SALT’ta yine acayip bir sergi var. Uğraşıp kotaran insanlar edepleri itibarıyla “ulan, sizin bildiğiniz kadar bizim unuttuğumuz var” demeyeceklerinden, adını “Tek ve Çok” şeklinde kısa tutmuşlar. Ben olsam; “Aylarca Uğraştık, Didindik Şu Ülkenin Dokuzyüzellibeşten Beriye Sanayi Serüveninin Fotoğrafını Çekip, Anlayacağınız Şekilde Nah Şuraya Koyduk, Gezip Görmeyene Yuf Olsun Sergisi” koyardım. E, ben de gezdim. Doğal olarak olan biteni bir defada anlayamadığımdan, birkaç kere gidip gelmem gerekti. Fakat İstanbul halkının entelektüel havuzuna atılan para tam yerini bulmuş olacak ki; arkadaş, çarşı hamamı mübarek… Can pazarı, çoluk çocukla gidilirse elini sıkı sıkı tutmalı ki kaybolmaya. Sonra insan o elit ortamlarda “4-5 yaşında, paltosunun kapşonu kafasına geçirilmiş ve üstten de sentetik el örgüsü atkı ağzını kapayacak şekilde bağlanmış bir oğlan çocuğu bulunmuştur” anonsuna seyirtip rezil rüsva olur. Bir yere camlı masa yapmışlar, koymuşlar üzerine kolonya şişesi [1], ev terliği [2], musluk hortumu [3] çizimi, millet ha babam kopyalıyor n’olacaksa. Bir yerde film [4] gösteriyorlar, akıllara durgunluk verir. Sinemada gösterseler ver parayı, otur seyret. Yapana yüce rabbim uzun ömürler versin. Dedim ya ben de gezdim gördüm diye, gördüklerimi anlatayım bakalım sizin gördüklerinize
benzeyecek mi, yoksa tamamen ayrı tellerden mi çalınacak? Böyle sergilerde hoş
bir taraf var, o kadar çok şey yığılı ki; bu işe girişip, girişmekle de kalmayıp, yüzünün
akı ile çıkıp şurada oturan akıllı ve nazik bayanın, her biri aslan parçası olup ve de yardım edenlerin belki de hiç aklına gelmeyen, gelmesini de beklemeyeceğimiz bir
sürü başka şey var. Nebleyim belki de beklentisi ve isteği bu yöndedir. Ucu açık, az
konuşulanları ele alan; son söze ulaşmayan bir sergi yapmak istemiştir,
bilmiyorum yani.
Kronoloji Üzerinden Fikir Beyanları
Türkiye’nin
üretim ortamı hakkında fikir yürütülecek, neler olduğunu anlaşılacaksa bunu bir
kronoloji üzerinden konuşmanın yararı var. Onlar da yapmışlar. Sol duvarda 1955’den
başlayarak Türkiye’nin yaşadıklarını anlatan uzuun kronoloji önünde çok ve
anlayarak vakit geçirmek, nelerin olup
bittiğini anlayabilmek için fevkalade yararlı. Dediğim gibi, 1955’le başlıyor işler, hani
tökez teli diye bir şey vardır, bubi tuzağını aktive eden teldir o. Rezilliği
harekete geçiren şey… Türkiye’nin yakın tarihinde üç tane bu türden tökez
telinden bahsetmek mümkün, hani bir şeyleri harekete geçiren. Onar yıllık. 55’ 65’ 75. Onluk desteler bu ülkenin kaderi gibi. Amma 70’lerde hesap biraz karışıyor, 75 olmalı ama
değil . 73’ petrol krizi her şeyi berbat ediyor. O yıl 2. Dünya savaşından beri fiyatı sabit tutulan
petrolün varil fiyatı 4 kat artıyor. Sonra 77-80, 80’de darbe, 83’de ANAP
iktidarı, 93’de Özal’ın ölümü, 94’de şu meşhur telefon hikayesi. Hani “Baba” ve “Ufak tefek sarışın kadın” cep telefonu ile konuşurlardı Ericson bir telefon-du . Şimdi baktım,
internette bile resmi yok artık (ince, yassı, cetvele benzeyen anteni yukarı şeyederdin).
Genel olarak baktığınızda tüm bunlar bir ülkenin üretim ve tüketim
alışkanlıklarını belirleyen taşlar. 1986’da Makdonalds’ın açılışı bile var. Görünce,
doksanlarda Taksim Meydanı’nın kaplayan o kesif ve iğrenç kızartma kokusunu
hatırladım.
Tellere devam
ediyorduk: 1955’e gelindiğinde dış yardım kaynaklı tarımsal politikaların,
tarımda makineleşmenin yarattığı iş gücü fazlası. Kesin veriler yok doğal
olarak, ama 1950-55 döneminde yaklaşık 350.000 kişinin ülke içi göç hareketine
katıldığı, bir traktörün sekiz kişiyi işsiz bıraktığı düşünülebilir. Büyük şehirlerdeki hizmet ve üretime dönük istihdam imkanları
önemli bir iş gücü arzı yaratıyor.
İkincisi 1965, kat mülkiyeti kanununun çıkışı. Aslında
bir sürü başka şey oluyor, AP tek başına iktidara geliyor, 1965’de SSK kanunu yürürlüğe giriyor ki, beş yıllık kalkınma planları bu işe önemli
bir yer verir. Bi iki adım geriye gidip, 1961 anayasası ile anayasal bir kurum niteliği
kazanan DPT'den (Devlet Planlama Teşkilatı) biraz bahsedeyim: . Kurucu
Müsteşarı West Point mezunu bir albay, Şinasi Orel. "Serbest rekabet”, “özel
teşebbüs”, “kalkınma” tüm bunlar altmışlı yıllarda çiğnenen sakızlar, planlama
fikri 50’lerin ortalarında beri akademisyenler tarafından konuşuluyor aslında.
Ama bunlar DPT kanunu ile yerini ve ifadesini buluyor. Ne tuhaf değil mi ?
Çünkü “Hür teşebbüs” ü savunan bir
siyasi oluşumun karşısındaki askeri müdahalenin aktörleri esasen piyasada o “hür teşebbüs” ün önünü açacak
ipe sapa gelir düzenlemelerle uğraşıyor. Bu tabii Askeri müdahalenin bekası
açısından da gerekli. Demokrat Parti’ye karşı
ihtilal yapan bir oluşumun “hür teşebbüs” e karşı olmadığının güvencesi olmak
filan. Tüm bunlar DP mirasçısı AP’in
“plan’mı, pilav mı?” sorusunun özetlediği yaklaşımın önüne geçemiyor elbette. Ama şunu
söyleyeyim Adalet partisinin 15 yıl (1965-1980) genel başkanı Süleyman Demirel
bu kurumla ilişkisini, Turgut Özal’ın müsteşarlığını ben bildiğime göre siz haydi
haydi biliyorsunuzdur.
Sonuçları ve getirdikleri önemli olduğu için tekrar
65’e, şu kat mülkiyeti kanununa döndüm. Zaten
hemen karşı duvar bir fotoğraf koymuşlar: 1966’daki Arçelik 1. Bayiler toplantısı. Hilton otelinde
düzenleniyor ve üç değişik çamaşır makinası modelinin de sergisini
aradan çıkarmışlar. Evet, görece lüks
bir ev aracı bu belki ama, bir talep olduğu da kesin. Reklam yapma gereği bile
duyulmamış (o yıllarda dergilerde hep “Panason” reklamı var; her derde deva
papatya-nane-anason çayı ! Yersen) 1959’da üretmeye başlayıp 65’e gelindiğinde
otuz bin tane satıyorlar. “ Şanzımanı” İsrail’den geliyor ve öyle bir şey ki bu
çamaşır makinası, hani makine diyoruz da, birinci Dünya Savaşının Alman Tanklarına
benziyor. Zaten ortada bir tane 7A modeli de var. Suyu
koymak, boşaltmak, merdaneden donu gömleği geçirip sıkabilmek, Kanada
ormanlarında odun kesmek, dizel bir denizaltının makine dairesinde çalışmak kadar yorucuydu.
Şanzıman İsrail’den, Kompresör İngiltere’den
“Ulan haşa huzurdan milletin kıçında donu yok, çamaşır
makinası, buzdolabı neyine” (onun üretimine de 1960’da başlanıyor. Kompresörü
Birleşik Krallıktan) demeyelim hemen. Kentli yeni orta sınıf takım çantasının
olmazsa olmazı bunlar. Apartman yaşamı, hayatın hızlanması, dış dünyadan daha
fazla haberdar olmak… Kentlere göçen iş gücünü
de unutmayın. Soğuk savaş
döneminin ideolojik nalbantlığı ve orta sınıfa gündelik yaşam kurgusu sunmayı
görev edinmiş, modern hayat rehberi Hayat dergisi mesela Kasım 1964 sayılarından birinde
apartman yaşamına pek ayak uyduramayan çoğunluğu terbiye görevi üstlenir. "Evet,
temizlik yapalım ama komşulara zarar vermeden"… Halınızı balkonda dövüp alt
kattakileri bizar etmeyin diyor yani. Ama o aralar GIR-GIR diye bir şey var zaten. Sergide
keşke bir gır-gır da olsaydı. İleri geri halı üzerinde hareket ettirilip toz, gereksiz bok püsürü içindeki hazneye alırdı. Hakkaten "gır, gır" diye de sesi vardı. Müthiş bir şey. Akis dergilerinde filan epey reklamını
görebilirsiniz. Benzeri bir cihazın patenti aslında 1699’da, yani biz Kuzey Sırbistan’daki Karlofça’da pis bir anlaşma imzaladığımız yıl Londra sokakları için
alınmışsa da, ev için kullanılan hali Michigan’da
mukim bay ve bayan Bissel tarafından 1876’da patenti alınıp üretiliyor! Yani
birinci meşrutiyetin ilan edildiği yıl! Ama biz bu cihazı GIR-GIR diye
biliyoruz. Al sana bir özgün kopya! Tıpkı “kot” gibi. O da bir kopya olmasına rağmen,
bu açıdan özgün. Günlük yaşama pek hoşlanılmasa da yerleşiyor işte. Tuhaf mavimsi bir rengi olurdu, çivit gibi ama
değil. Deli gibi beyazlansın diye uğraşırdın da olmazdı bir türlü. Ama çok ucuzdu ve bol
bulunuyordu. Ne kadar benimsenmiş ki, “kot” kelimesi var. Tüm üretim ve tüketim altmışların ortalarında
itibaren çeşitlenip farklı gelir grupları ve onların beklentileri doğrultusunda
şekilleniyor. Sümerbank ve pijamalar yaşamda hep var tabii, o çizgili
pijamalar, ve “basma” denen şey. Gündelik yaşamın çok içinde olan bu pijama
hadisesi 1990’lara gelindiğinde artık niteliğini kaybediyor. Ocak 1990’da
Hürriyet gazetesinde yapılan bir
araştırma evde çubuklu pijama ile dolaşmamayı “çağdaş erkek” olma özellikleri
arasında sayıyor. Çağdaşlığın göstergesi daha bir sürü saçmalık yazmışlar da, bizi
ilgilendiren bu.
“Basma” dediğin renkli desenler basılmış
pamuklu bez. 1937’de Nazilli Basma fabrikası ile üretimine başlanıyor. Mebzul kitap ve
derginin sergiyi gezenin keyfine amade sunulduğu masanın taburelerinin de basma minderli olması
tesadüf değil. Artık hayatın hiç bir alanında rastlanmayan saygı ve inceliklerden. Ne basmayı ne de onu üreten insanları küçümsemeyelim, onu da söyleyeyim. Orta
masada üzerinde RT 5144 yazan bir desen kitabı var, 1974 tarihli, Herr Bernhard
Leiber’e ait. Alman’ın biri kumaş almaya kalkıp buralara geliyor, yetmişlerde ithalat boru değil.
Ellilerin öncesinde çok başka şeyler de var.
Mesela düğme… Bu sergide yok amma mesela 1954’de düğme üreten kuruluşun sahibi ile
yapılmış bir röportaj okumuştum, adam heyecanla şimşirden yaptığı düğmeleri, daha önce ithal edilen düğmelerin muazzam
miktarını anlatıyor. Çok temel tüketim
ürünlerini sıfırdan üretme çaba ve heyecanını saf kâr hırsına bağlamak, olan
bitene bir parça düz bir bakış bence. Sergide düğme yok ve fakat Fatoş
oyuncaklarının yöre serisi var. Dehşet şeyler. Çirkinler
diye zamanında fazla satılmamışlar, elbiselerdeki, bebeklerin yüz özelliklerine, özene, detaylara dikkatle bakın, basit
bir kâr gayesinden çok daha fazla şey var orada.
Bir çok şeyin
başlangıcını oralarda arayacağımız için halen elllilerden – altmışlardan
gidiyoruz. Büyük sanayi gruplarının işe başladığı yıllar elliler: Akkök, Kutlutaş, Borusan, Tekfen, Enka, Alarko, STFA. Özel
teşebbüs gerçekten de bu yıllarda kendine güçlenecek zemin buluyor. Koç’un
mazisi 20’lere, Sabancı’nınki 30’lara gidiyor.
Bu iki grup da büyük yatırım gerektiren sanayi üretimi yapmalarına
rağmen, aslında ticaret kökenli (tacir) kuruluşlar. Türkiye’deki iş anlayışının
bir özelliği bu. Sanayi merkezli değil, ticaret merkezli olmak. 1944’de Koç
şirketinin otomotiv alanındaki faaliyetlerine ortak olarak giren Bernar Nahum
bu durumu anılarında gayet iyi
anlatıyor. “Başlangıçta hareket noktası ‘dahili
ticaret’ idi, arkasından mümessillik, acentelik gibi ithalata dayalı ticaret başladı” (1963 gibi geç bir tarihte bile Ankara’daki 6.700 taksiye
İsveç malı taksimetre satıyorlar – Ekim 1963 Akis). Yıllarca süren döviz sıkıntısı, buna bağlı
kotalar, tahsisler, ithalat rejimlerin bir yararı oluyor, ticaretle yeterli sermaye birikimi oluşturmuş
bu tür şirketlerde o sanayileşme inancı yerleşiyor.
Bernar Nahum’dan bahsedeceksek, o muhterem beyefendinin göz bebeği Anadol’dan söz etmemek
olmaz. Piyasada binek otomobil olarak kısa bir süre tutunmuş olmakla birlikte
etkilerinin çok büyük bence. İthal ikameci endüstrileşme çabalarının ilk döneminde
döviz azlığı nedeniyle mamul madde ithalinde yaşanan sıkıntılar yüzünden
alınan bir karar bu. Başka bir deyişle ticaret şirketlerine sürekli mamul mal
tedarikini garantiye almak için de başlanıyor bu işe. Fiberglas gövde yapıyorlar. O “yahu bunun
gövdesini eşşekler yiyor” geyiğinden daha fazlası var işin içinde yani. Orta yerde Anadol’un üretim serüvenini anlatan çok güzel
bir kitap var. kitabı Hatta, 61. Sayfada
nazikçe “Eski arabanızı satınız, Bir Anadol alınız” tavsiyesinde bulunuyorlar.İsim yarışması
düzenleniyor ve 4-5 bin başvuru beklenirken, 150.000 civarında cevap var. Ondan önce 1950’lerin sonunda, 1959’da Otosan
fabrikası kurulup montajla Ford Consul ve Thames kamyonların montajını yapıyorlar
(tames trader- yol ver birader kamyonarkası yazılarındandı. Güdük, buldog’a
benzeyen kamyonlardı) 1965’de de Ford D1210 üretimine başlanıyor. Bu tür
montaj/üretim in çevresel de bir yararı var. Fabrika gittikçe artan ölçekte iç
piyasadan da mamul madde alıyor, yerli küçük üreticilerin o zamana dek
akıllarına gelmeyen, arz alanı olmayan bir sürü mal yapmayı ve satmayı
öğreniyorlar. Ama bunu için daha zaman var.
Nubar Bey’in Filibe Macerası
Üretim görece
yüksek yatırım ve karmaşık mal gruplarının bir araya getirildiği mamul maddeler
için değil, daha basit tüketim ürünlerinin iç piyasaya sunulması için de
geçerli. Resimlerin olduğu duvarda Jumbo
Çatal bıçakları ile ilgili bir resim var. Bay Nubar Çolakyan Kamyonetinin
önünde neşeyle gülümsüyor (çok güzel bir fotoğraf o). Firma 1947’de kurulmuş. İsim muhtemelen Walt
Disney’in 1941 tarihli Jumbo/Dumbo
filminden esin. 1962 gibi erken bir tarihte Filibe/Plovdiv fuarına katılmışlar
ve bir ödül almışlar. Plovdiv İstanbul’a 420 km mesafede. Ankara 450 kilometre. (1962’de
Sovyetler fırlattığı Vostok 3 ve Vostok
4 ile Dünya yörüngesinde iki uzay aracı arasındaki ilk telsiz haberleşmesini gerçekleştiriyor). Fakat, insanların yüzündeki mutluluğu
görebiliyoruz Nasıl bir sevinç var, ve gerçek.
Belli ki “bu daha önce yapıldı
aslanım” dememişler. İşçi işveren ikiliğinin, o gerginliğin görülmediği
bir an. Pis eller, giysiler gerçek ama sevinç ve gurur da gerçek. Orada
sergilenen çatal bıçak takımını da gayet iyi hatırlıyorum. Çok güzeldi. Neden
bu seriyi yeniden üretip satmazlar?
Yetmişler Türkiye için kayıp, tarihi kırılmaların
yaşandığı , çok ta sevimli olmayan bir dönem. 1950’lerde başlayan hızlı nüfus
arışı 70’lere gelindiğinde yaşı 18-25 arasında daha iyi eğitim ve iş olanakları
arayan devasa bir genç nüfus yaratıyor.
İthal ikameci tavrın çöküşü de bu yıllara rastlıyor aslında. Döviz yok,
hammadde ve makine olanakları zayıf, montaj
bile yapılamıyor, enerjide dışa
bağımlı (1973 petrol krizini unutmayın,
o zaman dek sabit tutulan petrolün varil
fiyatı dört kat arttı). Ülkede belki
de ilk defa artan talebe, tüketim
heveslerine ciddi çareler aranıyor. Çünkü üretilen bir malın pazarı,
dolayısıyla satış olanakları var.
Yine o duvarda
çok güzel Renault ve Tofaş üretim hattı ve araba fotoğrafları var. İkisinde de 1971’de üretime başlanıyor. Kaloriferi
yetersiz olan Steyşın vagon Reno’lar için
radyatör üretilirdi. Konya’da. Binek üretimi kalktıktan epey sonra da steyşın
vagon üretimine devam edildi. Az yakan,
sağlam, yüksek ve mekanik araçlardı. Kırda bayırda, atölyeler, servisler hep
kullanırdı. Halen de yerine cuk oturacak bir araç yok.
Başka bir güzellik Merter’deki
Vakko Binası’nın fotoğrafları. Haluk Baysal – Melih Birsel (binanın yapılışı
1969) Beton Mozaik Kaplamalar Bedri Rahmi Eyüboğlu, Girişteki heykel Şadi
Çalık, Seramik Panolar Jale Yılmabaşar, Duvar resmi Mustafa Pilevneli. Çok müthiş binaydı. Yıkılıp, yerine…Aklıma güzel kelimeler geliyor da, siz doldurun ki, bi tatsızlık olmasın.
Nerde Ulan Bu Özgün Kopyalar?
Biraz da “kopya”dan, özgün kopyadan söz açayım, sergi o işlere de değdirip, akıl kurcalıyor.
Ne, ne için
kopya edilir? Üstelik hep aklımızın bir köşesinde duran, “bu daha önce yapıldı”
varken. Duvara da kol gibi yazmış adam zaten. Üretimde
belki daha kolay bu iş, ama tasarımda, örneğin mimarlıkta, onun ahlaki
valizini taşımak çok zor. Bunun pek çok nedeni var. Bir şeyin kopyası neden
yapılır?
Bilmem
hatırlayanınız var mı? Kahve yokluğunda içilen kavrulmuş nohut “bir özgün
kopya” değil mi? Şu gösterilen motör
filminde bir laf var Çetin İnanç Dünyayı Kurtaran Adam'ı anlatırken
“Amerikalının yapmaya cesaret edemeyeceği” şeyi yapmaktan gizli bir gururla
anlatıyor. Bir bölüm daha var, arda arda ölüm sahneleri, kör adamın gözlerinin
açılma sahneleri filan var, tamam bunlar art arda gösterilince pek komik şeyler
ama, her biri farklı zamanda, farklı ruh
hali, farklı bin bir türlü şeyle
üretilmiş bir malın (filmin) parçaları. Bu açıdan kopya olmaları özgün
olmalarını değiştirmiyor.
Fatoş oyuncaklarına geleyim: “Pembe Panter” yetmişlerin ortalarında,
sanırım 75 veya 76 idi, TRT de gösterime giren bir çizgi aslında. Film kahramanını üç boyutlu üretip
satıyorlar. Çünkü bir talep var ve yetmişlerde böyle bir şeyi
ithal etmek para bulunsa, muhtemelen
kambiyo ve gümrük mevzuatı açısından imkansız. Ne diyeceksin Türkiye
Cumhuriyeti Merkez Bankası’ndan ithalat
için döviz alırken “yirmi bin adet, 80
santim boyunda pembe pelüş bir çizgi film kahramanı ithal edeceğim” mi? Bir
sürü şey yapıyorlar, zaten pembe panterden önce var olan bir işletme. Onlar da 1975’de Nürnberg’deki oyuncak
fuarına katılıyorlar.
Seksenlerde çok
şey değişti. Şaşal suyu ve şişesi bile var. İlk defa bu ülkede bir malın ambalajı
kendisinden daha pahalıya satılması kabullenildi. ŞAŞ-AL diyorduk. Fiyatına
bakıyorsun, şaşıyorsun, ama alıyorsun.
Gelelim “tektaş ağacı”na: serginin “yüzük taşı” bence o. Meyve vermiş ağaca benziyor.
Özgünlüğünü yitirmiş çoğulluğu , biraradalığı yüzünden değersizleşmiş bir meta.
Yanında mücevherci avadanlıkları: Roma terebrasına benzeyen bir matkap, prensip Neolitik çağdan beri biliniyor, ateş
yapmak için kullanılıyor. Ağırlıklara gelince, Uluburun batığında [5] ağırlık ve
eşyaları bulunan Kenan’lı tüccarlar da muhtemelen benzer bir terazi
kullanıyorlardı. Alet edevat zanaat için geçerli ve çağa ayak uyduramıyor.
Tüketim, dolayısı ile mal talebi çok fazla.
SANAT VE PARA BİR NOKTADA KESİŞMELİ !
Mensucat Santral’ dan bahsetmiştim. Arkalara doğru,
hafif kıyıda köşede (gibi) görünen bir bölüm var. Iskalamamak lazım: 1980 sonlarına doğru liberal bir rehavet ve iyimserliğin etkisi
ile belki de servet ve boş vakit artışı
ile sermaye gruplarının sözcüleri (bu
günkü tabirle vitrin) daha görünür oldular. Özal zenginlikle gurur duymayı
öğretti bize. Aslında bu daha önce de
vardı, (Nejat Eczacıbaşı’nın ön ayak oluşu ile 1973’de ilk İstanbul festivali
düzenleniyor) gazeteler, kanaat önderleri aydın, efendi, dış dünyaya entegre,
yemeği içmeyi bilen yükselen bir orta sınıf
inşaatına başladılar. Endüstri ve ticaret insanları da örnek olmaya
itildiler ve istediler bunu. Mesela Bisse gömlek giymiş Sakıp Sabancı reklamını
hatırlayın.
Bu görünürlüğün başka
bi yönü de sanat. Bir dönem resim koleksiyonu yapmak zenginler arasında adeta
bir yarış, pahalı ama yararlı bir heves. Halil bezmen bir röportaj vermiş
mesela 1987’de, diyor ki; SANAT VE PARA BİR NOKTADA KESİŞMELİ. Bu, öyle
edilmemiş bir laf, öyle göz kamaştırıcı bir şey ki, röportajı yapan “Türk iş adamlarının sanata ilgisi Türk Sanayiinden
de yeni” gibi acayip şeyler söylüyor. Halbuki dediğim gibi, Mensucat santral 1928’de kuruluyor, ama bizim
insan Özalcı pratik içinde kısa süre
önce görünür kılınan iki şeyi bir kronolojiye oturtunca… E, biri daha önce tabii. Halil Bezmen’in tablolarına ne mi oluyor? Bir
kısmı yurtdışına kaçırılmak üzereyken
mali polis baskınına uğrayıp el konuyor, SSK borçları için de mezat düzenlenip satılıyor…
Bu kadar lafın özeti: çok
iyi bir
sergi. Bitmeden, kalabalıkta ezilmeyi göze alıp gidin işte. Bvp,
Tektaş Ağacı Fotoğrafı SALT sitesinden, Mustafa Hazneci. Diğerleri Bvp.
...................
[1] Yaklaşık yirmi santimetre boyunda altı santimetre çapında,
beyaz plastik kapaklı cam şişe
yüzeyindeki iki grupta toplam üç yüz otuz altı adet kare piramit bu
kendine özgü dekoratif şişeyi tanımlar. Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı’nın
26.10.1981 Tarihli izni ile üretilmiştir.
[2] Genellikle erkek misafire verilen, aile reisince de
kullanılan arkası açık ev ayakkabısı. Üzeri siyah deri, tabanı incecik kösele
olanı tercih edilir. Oldukça pahalıdır; kullanımı uzun süreli olup iki açıdan
sorunludur: Zamanla halıyla temas sonucu tehlikeli şekilde kayganlaşan kösele
taban ve ayağı ince, terliği zarif göstermek adına, epey dar kesitte üretilmiş
üst bölüm nedeniyle bu terliklerle yürümek ciddi beceri gerektirir. Ayrıca,
desteklenip güçlendirilmemiş ince taban, topuk yükseltisinin başladığı
eksendeki kesme kuvvetine dayanamaz ve (hemen her zaman) kırılır.
[3] Şebeke basıncının yüksekliği nedeniyle akışkan kontrolü için geliştirilmiş ek parça.
Sıvının çıkış noktası ile evye tabanı arasındaki mesafeyi kısaltmaya yarayan spiral
plastik boru, “Musluk Hortumu” da denir.
Gelişkin modellerinin ucunda duşlama yapmaya imkan veren ufak bir mekanizma
bulunur. Ev hayatındaki ağırlığını büyük
ölçüde yitirmiş olmasına rağmen halen kullanılıyor.
[4] MOTÖR: Kopya Kültürü ve Popüler Türk Sineması (2014) / Yönetmen: Cem Kaya / 96 dakika/ Türkçe ve Almanca; İngilizce
altyazılı
[5] Pulak, C. 2008. The Uluburun Shipwreck and
Late Bronze Age Trade. In Beyond Babylon: Art, Trade, and Diplomacy in the
Second Millennium B.C. J. Aruz, K. Benzel, and J.M. Evans (eds.). The Metropolitan
Museum of Art Exhibition Catalog, pp. 288-305, artifact catalog: 306-310,
313-321, 324-333, 336-342, 345-348, 350-358, 366-378, 382-385.