldığı gün gibi kalacağını düşünmüşüm nedense. Yapılalı 75 yıl olmuş ve artık bir korunun içinde. Moralim fazla bozulmuyor, çünkü bu yoğun yeşillik ve kırık akşamüstü ışığı içinde büsbütün dehşetli. Ana yapı 1936’da altı ay gibi kısa bir sürede tamamlandıktan sonra, 1956’da Arif Hikmet Holtay’ın da onayı alınarak - ki pek yaygın bir uygulama değil, bu tür onaylar bilmemneler – 1958’de ek binalar tamamlanıyor. Eski fotoğraflardan anlaşıldığı üzere bu ekler de ilk yapıldıklarında teras çatılı. Daha sonra, muhtemelen yalıtım problemleri yüzünden kiremit kaplanıyorlar. Oran ve karakter olarak ana yapı ile uyumlu, rahatsız edici olmayan eklentiler.

Önde Alçak Sonradan Eklenen Bölüm,
Merdiven Kulesine Dikkat !

İnsanın aklına hemen – o zamanlar bile- “fazla aydınlık, kalabalık bir kentin orta yerinde gözlem evi olur mu?” sorusu geliyor. Arkitekt Dergisi soruya “…bu sene ikmal edilen Observatoryum hem üniversite talebelerinin nazari derslerine ilaveten bizzat rasad yaparak Astronomi tahsillerini pratik sahada da kuvvetleştirmek imkanını verebilmek, hem de ilmi araştırmalarla arsıulusal heyet aleminde memleketimiz için şerefli bir yer temin edebilmek gayeleri ile yapılmıştır. Bina için Üniversite meydanının tercihi birinci maksadın temini için olmuştur. Observatoryum yalnız ilmi araştırmalara hasredilecek olsaydı şüphesiz memleketin içi kısımlarında çok daha müsait bir yer seçmek icap edecekti.” [4] cevabını vermiş. Yani hem biraz öğrenciler yontulsun, elleri alet edevata alışsın, biraz da Kemalist Yeni Cumhuriyet “ecnebi”ye ve “halk”a nasıl çarçabuk, şıpınişi gelişilir, modernleşilir gösterebilsin diye burada [5] .

Solda Ek Bina

Ana yapı çok ölçülü. Çok basit. Çok güzel. İki temel geometrik form, simetri aksından bir parça taşan silindir-dikey (gözlem kulesi) ve dikdörtgen-yatay (yardımcı alanlar: ofisler, derslikler). Birinin bölünmemiş kapalılığı ile diğerinin enine kalın derzler
 ve pencerelerle parçalanmış yüzeyi alçak gönüllü, etkin bir kontrast yaratıyor. Bu kadar basit bir yapının kütlesine gösterilmiş özeni ve fonksiyonu formdan sezebilmek ne hoş. Bir ucunda silindirin yer aldığı aksın öteki ucunda bir prizma var. Merdiven kulesi olarak tasarlanan bu kütle de silindirin kapalılığına inat, olabildiğince açık. Neredeyse saydam. Yatay-düşey, açık-kapalı… Bu gerilimi çok fena kıvırmış, sıra dışı bir işlev için özgün bir kütle tasarlamış nur içinde yatası bay Arif Hikmet Holtay. Bana hiç de öyle “aynı plastik yaklaşımda olmamakla beraber, Erich Mendelsohn’un 1921 yılında tasarladığı Einstein kulesini anımsatmaktadır” [6] falan gibi gelmiyor. O “ekpresyonist”? şeyden tümüyle farklı bir yapı bu [7].



Kapıdan girince, birkaç basamakla dar merdiven holüne çıkılıyor. Orijinal camlı kapılar, trabzanlar, döşemeler, vestiyer ve (en az) bir adet koltuk iyi korunmuş bir halde. Arkitekt’teki makalede bu koltuğun benzer bir örneği çalışma odasında görünüyor.

Bol ışık alan, neredeyse şeffaf bu hol yukarıda astrografın bulunduğu, kubbeli gözlem kulesine ve “talebenin tecrübe rasadlarına yarıyan küçük dürbinlerin konması için” [8] tasarlanmış çatı teraslarına çıkıyor. Bu dönem binaların olmazsa olmazı çok hoş boru korkuluklar bile hala duruyor. Sadece, öğrenci milleti bir budalalık yapıp aradan düşüp müşmeye diye içerden ev balkonu tarzı bir şeyler yapılmış.

Gözlem evininin odağı, 30 cm çaplı astrografın bulunduğu gözlem odası. Bu oda üzerindeki çok bakımlı, kaburgası içeriden görünür ahşap kubbe ekskavatörlerin bilyalı daire döndürme dişlilerini (swing bearing) andırır bir tertibat marifeti ile ekseni etrafında 360 derece dönebiliyor. Dönüşü ve kapakların açılışını sağlayan düzenekler o kadar bakımlı ve hassas ki, hareket ettirmek için herhangi bir elektrik motoru gerekli değil. Elle hafif bir ittiriş yeterli. Kubbeyi oluşturan ahşapların da gözlem aleti gibi Almanya’dan getirtildiğini okuduğumu hatırlıyorum bir yerlerde, ancak kaynağı bulamadım.

Bu odada temelleri ana yapıdan bağımsız iki betonarme kolon üzerinde ve İstanbul’un enlemine uygun olarak 41.01 derecelik açı ile yerleşmiş bir astrograf bulunuyor. İnanılmayacak kadar bakımlı ve karmaşık (veya öyle görünen) bir cihaz bu. Çeşitli gök cisimlerinin resimlerini çekmekte kullanılıyor (muş) 1936 yılı sonbaharından beri burada ve kullanılıyor! [9] İstabul’un orta yerinde artık gece gözlem yapılamamakla birlikte, yılın büyük bir bölümünde gündüzleri güneş gözlemi yapılabiliyor.


Güneşin gökyüzündeki hareketini bu optik mucizenin kesintisiz olarak izleyebilmesini sağlayan mekanik düzenek: “takip saati”, redüksiyon dişlileri ve mafsallı grup şaft astrografı Dünyanın dönüş yönünün tersinde ve izlenecek gök cisimleri ile aynı hızda hareket ettiriyor. Elektrikli falan değil, mekanik… Bir kol  ile elle kuruluyor, eski duvar saatlerini andırır şekilde mil üzerine sarılı kordonun ucundaki ağırlığın yerçekimi etkisiyle aşağıya inişi süresince de hareket ediyor! Değişik gök cisimleri için değişik hız ayarları olduğunu söylüyor mihmandarımız. İyice şallak mallak oluyorum.

Takip Saati

Etraftaki her şey çok ilginç hakkaten, başkalarına da ilginç gelmiş olacak ki saçma sapan sorular sormaya başlıyorlar. Astroloji, Dünya’ya çarpacak gibi olabilir meteorlar vs gırla.

Arka Tarafta Kayıt  Plakalarının  Takıldığı Bölüm

Derdim aşağıya inip astrografın oturduğu kolonların temellerini ve hava tümüyle kararmadan yapıyı dışarıdan bir kez daha görmek. Astroloji geyiği tavsayınca, “aşağıya inip, şu temele de baksak”ı yapıştırıyorum. Bodrum kata inip, orayı da görmekten eksik kalmıyoruz.


Ortada 30cm. Çaplı Astrograf, 
Altta Kromosfer Dürbünü 12 cm.
Üstte Güneş Dürbünü 13 cm.

Bir kapı ile girilebilen bağımsız bir bölüm burası. Belli ki temellerin ve kolonların gerektiği zaman veya belli aralıklarla  denetlenebilmesi için böyle düşünülmüş. Binanın geri kalanı gibi son derece bakımlı ve temiz. Yetmiş beş yıl önce dökülen beton kolonlar tertemiz, en ufak bir çatlak, kusma vs görünmüyor. Etkilenmemek mümkün değil.

Giriş katında çevreme son kez bir defa daha bakıyorum. Bırakıp gitmek gelmiyor içimden ama, yapacak da bir şey yok. Usul usul çıkıyor herkes. Ben de onlara katılıyorum. Dışarıda hala bağıra çağıra voleybol oynanıyor ve Beyazıd Camii önündeki o tuhaf  naylon nesne hala duruyor...
Gün Batımında Bayezid Camii ve Meydan
Basit  Otomobiller, Kullanılmış Giysi Satıcıları
Sürekli Değişim, Devinim...
Ebedmüebbed ve Aslolan:
Soldaki O Naylon Şey ve Cami...

Bvp,
Edited By Miki



Fotoğraflar: BvP. 
Taramalar: Arkitekt [8]


----------

[1] Güzel Sanatlar Akademisi hocalarından Arif Hikmet Holtay’ın 1934’de tasarladığı, 1936’da bitirilen bu yapı, benim öğrenci olduğum 1980 başlarında hep “erken cumhuriyet dönemi mimarlığının önemli örneklerinden” olarak nitelenir ve konu ile ilgili her yayında üstünkörü bahsi geçerdi. Ama nedense, salt bu yapıyı ve/veya Arif Hikmet Holtay’ın yapılarını ele alan bir çalışma yoktu. (Örneğin 1984’de yayınlanan Cumhuriyet Dönemi Türk Mimarlığı kitabında, yazar Prof Dr. Metin Sözen Holtay’ın banka binalarının fotoğraflarını koyuyor, gözlem evi’nin lafı geçmiyor. Niye geçsin ki, “Cumhuriyetin 60.yılına armağan” bu kitabın dizininde adı bile yok adamcağızın!) Aradan geçen 30 yılda hala kapsamlı bir çalışma yapılmış değil. Ne tuhaf… Oysa 1940’ların sonu, 50’lerin başlarında Anadolu’nun çeşitli kentleri için tasarladığı yerel motiflerin cephe ve diğer kütle elemanlarına yansıtılmış, İkinci Ulusal Mimarlık Akımı’nın epey ilginç örneklerinden Türkiye İş Bankası Binaları (Mersin;1949, Konya;1949-1951, Bursa;1950, Malatya:1952, Samsun;1949) bile başlı başına incelenmeyi hak eden yapılar. 1934’de yaptığı ile 1950’deki arasındaki dramatik fark bile, Türk Mimarisi’nin “evrimi” üzerine bir fikir verebilir. Ne ilginç konular bunlar! Sabahları yayınlanan bin bir türlü ciyak ciyak kadın programında neden bahsedilmiyor bunlardan? Beyaz Show’a neden nebleyim, bir Afife Batur konuk olmuyor? Bu kadar skindirik mi Türk ulusunun entelektüel dağarcığı?


[2] Doğala özdeş küçümseme aromalı “Bezemeci”, “Neoklasik Üslup” nitelemeleri ile tanımlı Birinci Ulusal Mimarlık Akımı öncülerinden Mimar Kemalettin Bey İttihat ve Terakki Fırkası’nın da desteğiyle çok miktarda yapı üretmişse de maalesef bugün fazla hatırlanan bir kişi değil. Laleli Harikzadegan/Tayyare Apartmanları;1922, (beş yıldızlı bir otel), Sirkeci’deki 4. Vakıf Han (doğal olarak beş yıldızlı bir otel), Bebek Camii;1913 (nedense beş yıldızlı otel yapmamışlar, İlginç tabii.!), Ankara’da Vakıf Apartmanları kolayca görebileceğiniz, bilinen yapıları. Ekşi sözlük veya lüks kadın dergilerinde malumatfuruşluk yapıyorsanız, karbon kopya ordan buradan kes yapıştır fikir sahibiyseniz, değiştirmek için bi gidip bakmakta yarar olabilir. Bakalım acaba yine küçümseyecek misiniz ?


Vakıf Apartmanları Ankara

[3] Daha ciddi bir üslup ve ortamda tartışılması gerekse de, o çok beğendiğim, kıymetli yapının net bir “Ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider…” ürünü olduğunu düşünüyorum. Öyle ya; 1934 Temmuzunda Trakya olaylarını* araştırmak için, Dahiliye Vekili Şükrü Kaya –üstelik- devlet imkanları ile Ankara’dan Kırklareli’ne iki günde gidebiliyor. Bu acınası altyapı yetersizliği içinde, birkaç yıl sonra fiyakalı bir bina yapıp, astrograf ısmarlayıp (elbette bu cihazı üretmemiz söz konusu bile değil), güneşi gözlüyoruz.

*1934’de Trakya’da olan biten nedense pek kimsenin üzerinde durduğu, önemsediği, kurcaladığı bir rezillik değil. Belki yakın tarihimizdeki pek çoğu olay gibi, bir parça kurcalandı mı ne tür bir bokun ortaya döküleceği belli olmadığından veya şimdilik işe yarayacak, nemalanacak bir “malzeme” olmadığındandır. Belki günün birinde bu konuda internette de ipe sapa gelir bir şey de olsun diye bir şeyler yazılabilir. Basılı olarak birkaç kitap ve üç tane makaleden başka fazla bir şey yok.

[4] ARKİTEKT Cilt: 1936 Sayı: 1936-04 (64) Sayfa: 97-102 ,














Yapı ile ilgili ilk ve bildiğim kadarı ile halen tek temel kaynak.

[5] Sibel Bozdoğan’ın kitabı Cumhuriyetin ilk yıllarına ait  modernleşme çabasının mimari kültürle ilişkisi konusunda çok ufuk açıcı. Özellikle giriş bölümü.

Bozdoğan Sibel, Modernizm ve Ulusun İnşası. Erken Cumhuriyet Türkiyesi’nde Mimari Kültür. Metis Yay., 2001.

İngilizce Basım:

Bozdoğan Sibel, Modernism and Nation Building. Turkish Architectural Culture in the Early Republic. The University of Washington Press. 2001.

[6] Aslanoğlu, İnci : Erken Cumhuriyet Dönemi Mimarlığı 1923-1938. ODTÜ Mimarlık Fakültesi Yayınları. Ankara. 2001. Sayfa: 204-205

Yukardaki yorum anlamlı görünmese de Erken Cumhuriyet Dönemi mimarlığına ilgi duyan herkesçe edinilmesi gereken çok yararlı bir kaynak. Temel bir çalışma.

[7] Potsdam’daki Astrofizik Enstitüsünün parçası bu kulenin de 1933-1934 Ders Yılında İstanbul Üniversitesi Astronomi Enstitüsü Müdürlüğüne getirilen Ord. Prof. Dr. E.F. Freundlich’in girişimleri ile inşa edildiği yazılıyor olsa da (Menteşe H., Esenoğlu H., Çalışkan H., Kuruluşundan Günümüze İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü 1933-2000, Aralık 2002.) başka bir kaynaktan doğrulayamadım.

[8] ARKİTEKT, Sayfa: 97-102 ,

[9] “Ord.Prof.Dr. E.F. Freundlich’in aracılığı ile 11 Aralık 1934 de Almanya’da Zeiss firmasına ısmarlanan Astrograf, 25 Eylül1936 da Trieste üzerinden gemi ile 12 sandık halinde İstanbul limanı’na gelmiş (fiyatı 48.538 Mark, Kubbe’nin fiyatı 16145 Mark) ve 1936 yılının sonbaharında yeni binadaki Kubbe’ye yerleştirilmiş ve böylece Astronomi Enstitüsü 1936-37 ders yılından itibaren Üniversite Merkez binası bahçesinde bugünkü yerinde çalışmaya başlamıştır.” (Kuruluşundan Günümüze …Sayfa: 10)



Şubat 19, 2012

MKD'ye Bazı Öğütler

 

Miki’nin içinden çıkan ve MKD adını verdiğimiz sevimli canlı kısa bir süre önce altı aylık oldu.

Biz “Sex and the City” çalışanı olmadığımızdan ona bir “baby shower” tertip edemedik. Ne emzik sterilizatörü, ne gece görüşlü dijital kameralı telsizi ne de bebek nebulizatörü var. Bir yaşına girince bunu şipşirin bir mekanda şipşirin kutlayıp, bin bir türlü fotoğrafla dünyaya da haykırmayacağız. Fakat o kadar da acımasız değiliz (Miki öyle de, benimki baba yüreği işte). Madem bunlardan mahrum bırakıyoruz MKD’yi; bari bilgeliğimden esirgemeyeyim, dünyaya, hayata hazırlayayım onu dedim.

Ona (ve belki size de) hayata dair birkaç orta yaşlı adam tavsiyesi:

Yeme İçme


- En kötü bourbon, en iyi scotch’dan daha iyidir.

- İyi puronun keyfini çıkar. Ama esiri olma… “Tütün içen insanlar erken ölüyor” deniyorsa da; sırasıyla; 91, 90, 87 ve 80 yaşlarında mutlu, başarılı ve huzur içinde ebediyete intikal eden Winston Churchill, General Adolf Galland, Zino Davidoff ve Thomas Mann amcalarını unutma.

- Balıkları tanı, böylece balıkçılarda fazla rağbet görmeyen ama lezzetli balıkları ucuza yiyebilirsin. Onları ve diğer deniz ürünlerini ayıklamayı, temizlemeyi ve pişirmeyi öğren.

- Bedava sunulan hiçbir şeyi tatma (özellikle alışveriş merkezlerinde). Bedava verilen hiçbir şeyi kabul etme.


Edep, Erkan


- Kadınların önünde pantolonunu çıkarman gerekiyorsa, mutlaka çoraplarını da çıkar.

- Kadınlarla ilişkilerini ve yatak odası maceralarını kimseye anlatma. Bununla öğünme.

- Giyinikken en seksi olan, soyununca seksi bile olmayabilir.

- Bulunduğun masadaki kadınların tümü yerlerine oturmadan oturma. Kalkarlarsa sen de birlikte kalk, onlar masayı terk edene kadar yerine oturma.

- Kadınlara ve yaşlılara otomobile binerlerken mutlaka kapıyı sen aç, kapının sivri ucunu elinle tut. Kafalarını yarıp, gözlerini çıkarmasınlar. Güvenle binmelerini bekle, kapıyı sen kapat. Bunu sakın “güzel çatal frikiği falan… Olur mu olur” diye yapma. Böyle düşünerek yapıyorsan da, belli etme…

- Kullandığın her kelimenin nasıl yazıldığını, telaffuzunu iyice öğren ve imla kurallarına dikkat et.

- Hep rica et, hep nazik ol. Ama yavşak olma! Bu tür nezaketi yeni zengin mahallelerinde açılmış şarküteri çalışanlarına bırak!

- İyi küfretmeyi öğren ve yeri geldiğinde et. Öyle küfret ki, minibüs şoförleri ellerini yüzlerine kapayarak ağlayıp, kaçsın. Yaratıcı ol… Ve unutma: küfür nezakete mani değildir.

- Her zaman teşekkür et.

- Çalışırken gördüğün herkese “kolay gelsin” demeyi alışkanlık edin. Çalışan insan kendini hep – bir parça- yalnız ve kötü hisseder.

- Benim gibi olma. Ben: unutuyorum, ama affetmiyorum….Sen: affet, ama unutma.

- Pahalı, lüks ve gösterişli otomobiller pop müzik şarkıcıları, futbolcular, baba parası yiyenler, koca parası yiyenler ve pezevenkler içindir. Böyle bir araba kullanacak kadar paran varsa, ama onlardan birisi gibi görünmek istemiyorsan: Bekle!

- “Dikkat Köpek Var” yazısındaki köpekten korkma. O yazıyı yazan budaladan kork.



Kılık Kıyafet


- Her zaman kemer tak. Güzel bir kemere para harcamaktan çekinme. Eski ve ucuz bir kemer, eski ama pahalı bir kemerden çok daha iğrenç görünür.

- Ayakkabıların mutlaka bağcıklı olsun.

- Haki bir pantolon, yakası düğmeli pamuklu mavi bir gömlek ve iyi bir blazer hiçbir zaman yanılmaz.

- Smokin giymen gereken durumlar olursa... Fırsatı kaçırma. Giy.

- Hiçbir zaman tükenmez kalem kullanma. Bir dolmakalem edin ve onu her zaman üzerinde bulundur.

- Cüzdanını götünde taşıma. Kıç kavisine uyumlu bir cüzdan kadar kötü ne olabilir şu hayatta? İlle taşıman gerekiyorsa  içindekileri azalt. Böylece en azından yarısı kesilmiş lastik top gibi görünmez.

- Mecbur kalmadıkça elinde cep telefonu ile; hele hele cüzdan ve cep telefonu üst üste  dolaşma


BvP, Şubat 2011